11 Aralık 2012 Salı

GÜZELLEME*

Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur

İşte bak sen gözlerin de burada
Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
İyi ki burda yoksa ben ne yapardım
Bak çocuğum kolların işte çıplak işte
Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
Gözlerin sabahın sekizinde bana açık
Ne günah işlediysek yarı yarıya

Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
Bunların konuşması olur öpülmesi olur
Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
Üç kulak öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu

*Cemal Süreya, 1954

9 Aralık 2012 Pazar

Denizin Üstünde Yürünebilir mi?

Hayır, mitolojiden ya da masallardan bahsetmiyorum. Dini hikayeler de değildir söylediğim. Ben gerçek adımlardan, hatta belki de uzun soluklu bir koşudan bahsediyorum. Hem de tekrar karaya ayak basmak isteyen bir korkağın adımlarından değil, sığ bir sudan, derinliklere, giderek okyanusun göbeğine koşmak isteyen bir aşığın koşusundan bahsediyorum.
Denizin üstünde yürünebilir mi?
Gece, göz gözü görmezken mercanadalarının renkleri, tirsi balıklarının yalnızlıkları, denizatlarının nefesleri paylaşılarak ileriye, daha ileriye gidilebilir mi? Zaten ne yapmak istiyoruz ki bundan başka? Neden bu kadar çok soru var hayatımızda? Neden en mutlu olunabilecek anlarda bile geçmişten çaldığımız bir meşalenin geleceğimizi yakmasına izin veriyoruz? Neden yalnızlığımızı kelimelerle büyütebilmek için bu kadar hastalıklı bir hayat yaşıyoruz? İşte bundan. Gerçekten de başka bir nedeni olamaz. Yapmak istediğimiz sadece ve sadece bu: Denizin üstünde yürümek istiyoruz.
Denizin üstünde yürünebilir.

Yekta Kopan, Kediler Güzel Uyanır

Fotoğraf Çekmek

"Fotoğraf çekmekte hiç bu kadar çok zorlanmamıştım. O dökülmekte olan zarif binaların, o boş ve mağrur meydanların, şehri karartan gökyüzünün önünde hep bir eksiklik duyuyordum. Dikkatli bir şekilde kadrajı ayarlıyordum, seçiyordum ve eliyordum ama ortaya sadece yalanlar çıkıyordu.
Arka arkaya deklanşöre basıyordum, o kadar. Yavaş yavaş yağan karlar, gömülen çatılar, silinen sokaklar, hayalet adım izleri, el değmemiş beyaz alanlar, bir balinanın köpüklerin arasından yükselen sırtına benzeyen bir tepe.
Disiplinle-hatta sabırla bile- kendimi ifade edemiyordum.
O günlerde binlerce kar tanesi baş döndürücü bir şekilde yağıyordu, ama o fırtına, şehri tümüyle örten ve susturan o sessizlik, umutsuz bir şekilde durdurmaya, parmaklarımla yakalamaya çalıştığım o iki-üç kar tanesi için duyduğum acının sadece çok küçük bir kısmını oluşturuyordu.
Bir gün ıslanmış, soğuktan kızarmış elimin fotoğrafını çektim. Parmakların üzerinde birkaç damla su.
Eldivenlerimle bir bankı biraz temizledim ve oturdum. Fotoğraf makinemi sırt çantama soktum çünkü gözlerimle kadraj yapmak istiyordum; ana çizgilerine indirgenmiş ağaçlar, taşıdıkları yükten kırılmış dallar, beyaz çatıların altında daha belirgin duran cepheler. Arada bir saçaklardaki kar büyük bir gürültüyle düşüyordu. Ben de korkuyla dönüp bakıyordum."

Köpekbalıklarının Dengesi, Caterina Bonvicini

Toplum Ruhundan Uzaklaşmak

Türkiye'de şeriatı gözü kapalı destekleyen o kadar çok insan var ki gün geçtikçe de artmaya devam ediyor. Artık iktidardan mı kaynaklanıyor, insanların din aşkı mı kabardı yoksa yeni trend bu mu tartışılır ama ülkemizde böyle bir gerçek var. İkiye bölünmüş durumdayız. Şeriatı gözü kapalı destekleyenler var derken oradaki "gözü kapalı desteklemek" deyimi de gerçekten sözlük anlamını taşıyor. Gözleri görmeden, kulakları duymadan, etrafa kendilerini tamamen kapayarak desteklemeye devam ediyorlar.

Durumun aynısı, toplumun diğer kesimi için de geçerli. Bu iki grup kesinlikle birbirlerinden hazetmeyerek, yolda, sokakta olaki yanyana yürümek zorunda kalsalar birbirlerine birer düşmanmış gibi bakıyorlar. İşte toplum olarak eksiğimiz bu ruh. Toplum ruhundan tamamen uzağız. Başkalarının görüşlerini asla kabul etmiyoruz çünkü kendi düşüncelerimiz o kadar "doğru" ki başka hiçbir düşünce kendimizinkinin yanında yaşayamaz.

Tanıştığımız insanların kılık kıyafetlerine bakarak, başörtüsüne bakarak, giydiği mini eteğe bakarak yargılıyoruz. Yahu birini yargılarken hiç kendinize sordunuz mu "ben onlar hakkında ne biliyorum da, hangi fikirlerini tam olarak anlamışım da, hatta kendi inandığım şeyi ne kadar sorgulamışım da başkalarını yargılıyorum" diye? Kendi inandığı şey hakkında biri gelip sorular sormaya başlasa eminim ki cevap veremeyecek bir sürü insan var hatta öyle ki toplumumuzdaki çoğu insan böyle. Çünkü birini yargılamak, birinin fikirlerine saygısızlık etmek, hatta direk birinin gururunu, güvenini kırmak, terbiyesizlik yapmak; o kişinin savunduğu fikri anlamaya çalışmaktan çok daha basit.

İşte toplum ruhumuzun eksikliğinin en büyük dilemmasını böylece çıkarıyorum: insanların birbirini dinlememesi, bir fikir hakkında, hatta savunduğu fikir hakkında açıp bir sayfa kitap okumaması, karşıt fikirlerin etrafında olmasına hiçbir şekilde tahammül edememesi.

Şeriat gelirse bütün dertleri bitecekmiş. Hangi derdin bitecek? Bir ülkeye şeriat gelirse o ülkenin ekonomisi mi düzelecek? İnsanların refah ve huzur seviyelerinde acayip artışlar mı olacak? İnsanlar birbirlerini öldürmeyi mi bırakacak? Kan davaları mı bitecek? Doğuda okuyamayan kız çocuklarının ailelerinin gözleri birden açılıp da o çocukları okula mı gönderecekler? Bütün il, ilçe ve köylerimize hastane, eczane, karakol, jandarma, okul, kütüphane mi yaptırılacak? Komşularımızla sıfır sorun politikamız mı tutacak? Ülkemiz için ithal ettiğimiz bütün mallar (saman da dahil) durdurulacak mı? Ekonomimiz bu şekilde iç büyümeye mi gidecek?

Bütün bu soruların cevabı koca bir hayır.

18 Kasım 2012 Pazar

EŞİTLİK, FARKLILIK/ÇEŞİTLİLİK VE ÇOKLU KAMULAR

Habermas'ın burjuva kamusal alanının tek kamusal alan olma iddiasında bulunduğunu hatırlayarak başlayalım. Habermas'ın anlatısının arkasında, bizzat burjuva kavrayışında olduğu gibi, değer yargısı içeren varsayım yatmaktadır: "Kamusal yaşamın kuramsal yapısının tek kamusal alan içinde sınırlanması olumlu bir durum iken, kamuların çeşitliliğindeki çoğalma demokrasiye doğru bir ilerleme olmaktan çok, ondan ayrılışı temsil eder." Bu bölümde iki modern toplum, yani tabakalı toplumlar ve eşitlikçi, çokkültürlü toplumlarda, tekil, kapsayıcı kamusal alanlarla çoklu kamusal alanların birbirlerine karşı görece üstünlükleri ele alınacak.

Önce tabakalaşmış toplumlar: Bu tür toplumlarda kamusal tartışma ve müzakere süreçlerine tam bir katılım eşitliğinin olanaksız olması durumu vardır. Bu ideale en çok yaklaşacak kamusal yaşam biçimi nedir? Hakim ve bağımlı gruplar arasında varolan uçurumu, katılım eşitliği açısından daraltmada en çok hangi kurumsal düzenlemeler yardımcı olur?

Tabakalı toplumlarda, rakip kamular çoğulluğu içindeki mücadeleyi yerleştiren düzenlemelerin, katılım eşitliği idealini daha fazla teşvik edeceğini ileri sürüyorum. Kamusal alandaki müzakere süreçleri hakim grupların lehine, bağımlı grupların aleyhine olarak gelişiyor. Toplumsal eşitsizliğin etkileri, yalnızca tek ve kapsayıcı bir kamusal alanın bulunduğu yerde şiddetlenecektir. Bu durumda, bağımlı grup üyelerinin kendi gereksinim, hedef ve stratejileri hakkında kendi aralarında müzakerede bulunabilecekleri herhangi bir alanları bulunmayacak; bu grupların, egemenlerin denetim altında olmayan bir iletişim sürecine girişecekleri yerleri olmayacaktır. Böylece bağımlı gruplar, çoğul kamular düzenlemesinin olduğu duruma nazaran düşüncelerini ifade edecek doğru sesi ve sözcükleri bulmada çok daha az şanslı olacaklar; kendi isteklerini gelişkin kılmaktan çok daha fazla alıkonulacaklardır. Sonuç olarak bu koşullar bağımlı grupları, daha güçsüz olanları, daha güçlü olanı yansıtan sahte bir biz içinde eritecektir.

Revizyonist tarih, bağımlı grup üyelerinin alternatif kamular oluşturmayı tekrar tekrar kendi yararlarına bulduklarını kaydetmektedir. Bu alternatif kamuları, madun karşı-kamular olarak adlandırmayı öneriyorum; çünkü bağımlı toplumsal grup üyeleri, kendi kimlik, çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif yorumlar formüle etmelerine izin veren karşıt-söylemler türetip bunları yayarlar. Egemen kamular içindeki dışlamalara tepki olarak bu tür karşıt-kamuların ortaya çıkması, söylemsel alanın genişlemesini hızlandıracaktır. Bu durumda ilke olarak önceleri tartışma dışı olan önkabuller, artık kamusal olarak tartışılmak zorunda kalacaktır, söylemsel mücadele alanları genişleyecektir.

Ayrılıkçılık meselesi: Karşıt-kamu kavramı uzun vadede ayrılıkçılığa karşı işleyen bir tavrı içerir çünkü kamusalcı bir yönelimi vardır. Bunlar kamu olabildikleri sürece ayrı birer cep olarak kalmayıp kendi istekleri dışında birer cep haline gelirler. Bir kamunun üyesi olarak söylemsel etkileşimde bulunmak, kendi bireysel söylemini giderek genişleyen alanlara yaymak demektir. Habermas, bir kamunun kendi olgusal dışavurumu ne kadar sınırlı olursa olsun, üyelerinin kendilerini potansiyel olarak daha geniş bir kamunun parçası olarak algılayacaklarını belirtmiştir. Önemli olan nokta, tabakalı toplumlardaki madun karşıt-kamuların ikili bir karaktere sahip olmalarıdır. Bunlar, bir yandan geri çekilme ve yeniden gruplaşma alanları olarak işlev görürken, diğer yandan, daha geniş kamulara yönelik ajitatif etkinlikler için bir üs ve eğitim zemini olma işlevini de üstlenmektedirler. Zaten bu alanların özgürleştirici potansiyeli de tam bu 2 işlev arasındaki diyalektikte yatar. Bu diyalektik ilişki, madun-karşıt kamulara, tabakalı toplumlarda hakim toplumsal grupların kullandığı katılım ayrıcalıklarının yol açtığı haksızlığı tümüyle yok etme olanağı vermese de dengeleme yeteneği sağlar. 

Rakip kamular arasındaki mücadele, kamu içi söylemsel etkileşimin varlığını da varsayar. Geoff Eley, kamusal alanı, tabakalı toplumlarda, birbirinden farklı kamular arasında kültürel ve ideolojik mücadelenin ya da anlaşmak için müzakerenin gerçekleştiği yapılanmış ortam olarak düşünmemizi önerir. Bu formülasyon, değişik kamuların varlığını tanıyarak, katmanlı toplumlardaki kamusal alanlar çokluğunun hakkını teslim eder.

Eşitlikçi ve Çokkültürlü Toplumlar: Eşitlikçi toplumlar, cinsel ya da ırksal işbölümüne yer vermeyen sınıfsız toplumlardır. Bu toplumların kültürel açıdan homojen olmaları gerekmez. Tersine, bu toplumlar ifade ve örgütlenme özgürlüğüne izin verdikleri ölçüde, çeşitli değerleri, kimlikleri ve kültürel üslupları olan toplumsal grupları barındıracak ve dolayısıyla da çokkültürlü olabileceklerdir. Bu toplumlarda, tekil ve kapsayıcı bir kamusal alan, çoklu kamulara tercih edilebilir mi?

Burjuva kavrayışının aksine, kamusal alanlar yalnızca söylemsel fikirlerin oluşum ortamları değil, aynı zamanda toplumsal kimliklerin oluşum ve gerçekleşme alanlarıdır. Katılım, kendi sesinle konuşabilmek, dolayısıyla da kendi kültürel kimliğini kendi deyiş ve üslubunu kullanarak aynı anda hem oluşturup hem de ifade etmektir. Kamusal alanlar daha çok kültürel açıdan spesifik kurumlardan oluşurlar. Bu kurumlar, çerçevesini çizdikleri söylemleri süzüp dönüştüren, kültürel açıdan özgül retokrisel mercekler olarak anlaşılabilirler yani; bazı ifade tarzlarını barındıracak, diğerlerini barındırmayacaklardır. (yani birtakım alt kurumlar var ve bu kurumlar spesifik yani; hepsinin bir alanı var ve söylemler bu spesifik kurumlara göre ayrıştırılıp süzülüyor, ifade tarzlarını ayrıştırıyor.)

Sonuç: Eşitlikçi, çokkültürlü toplumlardaki kamusal yaşamın sadece tekil ve kapsayıcı bir kamusal alandan ibaret olamaz çünkü; böyle bir durum, birbirinden değişik retokrisel ve üslupsal normların tek ve kuşatıcı bir mercek aracılığıyla süzülmesi demektir. Üstelik, kültürel açıdan tamamen nötr olan böyle bir mercek olamayacağından, kültürel gruplardan birinin ifade normları diğerleri karşısında fiilen ayrıcalık kazanacak ve böylece de söylemsel asimilasyon kamusal tartışmalara katılımın bir koşulu haline getirilmiş olacaktır. Bu durumda sonuç; çok kültürlülüğün sonu olur. Şu halde genel olarak eşitlikçi ve çokkültürlü bir toplum fikrinin ancak ve ancak farklı değerlere ve retokrilere sahip grupların katıldığı kamusal alanların çoğulluğunu veri olarak almamız koşuluyla bir anlam ifade edeceği sonucunu çıkarabiliriz.

Buna karşılık bu sonuç, bu tür toplumlarda birbirinden farklı kamulara ait bireylerin kültürel çeşitliliği, daha ortak bir platformda konuşmaya girmelerini sağlayacak daha kapsayıcı bir kamusal alanın bulunması olasılığını dışlamaz. Yani çeşitli kamuların yanında bir genel kamu da olabilir.

Genel olarak, katılım eşitliği idealini, çoklu kamuların tek bir kamudan daha iyi başarabileceği nettir.

NANCY FRAZER

SERBEST ERİŞİM, EŞİT KATILIM VE TOPLUMSAL EŞİTLİK

Habermas'ın burjuva kamusal alan anlayışına ilişkin yorumu, bu alanın herkese açık ve erişilebilir olma iddiasını vurgular. Tabii ki bu erişilebilir olma iddiasının olgusal olarak gerçekleşmediğini biliyoruz. Plepyen erkekler mülkiyet özellikleri nedeniyle dışlanırken, genel olarak kadınlar toplumsal cinsiyet statüsü temelindeki resmi politik katılımdan dışlanmışlardı. Etnik nitelikleri ırksallaştırılmış kadın ve erkekler de ırksal temellerde dışlanmışlardır. Bu dışlamalar ilke olarak aşılabilir olduklarından dolayı, serbest erişme ideali etkilenmeden kalır. Serbest erişim meselesi, formel dışlamaların varlığı ya da yokluğu meselesine, değerini kaybetmeksizin indirgenemez. Yani formel dışlamaların yanında içerici (kapsayıcı) olan kamusal alanlardaki söylemsel etkileşim sürecine de bakmalıyız. Burada burjuva kamusal alan anlayışının statü eşitsizliklerini paranteze almalıyız. Bu kamusal alan, katılımcıların doğumdan ve servet farklılıklarından kaynaklanan özelliklerini bir tarafa bırakarak, birbirleriyle sanki toplumsal ve ekonomik olarak denklermiş gibi konuştukları bir alan olacaktı. Buradaki etkin tabir "gibi" tabiridir: Gerçekten de konuşmacılar arasındaki eşitsizlikler ortadan kaldırılmıyor; paranteze alınıyor.

Revizyonist tarih yazımı bu eşitsizliklerin etkili bir şekilde paranteze alınmadığını, hatta tam tersine, burjuva kamusal alanındaki söylemsel etkileşimin bizzat eşitsizliğin bağlantıları ve işaretleri olan üslup ve adap-edep protokolleriyle yönetildiğini söylüyor. Katılım eşitliğinin hala önünde duran enformel engellerden söz ediyoruz. Örnek: Feminist araştırmalar, fakülte toplantılarında ve erkeklerle kadınların karışık oldukları müzakere gruplarında hepimizin gözlemlediği bir sendromu belgelemiş bulunuyor: Erkekler kadınların sözlerini kadınların onlara yaptığından daha çok kesiyorlar, daha çok söz alıyorlar, daha uzun konuşuyorlar ve kadınların müdahaleleri erkeklerinkine oranla daha çok duymazdan geliniyor ya da müdahalelere tepki verilmiyor. Müzakerenin kendisinin hakimiyet yararına işleyen bir maske olduğunu söylemek de yanlış olmaz böylece. Kuramcı Jane Mansbridge bunun sadece toplumsal cinsiyetle ilgili olmadığını, ötesinde sınıf ve etniklik üzerinde temellenmiş eşitsizlikler için de geçerli olduğunu söyler.

Çoğu durumda bu eşitsizlikler etrafındaki parantezleri, bunları açık açık temalaştırmak yoluyla kaldırmak çok daha uygundur. Parantezlemenin yararına ilişkin bu yersiz inanç, burjuva anlayışındaki bir başka hatayı daha ortaya koyuyor. Bu anlayışın varsaydığı şey: Kamusal alanın mükemmel bir nötrlükte ve eşit kolaylıkta barınabilecek derecede herhangi bir ethostan tamamen yoksun, sıfır derecede bir kültür alanı olduğu ya da olabileceğidir. Tabakalaşmış toplumlarda, eşitsiz biçimde güçlenmiş olan toplumsal gruplar, eşitsiz biçimde değer biçilen kültürel üsluplar geliştirirler. Sonuç: bağımlı grupların üyelerinin katkılarını, hem gündelik yaşam bağlamında hem de resmi kamusal alanlarda marjinalize eden güçlü enformel baskıların gelişmesi. Dahası bu baskılar, burjuva kamusal alanının kendine has ekonomi politiği ile çoğaltılırlar. Bu kamusal alanda görüşlerin dolaşımı için maddi destek oluşturan medya, özel mülkiyettedir ve kâr amacıyla işletilir. Böylelikle bağımlı toplumsal gruplar, eşit katılımın maddi araçlarına eşit olarak erişiminden mahrum kalırlar. Böylece kültürün enformel olarak başardığı şeyi, ekonomi politik, yapısal olarak mecbur kılar.

Durum, katılımcıların eşitlermiş gibi tartışabileceği bir kamusal alana sahip olabilmeleri için toplumsal eşitsizlikleri yalnızca paranteze almanın yeterli olmadığını göstermektedir. Sisteme ait eşitsizliklerin ortadan kaldırılması, katılımda eşitlik için gerekli olan koşuldur. Bu herkesin tamamıyla aynı gelire sahip olması gerektiği anlamına gelmez; ama sistem tarafından yaratılmış tahakküm ve ezilme ilişkileriyle uzlaşmayan bir tür genel eşitliği gerektirir.

NANCY FRAZER

KAMUSAL ALAN: ALTERNATİF TARİHLER, YARIŞAN ANLAYIŞLAR

Habermas'a göre kamusal alan fikri, kamusal ilgi konusu olan ya da ortak yarar'a dair meseleleri tartışmak üzere toplanmış bir özel kişiler gövdesine dayanır. Bu fikrin güç ve gerçeklik kazanması, "burjuva kamusal alanlarının" mutlaki devletlere bir karşı-ağırlık olarak kurulduğu erken modern Avrupa'da gerçekleşti. Bu kamular, devleti topluma karşı sorumlu tutarak toplumla devlet arasında aracı olmayı amaçladılar.

Kamusal alan fikri, bir düzeyde, devletleri bir kesim yurttaşa karşı sorumlu kılarak, politik hakimiyeti rasyonelleştirmenin kurumsal mekanizmasına işaret ediyordu. Başka bir düzeyde ise özgül bir söylemsel etkileşim türüne: yani kamusal alanın kamusal meseleler üzerinde kısıtlanmamış rasyonel bir idealinin olduğu bir düzeye. Tartışma herkese açık ve herkesçe erişilebilir olacaktı; yalnızca özel çıkarlar tartışma konusu olarak kabul edilmeyecek, statü eşitsizlikleri paranteze alınacak ve tartışmacılar birbirinin dengi olarak müzakere edeceklerdi. Böyle bir tartışmanın sonucu ise, ortak iyi üzerinde güçlü bir konsensus anlamına gelen kamuoyu olacaktı.

Habermas'a göre, burjuva kamusal alan anlayışının ütopik potansiyeli pratikte hiçbir zaman bütünüyle gerçekleşmedi. Özellikle bilgi ve tartışmanın herkese açık ve serbestçe erişilebilir olması talebi gerçekleştirilemedi. Dahası, bu burjuva anlayışla yeni yeni özelleşen pazar ekonomisi kesin olarak ayrıştırılamadı. Böylece toplumla devletin apaçık ayrımı görülemedi. Ve burjuva dışı kesimler kamusal alana ulaşım kazandıkça, bu koşullar giderek erimeye başladı. Toplumsal sorun öne çıktı; toplum; sınıf mücadelesiyle kutuplaştı ve kamu; birbiriyle çatışan çıkar gruplarına dönüştü. Refah devleti kitle demokrasisinin ortaya çıkmasıyla da toplum ve devlet karşılıklı olarak iç içe geçtiler. Devletin eleştirsel sorgulanması anlamındaki kamusallık da ortadan kalktı. Yerine kitle iletişim araçları aracılığıyla sahnelenen gösteriler, kamuoyunun imali ve manipülasyonu halini aldı.

Bazı araştırmacılar Habermas'ın yorumunun liberal kamusal alanı idealize ettiğini ileri sürüyorlar. Bu kamusal alanın bir dizi önemli dışlamaya dayandığını, hatta önemle bu dışlamalar aracılığıyla oluşturulduğunu iddia ediyorlar. Mesela Joan Landes:

Landes için dışlamanın kilit ekseni toplumsal cinsiyet. Fransa'da cumhuriyetçi kamusal alan anlayışı, "sahte", "efemine" ve "aristokratik" diye damgaladıkları salon kültürüne karşı daha "rasyonel", "erdemli" ve "erkekçe" sayılan bir üslupla desteklendi. Böylece erkek yanlısı toplumsal cinsiyet kurguları, kadınların politik hayattan dışlanmasını gerektirecek bir mantık halinde, cumhuriyetçi kamusal alan anlayışının içine inşa edilmiş oldu. Sonuç olarak Cumhuriyetçi kamusal alan bir dışlanmanın sonucunda oluşmuş oldu.

Landes'in argümanını Geoff Eley geliştirdi. Liberal kamusal alandaki dışlayıcı işlemlerin sadece Fransa'da değil aynı zamanda İngiltere ve Almanya'da da geçerli olduğunu ve tüm bu ülkelerdeki cinsiyetçi dışlamaların, aslında sınıf oluşum süreçlerinde temellenen diğer dışlamalarla bağlantılı olduğunu öne sürdü. Ona göre tüm bu ülkelerde liberal kamusal alanı besleyenler "sivil toplum"du. Bu hayırsever, kentli, profesyonel ve kültürel dernekler şebekesi, herkesçe erişilebilir olmaktan çok uzaktı. Tam da tersine, buraları, kendilerini evrensel bir sınıf olarak görmeye başlayan ve yönetmek için uygunluklarını beyan etmeye hazırlanan bir burjuva erkekler tabakasıydı. Bu yeni kamusal alanın ethosu, Bourdieu'nün dediği anlamda "ayrıcalık" işaretleriydi ve yeni ortaya çıkmakta olan seçkinleri, yerine geçmeye niyetli oldukları daha eski soylu seçkinlerden ve yönetmeyi arzuladıkları plep tabakalardan ayrı yere koyan tanımlama tarzlarıydı. Aynı zamanda bu süreç cinsiyetçiliğin şiddetlenmesini açıklıyordu; kadınsı evcimenlik ile kamusal ve özel alanlar arasında kesin ve net bir ayrım da yaptı ve bu toplumsal cinsiyet normları, burjuvanın daha yüksek ve alçak tabakalardan farkının ana gösterenleri olarak işlev gördü. Sonradan bu normlar, toplumun geniş kesimlerine yayılmıştır.

Serbestçe erişebilirlik, rasyonalite ve statü hiyerarşilerinin askıya alınması özellikleriyle görücüye çıkan kamusallık söyleminin kendisi, bir ayrıcalaştırma stratejisi olarak yerleşiyor. Problem yalnızca Habermas'ın liberal kamusal alanı idealize etmesi değil, aynı zamanda öteki, liberal ya da burjuva olmayan alanları incelemeyi ihmal etmesidir.

Mary Ryan araştırması: Seçkin burjuva kadınlar örneğindeki gibi yalnızca kadınların katıldığı alternatif gönüllü birliklerin oluşturduğu bir karşıt-sivil toplumun inşası. Kadınlar bazı yönlerden, babalarının veya dedelerinin kurmuş oldukları dernekleri taklit ediyordu. Başka bir yönüyle de kadınlar, o zamana dek evcimenliğe ve anneliğe ilişkin mahrem sayılan tabirleri tam da kamusal etkinlik için sıçrama tahtası olarak yaratıcı bir biçimde kullandıkları için buluşçu davranmışlardı. Aynı zamanda öteki kadınlar, kamusal çıkışlarını sokak protestolarında, yürüyüşlerde, işçi sınıfı protesto etkinliklerine destek vererek bulmuşlardı. Nihayet kadın hakları, kadınların resmi kamusal alanlardan dışlanmalarına ve toplumsal cinsiyet politikalarının özelleştirilmesine kamusal bir biçimde karşı çıkmışlardı.

Ryan'ın çalışması, seçme hakkı aracılığıyla formel politik içerilmenin olmadığı bir durumda bile, kamusal yaşama katılmanın çeşitli yollarının olduğunu ve kamusal alanların çokluğunu gösteriyor. Böylece kadınların kamusal alandan dışlandığına ilişkin bir görüşün ideolojik olduğu ortaya çıkar: Bu görüş, sınıf ve toplumsal cinsiyet önyargıları taşıyan ve burjuva kamusunun genel kamunun bütünü olduğunu kabul eden bir anlayışa dayanıyor. Tam tersine birbirleriyle çatışan bir karşıt-kamular çokluğu, burjuva kamusuyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Birbirine rakip kamular, Habermas'ın ima ettiği gibi sadece 19. yy sonunda ve 20. yy'da değil, başından beri vardı. Dahası bu kamular başlangıçtan itibaren burjuva kamusunun dışlayıcı normlarına karşı mücadeledeydiler.

Sonuç olarak Habermas'ın perspektifi içinde rastlantısal süsler olarak görülen dışlamalar ve çatışmalar, revizyonistlerin bakışında oluşturucu nitelikleriyle yer alıyor. Burjuva kamusal anlayışını gerçekleşmemiş bir ütopik ideal olarak göremeyiz çünkü bu anlayış aynı zamanda yeni ortaya çıkan bir sınıf egemenliği biçimini meşrulaştırma yönünde işlev gören erkek yanlısı bir ideolojik kavramdır. Eley: "Resmi burjuva kamusal alanı, bir tarihsel dönüşümü gerçekleştirmek için kullanılan araçtır. Bu dönüşüm, bastırıcı bir hakimiyet tarzından hegemonyacı bir hakimiyet tarzına; esas olarak bir güce itaat etmeye dayanan bir egemenlik tarzından bir ölçüde baskıyla desteklense de esas olarak rızaya dayanan bir egemenlik tarzına geçişi içerir."

NANCY FRAZER

KAMUSAL ALANI YENİDEN DÜŞÜNMEK

KAMUSAL ALANI YENİDEN DÜŞÜNMEK:
GERÇEKTE VAROLAN DEMOKRASİNİN ELEŞTİRİSİNE BİR KATKI
NANCY FRAZER

GİRİŞ
Kamusal alan kavramının politik ve kuramsal önemini açıklamak hiç zor değil. Habermas'ın kamusal alan kavramı, ilerici toplumsal hareketlere ve bu hareketlerle bağlantılı politik kuramlara bulaşmış olan bazı zihin karışıklıklarının üstesinden gelmek için bir yol sağlıyor. Örneğin, sosyalist ve Marksist geleneğin hakim kanadında, devlet aygıtları ile yurttaşların kamusal söylem ve birleşme/örgütlenme alanları arasındaki ayrımın gücünü tam olarak değerlendirmede süregiden başarısızlığı ele alalım. Bu gelenekte neredeyse hep, ekonomiyi sosyalist devletin kontrolüne bırakmanın, sosyalist yurttaşlığın kontrolüne bırakmak demek olduğu varsayıldı. Tabii, iş böyle değildi. Ama devlet aygıtı, söylemin ve örgütlenmenin kamusal alanıyla karıştırıldı. Böylece sosyalist vizyonun katılımcı bir demokratik biçim yerine otoriter devletçi bir biçim içinde kurumlaşmasını getiren süreçler ortaya çıkmış oldu. Sonuç, sosyalist demokrasi fikri tehlikeye atıldı.

Tarihsel olarak bugüne dek daha önemsiz ve kesinlikle daha az trajik olmasına rağmen ikinci bir problem, çağdaş feminizmlerde bazen karşılaştığımız bir karışıklıktan kaynaklanıyor. Bu karışıklık yine kamusal alan ifadesinin kullanımıyla ilgili. Bu ifade pek çok feminist tarafından, hane ya da aile alanının dışındaki her şeye işaret etmek için kullanıldı. Böylece bu kullanımıyla "kamusal alan", birbirinden analitik olarak ayrı olan en azından üç şeyi birbirine karıştırmakta: Devlet, ücretli işin resmi-ekonomik alanı ve kamusal söylem alanları. Bu karıştırmanın politik pratik sonuçları var. Örneğin, kadın düşmanı kültürel temsiliyetlere karşı açılan kışkırtıcı kampanyalar, devlet sansürünü çağıran programlarla karıştırıldığı zaman, ya da ev işi ve çocuk bakımından muaf olma mücadelelerinin, bunların metalaştırılmasıyla eş tutulması durumunda. Her iki durumda da sonuç, toplumsal cinsiyet meselelerini pazarın ya da devlet idaresinin mantığına tabi kılmanın kadınların özgünleşmesini destekleyip desteklemeyeceği sorusunun önünü tıkaması oluyor.

Habermasçı anlamıyla "kamusal alan" fikri, bu tür problemlerin üstesinden gelmeye yardımcı olabilecek kavramsal bir kaynak. Yurttaşların ortak meseleleri hakkında tartışabildiği bir alan; yani, kurumsallaşmış bir söylemsel etkileşim alanı. Kavramsal olarak devletten ayrı olan, ilke olarak devlete karşı eleştirel söylemlerin üretildiği ve dolaştığı bir alan. Pazar ilişkilerinin değil, söylemsel ilişkilerin alanı; satın alma ve satmak yerine, tartışma ve müzakere için bir sahne. Yani kamusal alan kavramı demokratik kuram için gerekli olan ayrımları (devlet aygıtları, ekonomik pazarlar ve demokratik birlikler arasındaki ayrımları) gözönünde tutmamıza izin veriyor. Eğer geç kapitalist demokrasinin sınırlarını anlamak istiyorsak mutlaka kamusal alan fikrini herhangi bir biçimde kullanmamız gerekiyor. Yani kamusal alan fikri eleştirel kuram için vazgeçilmezdir. Yine de bu fikir tamamen doyurucu değildir. Nedeni şöyle:

Habermas'ın liberal burjuva kamusal alan modeli dediği; tarihsel olarak özgül ve sınırlı olan bir kamusal alan biçiminin yükselişi ve düşüşüdür. Amaç bu tip kamusal alanın nasıl ortaya çıktığı ve gerilediğini araştırmak. Sonuç, kamusal alanın burjuva ya da liberal modelinin artık mümkün olmadığıdır. Eleştirel işlev ve kurumsallaşan demokrasi için yeni bir kamusal alan biçimi gereklidir. Habermas, bu yeni biçimi geliştirmeden çalışmasını bitirdiği için bugün eleştirel kuramın ihtiyaçlarına hizmet etmek üzere burjuva anlayışından yeterince ayrı duran bir kamusal alan anlayışı kalmaz bize.

SÜLÜK ÜZERİNE NOTLAR

sülük; denizde ya da tatlı suda yaşayan, kan emici, halkalı solucan; yapışkan, sırnaşık (kimse)

Sülük bir bakıma bizden çok üstün bir varlıktır; bizi nerede ve nasıl bulacağını bilir -genellikle banyoda ya da cinsel ilişkinin ortasında ya da uykuda. Sizi büyük aptesinizin ortasında yakalamakta da pek ustadır. Şayet kapıdaysa, "bir dakika, allah kahretsin, bir dakika!" diye bağırabilirsiniz, ama ıstırap içinde bir insanın sesi onu yüreklendirir sadece -kapıyı daha sert, daha heyecanla yumruklamaya başlar. Sülük genellikle hem kapıyı vurur hem de zili çalar. Nasıl açmazsınız kapıyı? Gittiği zaman -nihayet- bir hafta boyunca kendinize gelemezsiniz.

Sizden farklı olarak bol bol gevezelik edecek vakti vardır sülüğün, üstelik bütün fikirleri sizinkilere terstir. Ama o bunu asla bilmez çünkü hiç susmaz, araya iki kelime sıkıştırıp ona katılmadığınızı söylemeye kalkışsanız bile sizi duymaz. Sizin araya girişiniz onun için bir boşluk anıdır, konuşmasına kaldığı yerden devam eder. Sülük sizin uyku saatlerinizi de çok iyi bilir, siz derin uykudayken telefon eder ve ilk sorusu "uyandırdım mı?" olur. Ya da evinize gelir, perdelerin örtülü olduğunu gördüğü halde orgazmı çağıran bir coşku ile kapıyı yumruklar, parmağını zile basıp tutar. Cevap vermezseniz, "orada olduğunu biliyorum!" diye bağırır, "arabanı gördüm."

Bu yıkıcı insanlar düşünce mekanizmasının nasıl çalıştığından habersiz de olsalar onlardan hoşlanmadığınızı sezerler. Ama bu onları kamçılar. Ayrıca ne tür bir insan olduğunuzun da farkındadırlar -incitmekle incinmek arasında hep ikinciyi seçen birisiniz. Sülük insanlığın iyi yanları ile beslenir; iyi insanın kokusunu alır.

Sülüğün kendi keşfi sandığı bazı standart ve kabız fikirleri vardır. En çok sevdiklerinden bir, iki örnek:
"Hiçbir şey BÜTÜNÜYLE kötü olamaz. Bütün polisler kötüdür diyorsun, ama değildir. İyi polislere de rastladım ben. İyi polis de var." Fırsat bulup ona bir insanın polis üniformasını üzerine geçirdiği andan itibaren mevcut düzenin maaşlı bekçisi olduğunu anlatamazsın. Polisin işi değişimi engellemektir. Gidişattan hoşnutsanız bütün polisler iyidir, değilseniz kötüdür. Bütünüyle kötü diye bir şey vardır ama sülük bu kulaktan dolma ev üretimi felsefe ile doludur, bunlardan vazgeçmez. Sülük insana düşünce özürlü biri olarak yapışır -acımasızca, kesin ve sonsuza dek.

"Olup bitenlerden habersiziz, gerçek yanıtların bize ulaşması mümkün değil. Liderlerimize güvenmekten başka çaremiz yok." Bu o denli aptalca ki yorum yapamayacağım. Sülüğün saçmalıklarını sıralamaktan da vazgeçiyorum hatta. Sinirlerim bozuluyor.

Devam edelim. Sülüğün isminizi ve adresinizi bilmesi de gerekli değildir. Sülük her yerdedir. Kokuşmuş, zehirli, ölümcül ışığını üstünüze yansıtmaya her an her yerde hazırdır. Çalıştığınız, iş yaptığınız mekanlarda da mutlaka bir sülük vardır. Yine de hepimizin belki de farkında olmadan birilerine sülüklük yapmış olmamız olasılığını da gözardı etmemekte yarar var. Berbat bir düşünce ama büyük olasılıkla doğrudur. Hem sülüpe karşı dayanıklılığımızı da artırabilir. Yüzde yüz insan yoktur aslında. Hepimizin, başkalarının farkında olup bizim farkında olmadığımız deli ve çirkin bir yanı vardır. Yoksa bu çiftliğe nasıl katlanırdık? Yine de sülüğe karşı önlem alan insana saygı duymalı. Sülük kesin tavır karşısında ürker, başkasına musallat olur.

Belki bir gün dünya düzeni öyle değişir ki, iyi ve dürüst bir yaşantının sonucunda sülük sülüklükten çıkar. Sülüklüğün olmaması gereken şeyler yüzünden oluştuğuna dair bir varsayım var. Kötü hükümet, kötü hava, berbat seks, bir kol tahta anne, parlak yastıklara gömülüp oturan baba, vesaire. Ütopik toplum gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, bilemiyoruz. Ama hala insanlığın bozuk tarafları ile uğraşmamız gerekiyor -açlar, siyah beyaz ve kızıl, uyuyan bombalar, hipiler, yeterince hipi olmayanlar, kötü bira, bel soğukluğu, ödlek editörler, bunlar şunlar bunlar şunlar ve sülük. Sülük hala yaşıyor. Ben bugün varım. Yarın değil. Benim ütopyam bugün daha az sülük diyor. Sizin hikayenizi de dinlemeyi çok isterdim. Eminim herkesin katlanmak zorunda kaldığı bir-iki sülüğü vardır.

Tanıdığınız sülüklerden birini düşünün ve kendinize onu gülerken görüp görmediğinizi sorun. Hiç gördünüz mü güldüklerini?
Selam. Seni uyandırmadım, değil mi?
Hay Allah, düşünemedim.

Charles Bukowski, Sıradan Delilik Öyküleri, Sülük Üzerine Notlar, Parantez Yayınları, Temmuz 2012.

8 Kasım 2012 Perşembe

BÖYLE


Ben böyleyim. Hızlıyım, aceleciyim, telaşlıyım, kafama eseni o anda yaparım. İstemediğim bir şeyi istemediğim bir zaman kimse bana zorla yaptıramaz. Beni değiştirmeye çalışma. Ben hep buydum ve sen beni hiç tanımamış gibi konuşuyorsun. Ben buyum. Kimseden saklamadım, kimseye yalan söylemedim. İnsanların zorunluluğu olmamasından yanayım. Kimse kimseye hesap vermek zorunda değil. Tek bir doğru mu vardır? Yoksa milyarlarca, trilyonlarca mı? Mesela insan sayısı kadar mı doğru vardır? Evet, insan sayısı kadardır doğrular. Kimse kimseye kendi doğrusunu diretemez. Kimse kimsenin düşüncesini reddedemez. Saygı duymak zorundasın. Herkese, diğerlerine, bana, bütün düşüncelere, bütün tercihlere saygı duymak zorundasın. Kimse seni "bu düşünceyi benimseyeceksin" diye zorlamamalı. 

İnsanlara -yeni tanıştığım insanlara, biraz tanıdığım insanlara, arkadaşlarıma, dostlarıma, aileme, anneme, babama, herkese- kendimi anlatmaktan vazgeçtim. Yoruldum çünkü. Kimse kimseyi anlayamaz çünkü. Belirli bir ruh durumuna geldiğin zaman içindeki fırtınayı, içindeki kaygıları sen istediğin kadar anlat birine... Anlatabilir misin? Anlatırsın da... Anlaşılamazsın. Aynı paralel evrende, aynı durumda, bütün şartların eşit olduğu zamanlarda, aynı şeyi yaşayan iki kişi bile birbirini anlayamazken sen nasıl anlayacaksın başkasını, başkasının ne yaşadığını? İşte bundandır susmam, sessiz kalmam. Çünkü ne kadar anlatırsan anlat karşındakinin anlayacağı kadarsın. Çünkü ne kadar anlatırsan anlat duyacağın tek bir şey var: Takma kafana, üzülmemeye çalış. Bu yoruma ağzımın söylediği yorum "haklısın ama işte..." beynimin söylediği yorum "siktir git beni anlayamazsın asla". 

Yalnızız hepimiz. Sürekli yanımızda olan arkadaşlarımız, bir şeyler hatta birçok şeyler paylaştığımız o çok sevdiğimiz dostlarımız, hatta ailemiz; annemiz, babamız bile yanımızda değil. Bir kere oturup düşünün annem beni ne kadar tanıyor diye. Babam benimle ilgili ne biliyor diye. Arkadaşlarım gerçekten yaşadığım, hissettiğim hayatı anlayabiliyorlar mı diye. Kimse kimseyi anlayamaz. Kimse kimseyi net olarak asla tanıyamaz, tanıyamayacak. Hepimiz yalnız öleceğiz. Mezar taşınız o çok sevdiğiniz dostlarınız tarafından seçilmiş gösterişli bir taş olsa bile, cenazenizde milyonlarca insan olsa da, sizi seven -kimse kimseyi sevemez egoları yüzünden aslında, o yüzden değer verdiği diyelim- insanlar kendilerini döve döve ağlasa da içinizde kopan fırtınaları kimse bilemez. 

Kimseye güvenmemeniz gerektiğini öğrenin artık. Ben konuşmaktan vazgeçtim. Artık iyi bir dinleyiciyim. Bana herhangi bir konu hakkında ne düşündüğümü sormayın çünkü baktığım açıyla senin baktığın açı asla aynı olmayacak. Şu hayatta güvenmeniz gereken tek kişi kendiniz. İnsanların size söyledikleri şeylerin yüzde doksanı yalan, abartma, uydurma, başkasının hayatından alıntı. Çok konuşan insana güvenmeyin. İnsan konuştukça saçmalar çünkü. Her konuda bir fikri olan insan hiç mi görmediniz? Gördünüz tabiki de. Eminim bu tip insanlara "kolpalıyor" dediniz. Bir sürü arkadaşı olan insanlar peki? Ne kadar da sahte. Herkesle arkadaş olma çabası içinde, kendini kanıtlama çabası içinde, egolarından bir türlü kurtulamıyor. Çünkü o iyi olmasa da iyi olduğunu kanıtlamak zorunda hissediyor kendini. Ne kadar acınası durum. İnsanlara olmadığın biri gibi davranıp, kendini ona inandırıp, diğerlerine de o sahte benliğini kanıtlamaya çalışıyorsun. Çok yorucu olmuyor mu? Bu kadar sahte olmak hiç mi zor olmuyor? Söylediğin yalanları, abarttığın olayları zamanı gelince unutmuyor musun? Sıçıp batırdığın, rezil olduğun hiç olmuyor mu? Çok mu mutlusun gerçekten? Hayatın hep istediğin gibi mi gidiyor? Düşmanın yok mu hiç? Hiç aşık da mı olmadın? Gece olunca, yatağa yattığında hiç mi kendi haline üzülmüyorsun? Bu kadar mı yüzsüzsün? Bunları bir düşünün. 

Keşke herkes kendi benliğini bulabilse, karakterini oturtabilse ve en önemlisi karşısındaki insanı değiştirmeye çalışmasa. Onu önce olduğu gibi kabul ettikten sonra değiştirmeye çalışmasa. Ya da en başından beri görmek istediği biri gibi olmadığını anlasa. Eleştirmeden kabul etse. İşte o zaman belki yaşayabilirdim. Ama şimdi hiç sanmıyorum.

1 Kasım 2012 Perşembe

SENİNLE YAPILACAKLAR LİSTESİ

Mesela seninle neler yapardık diye düşündüm. Kafamdan sayfalarca süren bir liste geçti bile.

Seni o çok sevdiğim kahvaltıcıya götürürdüm. Belki alışkanlık yapardı sende de. Hep oraya gitmek isterdin. Büyük iştahla yerdik belki menemenimizi. Ekmeğinin üzerine reçel sürerdim, yedirirdim belki sana. Sonra beni öperdin reçelin tadını ben de alabileyim diye. Doyduktan sonra kahvemizi içerdik. Yanında sigara da yakardık kesin. Sigaradan bir nefes alıp içimize çekerken dumanını birbirimize bakardık belki, aşkla.

Yorulana kadar, ayaklarımız uyuşana kadar yürürdük bir yerlerde belki. El ele falan tutuşurduk. Gerçekten yorulduğumuz zaman öpüşüp birbirimizden güç alırdık, yola devam ederdik belki.

Tatile giderdik beraber. Karavan falan kiralardık belki. Bütün Avrupa'yı karavanla gezerdik. Ben de kullanmak isterdim ama sen ölmek istemediğini söyleyip dalga geçerdin benimle. Ben de gülerdim kesin. Doğru söylüyor olurdun çünkü. Bulduğumuz nehirlerin yanına park ederdik. Ateş yakardık. Ateş yakmamıza rağmen üşürdük belki. Sen üzerime bir sürü battaniye örterdin. Yine de üşümeye devam ederdim. Sonra kollarına alırdın. Saçımı okşarken uyuyakalırdım belki. Öperek uyandırırdın sonra. İnadına uyanmazdım ben de. Mecburen kucağına alıp karavana taşımak zorunda kalırdın. Üzerimi çıkartırdın, pijamalarımı giydirirdin. Lenslerimi çıkartmam gerektiğini asla unutmazdın, hemen hatırlatırdın. Sonra sen de yanıma kıvrılırdın. Beni göğsüne çekerdin, sarılarak uyurduk.

Kitap okurduk mesela beraber. Uçsuz bucaksız bir kumsal düşün. Bizden başka kimsenin olmadığı. Sadece kuşların ötmesini ve dalgaların sesini duyuyoruz. Kumsala kocaman bir örtü seriyoruz. Şarabımızı açıyorsun falan. Kuma yatıyorsun, benim başımı da göğsüne koyuyorsun, ben de yatıyorum böylece. Bir elinde kitabını tutuyorsun, diğer elinle boynumu kavrıyorsun. Ben de bir elimle senin elini tutup okşuyorum, diğer elimle de kitabımı tutuyorum. Arada birbirimizi öpmek istiyoruz. Kitaplarımızı fırlatıyoruz. Küçük bir öpücükle başlayıp şehvetli bir sevişmeyle bitiriyoruz.

Bara girdiğimizi düşün. Deli gibi içmek istiyoruz. O gece amacımız sarhoş olmak. Oluyoruz da. Belki biraz ot içiyoruz. Gülmekten çenemiz yere düşecek gibi hissediyoruz. Kendimizi eve zor atıyoruz. Kapıdan girer girmez birbirimize bakıyoruz. Kelimelerle söylemek istediğimiz şeyleri vücut dilimizle anlatıyoruz. Sabaha kadar Lana Del Rey dinleyerek sevişiyoruz belki.

Bazen birbirimizi deli gibi kıskanıyoruz. Kavga ediyoruz. Belki birbirimize vuruyoruz bile. Ama sorun değil çünkü seviyoruz. Gerçekten zarar verecek bir şey asla yapmayız birbirimize, biliyoruz. Telafi ediyoruz sonra, yatakta muhtemelen.

Sonra düşün, beraber mutfağa girip yemek yapıyoruz. Bazen italyan yemekleri yapıyoruz, yanına kırmızı veya beyaz şarap açıyoruz. Bazen tamamen abur cubur yemek istiyoruz, saçma sapan fast-food yemekler yapıyoruz. Yanında bira açıyoruz. Bazen de sen balık kızartıyorsun bana, bir sürü meze yapıyorsun. Mutfak kapısından seni izliyorum, geliyorum arkandan sarılıyorum ve boynunu öpüyorum. Çünkü boynun çok tatlı, hep öpmek istiyorum. Kızıyorsun ama bana, bir şeyle uğraşırken rahatsız etmemi istemezsin hiç. Yine de kıyamıyorsun ben suratımı asınca. Sofrayı hazırlatıyorsun bana. Kocaman rakı da koyuyoruz masaya. Böylece yemekte öpüşerek barışıyoruz. Bazen de ben sana yemek hazırlıyorum. Hem de sürpriz yapıyorum. Sen dışarı çıktığında, işlerini halledip eve geldiğinde masayı görüyorsun. Hem de çok acıkmışsın. O an seviyorsun beni. Yine ve yeniden.

Birkaç gün görüşemiyoruz mesela, düşün. Özlemeyi seviyoruz çünkü birbirimizi. Sen beni dışarıda bekliyorsun. Güzel eski bir kapıya yaslanmışsın. Ben biraz geç kalıyorum çünkü dakik olamıyorum bir türlü. Sen bundan nefret ediyorsun ama karşıdan beni sana doğru koşarken görüyorsun. İşte yanına geldiğim an, bütün kızgınlığın geçiyor. Sarılıyoruz. Birbirimizi öyle öpüyoruz ki, kelimelerle anlatılamayacak şehvetle, özlemle, aşkla.

Beraber film izliyoruz belki. Başım senin omzuna düşüyor, uykum gelmiş uyumak istiyorum. Sen inatla izlemeyi sürdürmek istiyorsun. Seni o kadar seviyorum ki, kabul ediyorum. Uyuyakalsam bile son gücüme kadar dayanmaya çalışıyorum. Beraber duşa giriyoruz belki. Başımı yıkıyorsun falan. Beraber alışverişe gidiyoruz. Yemeklik malzemeler alıyoruz, içki alıyoruz, dergiler, kitaplar, yeni tabaklar, bardaklar alıyoruz. Seninle bir sürü şey yapıyoruz daha belki. Şimdi söyle, gerçekten bunların yüzde birini bile istemez miydin?

27 Ekim 2012 Cumartesi

BAHÇE

Bahçemizi ekip biçmeliyiz. Önce taşları atmak, zararlı otları yok etmek, ayıklamak. Sonra ayılmak. Düşünmek en sonunda: "Şimdi o bahçede kocaman bir salıncak, yemyeşil kokulu çimenler ve güzel küçük çiçekler var."

18 Ekim 2012 Perşembe

PERİ


Artık kafamın yanındaki iyilik ve kötülük perilerim benim rahat bırakmıyor. Sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar. Beni de kavganın içine çekiyorlar. Biri kolumdan tutuyor, biri bacağımdan çekiştiriyor. Söz geçiremiyorum ben de onlara. Her günün sonunda, uykuya dalmalarını bekliyorum ki bu benim zihnimin tamamen boşaldığı zamana denk geliyor. O zaman da çok kısıtlı olduğundan dolayı günün analizini hemen yapmam gerekiyor. Çoğu zaman kötülük perim kazanıyor. Bu benim hayal ettiğim bir şey olmuyor genelde. Ben hep iyilik perimin kazanmasını istiyorum çünkü o benim iyiliğimi istiyor. Yapmamam gereken şeyleri önceden bilip beni uyarmaya çalışıyor.  Buna rağmen, kötülük perim beni daha çok etkiliyor. Sonra ben çok üzülüyorum. Yapmamam gereken, söylememem gereken şeyleri söylediğim için. Bazen insanları üzdüğüm için. Artık kavga etmeyin perilerim lütfen.

30 Eylül 2012 Pazar

CEMAL SÜREYA

"Bizi bir arada tutan şeyin ne olduğunu bugün de çözümlemiş değilim."

23 Ağustos 2012 Perşembe

SONSUZ AŞK

Oturuyoruz karşılıklı önümüzde içkilerle. Sen anlatıyorsun bana eften püften birtakım sebepler. Dinleyemiyorum seni sen bana bakarken. Arkanı yaslamışsın oturduğun koltuğa, hafif arkaya eğmişsin sandalyeni. Tam karşındayım dikkatlice izliyorum seni. Dudaklarından sarkan sigarayla bana o müthiş derin bakışlarından birini fırlatıyorsun. Düşünüyorum da Tanrım, şimdiki gibi, hiç bu kadar güzel görünmemiştin; benim adamım gibi.
Hiç bitmesin istiyorum bu sahne. Sonsuza kadar bana bu şekilde bak, bak ki sonsuza kadar unutma snei benden çaldığını. Seni benden kalbin çaldı ve bir daha bulamayacağım bir yere sakladı. Oysaki mantığını dinleseydin... Keşke sevebilseydi kalbin beni. En azından bakabilseydi gözlerimin içine ve görebilseydi içimden geçenleri. İşte o zaman ufak da olsa bir şansım olurdu seni tekrar tekrar sevebilmek için; her gece, her sabah, her gece, her sabah... Seni sevebilmek için.

9 Nisan 2012 Pazartesi

KAN KOKUSU

Bir gün gelecek, diyordum, intikamımı alacağım bir gün gelecek. Bütün hayatım boyunca belki de bunun için bekledim ve işte sırası geldi.
Bir gün bana gelecekti, her zaman biliyordum bunu. Kalbim de biliyordu, kalbin de biliyordu. Tek gece bile olsa, tek bir gün bile olsa, hatta belki birkaç saat bile olsa. İşte bugün o gündür.
O gece biliyordum. Daha evden çıkmadan içimde bir his, bana o günün bugün olduğunu söyleyip durdu. Ve işte Tünel'deyim. Burası insan kaynıyor. Sıcaklık yirmi derece. Gençler kot ceketlerini üstlerine geçirmişler sokakta biralarını yudumluyorlar. Ve işte bir bando takımı geliyor. Altlarında mor keten pantolon, üstlerinde yeşil gömlek. İki rengin uyumsuzluğu midemi bulandırıyor. Bir an önce uzaklaşsınlar diye bekliyorum; huysuzluğum ancak o zaman geçecek. Ve işte çalarak uzaklaştıklarını görüyorum. Bu iğrençliğin ortamdan uzaklaşması suratıma bir gülümseme koymama sebep oluyor. Ve işte sen! Seni görüyorum, elim ayağım dolanıyor. Nereden çıktın sen?
Bunun olacağı günü hep düşünmüştüm. Nasıl olacak diye defalarca kendi kafamda farklı senaryolar kurdum durdum. Sen ve ben. İkimiz o senaryonun başrol oyuncularıydık. Oyun hep mutlu sonla bitiyordu; benim için. Oyun hep acıyla bitiyordu; senin için. Senden intikamımı alıyordum, acı çektiriyordum. Beni başka biriyle görmenin acısını en derinden hissediyordun. Oysaki, bu sefer zamanlama yanlıştı. Bugün olmamalıydı. Ama oldu. Acilen kafamda bir B planı hazırlamalıydım.
 -Nasılsın?
 -İyiyim, seni görmeyeli uzun zaman oldu. Şimdi gördüğümde ne kadar çok özlediğimi anladım.
 -...
 -Sen özlemedin mi?
 -Seni özlemem için bana bir sebep bırakmamıştın, hatırlarsın.
İçtik, deli gibi içtik. Sarhoş olduk. Sabaha kadar dans ettik. Dudaklarım dudaklarınla yeniden buluştu. Eski zamanlarda olduğu gibi. Nasıl da özlemişsin çilek tadındaki rujumu. Öpmeye hiç doyamadın. Dudaklarından çıkamayan sözler var. Hissediyordum, bir şeyler vardı söylemek istediğin. Söyleyemiyordun. Ama ellerin, ağzın kadar kontrollü değil. Sırtımdan aşağıya kadar kaydırıyorsun ellerini. Her yerimi yokluyorlar. Buradan sonra konuşmamıza gerek yok. Gözlerimiz çoktan anlaştı. Bu gece sen benimsin, ben de seninim. Ve işte taksiye biniyoruz. Ve işte iç sesim benimle alay ediyor:
 -Nasıl bu kadar güçsüz olabiliyorsun? Sen değil miydin onu üzmek isteyen? Sen değil miydin acı çekmesini seyretmek isteyen? Şimdi onun yatağına girmeye gidiyorsun. Koş bakalım kollarına. Sende gurur yok.
Asansötde başlıyoruz sevişmeye. Sanki beş dakila sonra dünya yok olacakmış gibi. Sanki bu beş dakika her şeyin sonu olacakmış gibi. Sanki arkamızdan atlılar koşturuyormuş gibi.
Anahtarı deliğe sokamıyorsun. Her seferinde yere düşürüyorsun çünkü ellerimle her yerini uyarmaya devam ediyorum. Üçüncü denemeden sonra beni kucağına alıyorsun ve eve giriyoruz. Kendimi birden yatakta buluyorum. Çoktan soyunmuşuz ve ben senin üzerindeyim. Çılgınlar gibi sevişiyoruz. En sevdiğim pozisyon da buydu zaten; senin üzerindeyim, içimdesin ve durmadan ileri geri gidiyorum. Orgazmın doruklarındayız ikimizde. Dur, diyorsun, yavaşla. Cevap bile vermeden devam ediyorum. O kadar hızlanıyorum ki, korkmaya başlıyorsun. Ve işte iç sesim tekrar konuşmaya başlıyor, seni o yüzden duyamıyorum:
 -İşte sana B planı. Onu şimdi burada, şuracıkta öldürebilirsin. Bıçakla delip, bütün organlarını dışarı çıkartabilirsin.
Sen hala bana bağırarak durmamı söylüyorsun. Pantolonum yatağın üzerinde, yanımda. Cebindeki çakıyı alıyorum. Bağırmaya başlıyorsun:
 -Delirdin mi sen? Ne yapıyorsun? Bu da seksin bir parçasıysa hiç komik değil! Çoktan boşaldım zaten, kalk üzerimden.
 -Artık çok geç!
Evet artık her şey için çok geçti sevgilim. Oracıkta saplıyorum bıçağı kalbine. Bütün organlarını delik deşik ediyorum. Her yer kıpkırmızı oluyor. Kana bulandım. Sen de kana bulandın. İşin güzel tarafı da ne biliyor musun? Bundan zevk alıyorum. Artık paramparça bir cesetten başka bir şey değilsin. Üstünden kalkıyorum. Küvete su dolduruyorum. Salondan bir adet şampanya bulup açıyorum. Bunu kutlamam gerek ne de olsa. Keyfime diyecek yok. Şampanyam, sigaram, bir su dolusu küvet ve elimde yeni bir bıçak. Hoşçakal sevgilim, birazdan görüşürüz!

Yan dairedeki, sadece iki gündür evli çift, sabah uyanıyor. Kocası, kandına kan kokusu alıp almadığını soruyor. Kocası kadına gülerek kesinlikle regl olmadığını ve bu düşündüğün şeyin olmadığını söylüyor. Bol bol sevişebileceklerini de ekliyor. Adam da gülüyor ve sabah sekslerini yapıyorlar. Mükemmel bir pazar kahvaltısı için Cihangir'i seçerek giyiniyorlar. Sonraki durak Van Kahvaltısı. Kapıdan çıkar çıkmaz, şu kan kokusu daha da şiddetleniyor. Asansörün yanında beklerken kadın, adama dönerek:
 -Bak komşularımızın kapısı açık kalmış, söylememiz gerek. Bu arada şu lanet kan kokusunu ben de almaya başladım.
 -Gelsene buraya, koku evin içinden geliyor. Tanrım, her yer kan içinde!
 -Yatak odaasına girelim.
 -Aman Tanrım, iğrenç! Sakın buraya gelme, hemen dışarı çık ve polisi ara!
 -Neler oluyor sevgilim?
 -Adam ölmüş. Kadın da küvette ölmüş. Çabuk polisi ara ve çık şu sıçtığımın evinden!

30 Mart 2012 Cuma

TREN

Tren tek başına dağların, ovaların içinden geçiyor. Yapayalnız. Arasıra ters istikamete giden başka bir tren hızlıca geçiveriyor yanından. Ama nadiren. Çok nadir.Geçip gidiyor. Trenin hayatında birkaç saniye kalabiliyor yalnızca. O birkaç saniye, diğer treni anlamak için asla yeterli olmayan bir zaman. Yine yapayalnız. Yoluna devam ediyor. İşlevini yitirene kadar bu böyle devam edecek. Biliyor. Bir gün elbet bozulacak. Ya da başka bir sebepten çalışmayacak.
Trenin içinde yolcular var. Yolcuları bir yerden alıp, başka bir yere taşıyor. Ancak yolcular ve tren farklı varlıklar. Bu nedenle tren, asla yalnızlığını paylaşamıyor yolcularla. Zaten hepsi gitmek istediği yere geldikten sonra inip treni terk ediyorlar. Bambaşka hayatlara karışıyorlar.
Yine de, en kötü zamanlarını geceyken yaşıyor tren. Daha duygusal, içine kapanık oluyor. Çünkü geceyken her şey uyuyor; yolcular, çiçekler, dağlar, dağların içinde uluyan kurtlar, ormandaki yılanlar, çalılar, sivrisinekler, binalar, elektrikler... Bütün doğa uyuyor. Tren durmadan çalışıyor. Gece gündüz...
Trenlerin ömürleri kısa mı? Yoksa uzun mu? Kimisi dayanamaz bu ağır tempoya. Hemen bozuluverir. Kimisi de yıllarca durmadan çalışmaya devam eder. Canavar gibidir. Bunlar daha çok üzülen kısımdır. Yeni modeller gelir. Geldikleri gibi eskiler atılır, unutulur, kullanılmaz bir daha.
Sen binbir türlü fedakarlık yaparsın, hiçbir zaman bir şeyini sakınmazsın, yenisi gelince bir köşeye atılırsın; unutuluverirsin. Böyledir işte. Hayat budur.
Trenlere çok üzülüyorum.

27 Mart 2012 Salı

ZAMAN

Hayalkırıklıkları, "benim daha iyi planlarım var" demenin en güzel yoludur.
Hayalkırıklıkları, artık ona eskisi gibi bakmak istememeyi sağlar.
Hayalkırıklıkları, insanı güçlendirir; hayatın şakalarına kanmamayı öğretir.

Sabah olunca kalk ve hemen aynaya bak. Gördüğün şeyin seni mutlu etmesini sağla. Bu önemli. Sonra düşün; neler seni bu kadar üzdü diye. En eskiden en yeniye doğru bir liste hazırla. İlk başa koyduğun maddeleri yazarken güldüğünü fark ediyorsun. Çünkü zamanla acı yerini komik bir hatıraya bırakmış. Yazdığın en son maddeye bak. Yüzünde kötü bir ifade oluştu. Nefret doldun. Ağlamak üzeresin. Hırslısın. Şimdi tekrar ilk maddeyi yazdığın anı düşünerek birkaç ay ya da yıl sonrasını düşün. Yazdığın o son madde de gülmene sebep oluyor şimdi.
Teşekküre gerek yok.

1 Mart 2012 Perşembe

MART

Mart...
Ya benim için güzel bir ay olur ya da çok kötü. Ortası yok. Mart ayı benim yaz mevsimimin nasıl geçeceğini belirler. Bu ana kadar hiç yanılmamıştır mart ayı benim hakkımda. Evet, belki yılın en soğuk ayı ödülüne layıktır. Yine de benim için çok farklı bir yeri vardır. Bu yüzden mart ayında mutlu olmam benim için önemli. Diğer aylardaki mutsuzluğum "bu ay bitsin de kurtulalım" diyerek geçiştirilebilir ama mart ayına bu saygısızlığı yapamam. Baharın başlangıcı sayılan -her ne kadar soğuk da olsa- bu aya bunu yapamam.

29 Şubat 2012 Çarşamba

GÖRÜNMEZ

Senin yakınlarında dolaşıyorum. Bazen elini tutuyorum, bazen yanağına tokat atıyorum. Fark etmiyorsun. Arkandan koşup sarılıyorum, bazen de itiyorum seni düşesin diye. Yaptığın esprilere gülüyorum, gülerken yüzüne dokunuyorum. Bazen de çok sıkıcı geliyor söylediklerin; arkamı dönüyorum. Hiçbirini fark etmiyorsun. Görmüyorsun çünkü. Senin yanında görünmez oluyorum; hiçbir şeyi anlamaman bu yüzden. Bazen yanaklarını öptüğümde elini yanağına götürüyorsun. Kaşıyorsun yanağını. Oysaki kaşınmıyor ki yanağın. Her defasında öptüğüm için. Hiçbirini anlamıyorsun çünkü senin yanında görünmeyenim ben.

27 Şubat 2012 Pazartesi

KAR

Dışarıda kar yağıyor; hem de romantik bir şekilde. Şöyle bir göz gezdirdiğinde, karın kendini yavaşça yere bıraktığını görürsün. Ancak dikkatlice izlemeye, ayrıntılarıyla gözlemlemeye başladığında, o kadar da yavaş olmadığı sonucuna varırsın. Yavaş ama telaşlı damlalar. İşte budur romantik karın tanımı.
Hepsinin şekli farklıdır. Kimi kalp şeklindedir; derler ki kalp şeklindeki kar üstüne düşerse, hayatına aşk getirir. Kimi yuvarlaktır; yuvarlak topu görünce nasıl bu kadar yusyuvarlak hale gelmiş olabileceğine inanamazsın. Kiminin şekli de abuk subuk, anlamsızdır; öylesine yere düşer. Kimisi kocamandır, kimisi küçücük. Hepsi birlikte, bir grup gibi gökten yere, paltolarımıza, saçlarımıza düşer; bembeyaza bürür.
Üstün bembeyaz olunca kardan adamı andırırsın. Arkadaşların güler. Yağdıkça, ağzının içine, gözüne, kirpiklerinin üstüne, burnuna ve illaki bir milimetre açık kalmış boynundan içeriye düşer. İnanamazsın buna. Nasıl bu kadar dar yerden içeri girmeyi başardı diye gülmeye başlarsın.
Yine de karın en güzel olduğu zaman kuşkusuz gece; sabaha karşı, herkes uykusundayken, kimsecikler dışarıda yokken, camdan baktığın zamandır. Yerler bembeyaz, yollar açılmamış ve bembeyaz bir sessizlikle örtülmüş sokaklar. Bu şekilde bozulmasa ne güzel olur diye düşünürsün. Elinde sıcak çikolatan ve üzerinde battaniye ile. Ancak birazdan herkes uyanacak, evlerinden çıkacak, arabalarına binip bu güzel ve beyaz görüntüyü bozacak. Yerlerde ayak izleri olacak. Bembeyaz karlar çamurla buluşup kahverengi, kötü bir renk alacak. Karlar eriyecek. Bahar gelecek.

25 Şubat 2012 Cumartesi

DİKENLER

Bunun olmasını hiç beklemiyordun. Gecenin bir yarısı, bir anda değişmeyi, sinirlenmeyi, kızmayı, kırılmayı hiç beklemiyordun. Tam da karar vermişken. Tam da yumuşamışken. Beklenmedik olayların gelişeceğini, hiç ummadığın durumları yaşayacağını hiç beklemiyordun. Sonuçta oldu ve bitti. Başladığın noktaya geri döndün. Hırsını da çıkarta bileceğin birilerini, objeleri arayıp duracağını da ummuyordun. Ancak yine, en sonunda, zarar vermek için aradığın şeylerin aslında yine sana zarar verecekler şeyler olduğunu da ummayacaksın. Yoluna devam etmek ve bütün olayları unutup ileriye yürümenin verilecek en iyi karar olduğunu bile bile, hala, içindeki o aptal ve işe yaramaz umut tohumu ile yoluna devam etmek istiyorsun ama, o tohum çiçek açtığında dikenlerini sana batırmak için elinden geleni ardına koymayacak. O tohum ileride senin düşmanın olacak ve sana zarar verecek. Şimdi, hala, bu tohumla mı yürümek istiyorsun yoksa tek başına, yalnız olarak mı? Yalnız cevabını verirken bile cümleni "ama" ile başka bir cümleye bağlıyorsan, sen zaten o tohumla birlikte çoktan yola çıkmışsın bile. Seni ne içindeki kırgınlık kurtarabilir, ne de kızgınlık. Tek bir şekilde kurtulabilirsin bu tohumdan; çiçek açıp dikenlerini sana tekrar tekrar, acımadan batırdıktan sonra. Daha çok yaralı olarak, daha çok kızgın olarak, daha çok intikamın tadına varmak isteyerek... Sonuçta yine sen üzüleceksin. Şu tohumdan kurtul artık!

14 Şubat 2012 Salı

DİYALOG - Sevgililer Günü Hediyesi

-Hey! Senin ne işin var burada?
-Ne işim mi var? Burası herkese açık bir eğlence yeri. Seninle aynı nedenden ötürü buradayım.
-Kusura bakma, haklısın. Öyle demek istememiştim. Sadece şaşırdım.
-Neden?
-Birkaç haftadır arayamadım. Aslında bugün aklıma geldin ve tam elime telef...
-Sadece bugün mü?
-Sadece bugün mü ne?
-Sadece, diyorum, bugün mü aklına geldim?
-Aslına bakarsan hiç çıkmıyorsun ki.
-Neyse, seni gördüğüme sevindim. En azından yaşadığına emin olmuş oldum. Bunu bilmek içimi rahatlattı. Gitmem gerek, hoşça kal!
-Dur, dur. Bekle. Hoşça kal deyip arkanı dönüp gitmek de ne demek oluyor?
-...
-Bak, seni aramadım, üzgünüm. Aramalıydım ve şu an ne kadar büyük bir hata yaptığımı sana bakınca anladım.
-Aramak zorunda değilsin. Kendini hiçbir şey için zorunda hissetme.
-Açıklamama izin ver. Bırak da bitireyim.
-Açıklama yapmak zorunda olduğun kızlardan biri değilim. Dilediğini yapmakta özgürsün.
-Biliyorum. Sana bu yüzden değer veriyorum.
-Konuştukça batıyorsun!
-Affedersin, güzel bir şey dediğimi sanıyordum?
-O zaman öyle sanmaya devam et.
-Neden sana ulaşmaya çalışıp da ulaşmayı hiç başaramıyorum ve sonunda da içimden hiç vazgeçmek gelmiyor?
-Bunu bana değil, kendine sorman gerek.
-Seni özlüyorum. Sana tekrar dokunabilmeyi istiyorum. İzin verir misin?
-Sen özlemini insanlara böyle mi gösterirsin?
-Seni seviyorum. İlk gördüğüm andan beri. Baş döndürüyorsun.
-Üzgünüm, gitmem gerek.
-Bu şekilde gidemezsin!
-Pardon! Bunu söyleyen sen misin? Tesadüfen bir barda karşılaşıyoruz ve sen bana rastgele bir şekilde beni sevdiğini söylüyorsun ve gitmeme izin vermiyorsun?
-Anlamıyorsun.
-Sarhoş musun sen?
-Neyi değiştirir ki?
-Çok şeyi.
-Anlamadım?
-Ne zaman anladın ki!

*Bu diyalog belki mutlu bitebilirdi, belki kötü bilebilirdi, belki de hep böyle kalacaktı. Bu bir sevgililer günü hediyesi. Sonunu değiştirmek sizin elinizde. Ancak unutmayın ki, sonunu mutlu bitirdiğiniz takdirde hayattan hiç umudunuzu kesmeyecek bir yapınız olduğunu, optimist olduğunuzu; kötü bitirdiğiniz takdirde sizin için aşkın hiçbir şey ifade etmediğini ve pesimist bir yapınız olduğunu; eğer bu şekilde bırakırsanız da hayal gücünüzden yoksun olduğunuzu göstermiş olacaksınız. Ve sıra sizde!

12 Şubat 2012 Pazar

AYNA

Bütün o eski alışkanlıklarını unut. Hatta son bir senede -veya iki, üç senede olabilir; "yeni" kelimesi senin hayatında neyi temsil ediyorsa oradan başlayarak- yeni edindiğin bütün alışkanlıkları da unut. Şimdi yatıp uyuyacaksın. Uyumadan önce her şeyi, tüm alışkanlıklarını, davranışlarını tamamen unuttuğundan emin ol. Tamam. Şimdi uyumaya, yani; gözlerini birkaç saat sonra tekrar açmak için hazırlanmaya başlamaya hak kazandın. İşte böyle. Devam et. Çok güzel. Tamamen zihnini boşalttığından emin ol. Ve uyu.
Sabah olduğu için uyandın. Yatağından kalkar kalkmaz, herkesin de yaptığı gibi, otomatik bir dürtüyle banyoya gidip yüzünü yıkadın. Çişini yaptın. Kendine şöyle bir aynada baktığın anda bütün insanların hayatlarını farklı kılan o yol ayrımına geldin ve kendine  ne kadar güzelleşmiş olduğunu söyledin. İşte insanlar tam aynaya baktıktan sonra söylediği veya getirdiği farklı yorumlarla farklılaşmaya başlıyor: Kimisi ne kadar güzel olduğunu her gün aynanın karşısına bakarak yineliyor ve yeniliyor, kimisi ne kadar çirkin olduğunu, kimisi ne kadar mutsuz, kimisi ne kadar zayıf, kimisi ne kadar kinci, kimisi ne kadar iyiliksever, kimisi de ne kadar yalnız olduğunu. Daha sayılamayacak milyonlarca duygu her sabah kalkar kalkmaz aynanın önünde kendini tanımak istercesine duruyor.
Ayna sana seni gösteriyor. Aynaya bakında gerçeğini anlıyorsun. Sabah kalk ve aynanın karşısına geç. Kendinle ilgili aklından geçen ilk yorumu aynaya bakarak devamlı tekrarla. İşte o aklından geçen ilk yorum seni yansıtıyor. Hep seni yansıtacak. Sen bütün alışkanlıklarını, davranışlaarını, kötülüklerini veya iyiliklerini, her şeyini yatağa girmeden önce unutmazsan, uyumadan önce aklından çıkarmazsan...

9 Şubat 2012 Perşembe

YAPA-YALNIZLIK*

"Yapa-yalnızlık
1 kişilik
Malzeme: 1 kişi. Olabildiğince fazla ilişki girişimi.
Hazırlanışı: Kadın ya da erkek tarafından hazırlanabilir. Hazırlanışı biraz uzun zaman aldığından zahmetlidir. Ustalıkla yapılabilen, pişirilmesi diğerlerine göre zor ama bir o kadar da lezzetli bir çeşittir. Birçok ilişki denenir. Özellikle her ilişkinin ilk günleri büyük bir coşkuyla yaşanır. En güzel sözcükler, en güzel öpüşlere karıştırılır. Her yeni ten, keşfedilmemiş bir coğrafyaymışçasına fethedilir. Bütün bu ilişkileri kısa tutabilmek, hepsinde sonsuz bir mutsuzluk yaşamaya çalışmak gerekmektedir. İlişkilerde yaşanan mutsuzluğun giderek artması, kişinin giderek içine kapanması, ayrı bir lezzet verecektir. Kişi artık ilişki yaşayamayacak kadar yorgun ve mutsuz hale geldiğinde, yapa-yalnızlık hazır olur. Alkolle servis edilir."

*Yekta Kopan, Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri.

ÖLÜM

Artık ölümden daha da çok korkuyorum. Nereye gideceğimi bilmediğimden korkmuyorum. Dinsel bir korku da değil, hayır. Nasıl öleceğimden de çok fazla korkmaz oldum. En büyük korkum arkamda bırakacağım insanlar olacak. Şimdi ölmüş olabileceğimi düşünüyorum. Ailem ne yapar? Özellikle annem ve babam? Beni gerçekten seven ve samimi olan arkadaşlarım ne yapar? Unutulur muyum yoksa onların kalbinin içinde hep bir yerlerde kalır mıyım diye düşünüyorum. Aslında düşünüyordum; artık cevabımı biliyorum.
İnsan hiç unutmuyor ölümü. Belki unutmuş gibi davranıyor, belki de sürekli ağlayan biri olmak istemediği için hatırlamadığını kendine söyleyerek kendini kandırıyor. Gerçek şu ki, insan yatağa yattığı her an bugün hayatımda ne değişti, hayatımda kimler yok diye düşünüyor. Acım belki hafifliyor ama asla unutulmuyor. Dedem hiçbir saniye aklımdan çıkmıyor, hep kilitli kapılarımın içinde dedemin öldüğü bilgisi benimle alay ediyor. Bundan sonra hiçbir doğum günüm eskisi gibi olamayacak, çünkü ben "kutlu doğum hafta"mda dedemi kaybettim. Artık her doğum günüm yaklaştığında dedemi hatırlayacağım. Artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Ama hiçbir zaman da onu unutmayacağım.
Bir daha onu görememek, sesini duyamamak, öpememek, sarılamamak... Bütün bu bilgiler her seferinde benim donmama sebep oluyor. Çok kolay ağlayan bir insan olarak, dedemin öldüğünü duyunca hiç ağlamadım, ağlayamadım. İnsan donup kalıyor, kas katı kesiliyor. Hiç inanmazdım, duygusuzlar derdim bu tip insanlara. İnsan başına gelmedikçe bilemezmiş. Ben de dondum, kas katı kesildim. Ağzımdan hiçbir ifade çıkamadı, konuşma yeteneğimi kaybettim. Tam kırkbeş gün oldu. Acı hiç dinmedi. Hiç dinmeyecek.

MANTIK ODALARIM

Sen ve ben, birlikteyiz, konuşuyoruz, muhabbet sarıyor, gülüşüyoruz, kahkahalar atıyoruz. Ne olduğunu anlamadan seni öpüyorum. Sen de beni öpüyorsun tereddütsüz, zaten her zaman istediğin şeydi bu. Vücutlarımız sıcaktan giysilerimize yapışmış olduğu için üstümüzü çıkarıyoruz. Aslında bu yüzden çıkarmıyoruz. Birazdan sevişeceğiz. Hızlıyız ama acele etmiyoruz, çünkü meraklıyız. Vücudumdaki her parçayı denemek istiyorsun. Senelerce beni arzuladığını biliyorum, o yüzden buna izin veriyorum. Aslında bu yüzden izin vermiyorum. O anda senden başka bir şey düşünemiyorum. Beynimin bütün mantık odaları adeta kilitleniyor. Sadece tek bir oda açık, biz de zaten şu an o odanın içindeyiz. Üzerindeki tişörtü çıkardığımda vücuduna bakmaya doyamıyorum. Sırtını ellemeye doyamıyorum. Terlemişsin ama bu bana hiç önemli gelmiyor. Beni arzuyla öpmeye devam ediyorsun, delice, istekli. Her şey o kadar güzel gidiyor ki, hiç bitmesin istiyorum; çünkü biliyorum ki, bittiği anda beynimin şu an kapalı olan bütün mantık odalarının anahtarları bir anda kilidi açacak ve bütün bilgiler bir anda zihnime, daha doğrusu mantığıma yerleşecek. İşte o saniyeden sonra ne ben ne de sen eskisi gibi olacağız.

BAŞLANGIÇ

Eski günlerimi hayatım boyunca hiç özlemedim, özlemem. Uyandığım her sabah, yeni bir günden öte yeni bir başlangıç. Eskiden yaşanan her şey eskiye ait kalan anılar, silinmemesi gereken, her zaman hatırlanmak istenen ve kesinlikle eskiye bağlı kalmak zorunda olan. Bir günü sadece tek bir gün olarak düşününce, belki hayatın yavaş geçtiğini düşünebilirim. Ancak bunu artık düşünmüyorum, çünkü her gün yirmidört saat daha yaşlanıyorum. Arkamda "keşke"lerim oldu ama artık hepsini bir kenara koyuyorum, eskiden yaşananlar sandığına kilitliyorum ve beynimde en az yer kaplayan küçücük odacığa kaldırıyorum; belki seneler sonra hatırlamak zorunda kalacağım anılar olabilir diye silip atmıyorum. Yaşadığım hiçbir şeyden pişman olmamayı, yaşamadığım hiçbir şeye keşke dememeyi öğreniyorum. En güzel tarafı da, yapabildikçe daha da cesaretlenmem, cesaretlendikçe daha da mutlu olmam ve aslında yaşamın ne kadar kısa olduğunu ve her anını çok iyi değerlendirmem gerektiğini anlamam. O yüzden geleceğe dair planlar yapıyorum, geçmişe ait bütün pişmanlıklarımı ve hüzünlerimi birer anı olarak saklıyorum.
Uyandığım her sabah, yeni bir günden öte yeni bir başlangıç. Bu başlangıca, bütün bu duygularımla başlayabilmek ise yeni ve mutlu günden öte yeni ve mutlu bir başlangıç, yeni ve mutlu sonu hakeden.

1 Şubat 2012 Çarşamba

ŞUBAT

Yılın neredeyse en soğuk ayı.
Dışarıda mükemmel bir kar yağıyor.
Sıcak çikolatam, ben ve fonda en sevdiğim müzik,
Üzerimde battaniyem ve sıcak su torbam,
Elimde en sevdiğim romanımla beraber,
Şubat ayının keyfini çıkarıyorum.
Dışarıda binlerce evsiz karlar altında yaşamaya çalışırken,
Sokak hayvanları uğursuz kışı atlatmaya çalışırken,
"Benim keyfim yerinde bu haksızlık" diye düşünüyorum.
Bu düşünce biraz bencilce geliyor.
Yardım etmek istiyorum.
Van depreminden sonra oradaki yurttaşlarıma,
Evsiz insanlara,
Sokak hayvanlarına,
Dindarlara ve tinercilere,
Din ve mezhep ayırt etmeden.
Elimde Paul Auster'in en sevdiğim romanıyla birlikte,
Romana kendimi veremeyerek,
Bu düşüncelerle birlikte,
Uyuyakalıyorum.
Sabah kalktığımda normal hayatıma geri dönüyorum.
...

30 Ocak 2012 Pazartesi

YAKLAŞMA

"On dört yaşında ya var, ya yoktum, dedem, marangoz olan değil, öteki, ölüm döşeğinde yatıyordu. Günlerdir ağzından, hiçbir anlamı olmayan bir ses çıkıyordu; hatta bu bir inleme de değildi, çünkü acı çekmiyordu; bir sözcüğü söylemeye de çalışmıyordu, hayır, konuşma yetisini yitirmemişti; yalnızca, söyleyecek bir şeyi, iletecek somut bir mesajı yoktu, konuşacak birini de aramıyordu, artık kimseyle ilgilenmiyordu, ağzından çıkan sesle yalnız başınaydı, tek bir ses, yalnızca soluk alması gerektiğinde kesilen bir aaaaa sesi. Ona baktım, büyülenmiş gibiydim, ve o sesi hiç unutmadım, çünkü, çocuk sayılacak yaşta olsam da onu anladığımı sandım: İşte, diyordu, var olduğu biçimiyle var olan zamanla yüzleşen yaşam; ve ben bu yüzleşmenin, can sıkıntısı denen şey olduğunu anladım. Dedem, can sıkıntısını bu sesle, sonu gelmez aaaaa sesiyle ifade ediyordu; o aaaaa sesini çıkarmayacak olsaydı, zaman onu ezecekti; ve dedemin, zamana karşı doğrultabileceği tek bir silah vardı, o sonu gelmez, zavallı aaaaa sesi."

Milan Kundera, Kimlik, 78-79.

25 Ocak 2012 Çarşamba

BÜYÜMEK


Küçüktüm.
Annem ne zaman yerleri silmeye kalksa bana "koltuğa geç otur, yerler kuruduktan sonra kalkarsın" derdi. Oysaki, hiç de oturup beklemek istemezdim. İçten içe kıskanırdım annemi; "o geziyor ya evin içinde rahat rahat, ben niye gezemiyorum ya!" diye kızardım. Tabiki korkumdan kalkamazdım yerimden, yerler kuruyana kadar beklerdim. Yerler ıslakken evin içinde herkes otururken gezebilmenin ne demek olduğunu büyüdükten sonra öğrendim. Ev işi yapmak demekmiş. Şimdi anlıyorum babamın neden ses çıkarmadığını bu işe. Asıl işte şimdi "aman annem bir şey istemesin de ben de yerimden kalkmayayım" diye gözünün içine bakıyorum annemin.

Küçüktüm.
Benim yemekten sonra sofradan mutfağa tabak, bardak vb. eşyaları taşımama izin verilmezdi. "Sen geç otur, kırarsın şimdi bir şeyler, küçüksün daha" derlerdi. Çok gücüme giderdi. Büyüdükten sonra sofrayı hergün toplamak zorunda kalmanın yanında bir de bulaşık yıkamayı öğrendiğim gün düşüncem değişti tabi. Şimdiki aklım olsa hayatta kalkmazdım, geçer otururdum koltuğa.

Küçüktüm.
Babam beni markete göndermezdi. Hep kendi giderdi de beni göndermezdi diye sinir olurdum. "Hemen büyüsem de markete gidebilsem" derdim içimden. Şimdi de ya bir şey isterse marketten diye ödüm kopuyor.

İşte bu da büyümenin başka bir tarafı. Eskiden delice yapmak istenen, içten içe büyütülen şeylerin büyüdükçe asla yapmak istenmeyen ve istenmeyecek şeyler listesine girmesi budur işte. 

22 Ocak 2012 Pazar

ANI

Tam olarak kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Belki üç, belki de dört. Ama en fazla beş. Saçlarım omuzlarımdan aşağıya doğru döküldüğünü hatırlıyorum. Onları yarım at kuyruğu yapmış annem. Geri kalanı sırtımdan aşağıya doğru sarkıyor. Üzerimde beyaz bir elbise var. Yeni alınmış belli. Gıcır gıcır yeni ayakkabılarımla da uyumu yakalamış. Bir de krem rengi bir kuşağı var elbisenin. Üzerime giydiğim andan itibaren kendimi prenses gibi hissetmeme sebep olan böyle bir elbise.
Evde annem ve babamla beraber oturuyor muyum yoksa dışarı çıkmak mı üzereyiz, tam olarak hatırlamıyorum. Belki de eve bir yerden yeni gelmişizdir. İkisi bana şaka yapmak istemişler ve birden konuşmaya başlamışlar. Biz senin gerçek annen ve baban değiliz. Seni sokaktan aldık ve büyüttük. Gerçek annen ve babanın kim olduğunu da bilmiyoruz, sen de bilemeyeceksin. Bütün bu laflardan sonra kaçıp hemen her evde depo niyetine kullanılan yere, yani küçük tuvalete saklanmışlar. Ben başlıyorum ağlamaya. Nasıl ağlıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum. Annemle babam da kıkır kıkır gülüyorlarmış. En sonunda bakmışlar ben ciddiyim ve hemen saklandıkları yerden çıkıp bana doğru koşmaya başlamışlar. Sonra hemen şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Seneler sonra büyüdüm. Dayımın kızı oldu. Hep beraber iki aile Göcek'e tatile gittik. Hiç unutmam 30 Ağustos Zafer Bayramı tatille birleşiyordu. Herkes izin aldı, eh okullar da açılmamıştı. Atladık gittik. Çok güzel bir tatil yaptıktan sonra İzmir'e döndük. Orada da biraz kalıp İstanbul'a, evimize dönecektik. İzmir'e dönerken, yolda hep beraber arabadayız. Annem, ben, dayım, diğer dayım, yengem, kuzenim... Kuzenim altı veya yedi yaşında olsa gerekti. Çok da net hatırlamasam da yaşını, büyük olmadığını biliyorum. Ben de lisedeydim. Bir anda dayım ve yengem başladılar kuzenime, biz senin gerçek annen ve baban değiliz demeye. Kuzenim şok oldu, gerçek annem kim diye sorgulamaya başladı. Benim annem, yani onun halası, senin gerçek annen benim dedi, üstüne de diğer dayım ben de senin babanım deyince, kuzenim başladı ağlamaya. Neyse tabi hemen gerçek söylendi. Yine şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Şimdi diğer dayımın da kızı oldu. Şu anda dört-beş yaşlarında. Aynı "şaka"yı ona da yapmak için sabırsızlanıyoruz. Sanırım hepimizin genlerinde biraz psikopatlık ruhu var. Eh tabi biz evleneceğiz, sonra bizim de çocuklarımız olacak... Daha da bir şey söylememe gerek yok sanırım. Artık bu ailedeki küçük çocukların kaderi bir şekilde benim çocukluğum ile belirlenmiş oldu.

18 Ocak 2012 Çarşamba

SİNİR


Günlük yaşamda beni sinir eden birtakım olayla karşılaşıyorum; bu olaylar çoğu zaman incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz olaylar oluyor ama şehrin karmaşasından mıdır nedir çok sinirli bir insan haline dönüşmeye başladım. En ufak bir olayda hemen sinirlenip parlayıveriyorum, sonra kendi kendime kızıyorum bu kadar önemsiz bir olay yüzünden bile bile kendimi yıprattığım için. Bu süreç böyle devam ettikçe daha da sinirli oluyorum ve artık bunun önünü alamıyorum. Peki, neye mi kızıyorum? Başlayalım...
Telefonuma kızıyorum. En önemli zamanlarda kitlenmesine, internete en çok muhtaç olduğum zaman deli edercesine yavaşlamasına ve bir programın otuz saatte açılmamasına sinirleniyorum. Böyle zamanlarda fırlatıp atıp kırmak geliyor içimden ama tabii yapamıyorsun. Sonra ona da muhtaç kalacağımdan ötürü olsa gerek...
Sürekli bomboş olan, nadiren araba geçen sokaklardan ben karşı karşıya geçmek istediğimde, hemde acelem de varsa, sürekli şekilde bir araba konvoyu gördüğüm için sinirleniyorum. Sanki özellikle benim karşıya geçmemi bekliyorlarmış gibi geliyor. Böyle olunca da deli oluyorum.
Ne yapıp edip güç bela tatil mi ayarlıyorum? Reglimin ya gecikesi tutuyor ya da erken gelmesi tutuyor. Sanki bilerek en olmadık zamanda gelmek için vakit kolluyormuş gibi geliyor. Stajımın ilk günü mü ya da düğün mü var, akşam eğlenceye mi gideceğim; mutlaka özenle ona denk getiriyor.
Sınavım olsun ve ben şans eseri uyuyakalayım mesela, otobüsüm illaki geç gelir ya da ben binmek istediğimde çoktan kalkıp gitmiştir. Taksi mi tutmak istiyorum, asla durakta taksi kalmamış olur ve ben sinir krizleri geçiririm.
Restoranda siparişim unutuluyor. Kalabalık şekilde bir yere gittiğimizde mutlaka ya unutuluyor ya da en geç benimki geliyor. Bu mutlaka oluyor, olmazsa olmaz.
Bir ayakkabı beğeneyim mesela, numarasını asla bulamam. Asla ama asla. En küçük örneğini vereyim; siyah kısa converse almak istedim ya klasik siyah kısa converse. Kalmamış olma ihtimali nedir ki? Mutlaka bütün mağazalarda bulunan bir şey değil mi? Yok, ben istediğimde kısa kalmamış uzun verelim dedi adam ya. Bu kadar giyilen ve her gün binlerce insan tarafından tüketilen bu klasik ayakkabı nasıl bitmiş olabilir o gün?
Canım mı sıkıldı evde? Yapacak hiçbir şey bulamıyorum da. Haydi bari yeni kitaba başlıyorum diyorum; cart elektrik kesiliyor. Bekliyorum bekliyorum gelmiyor. Lanet olsun okumuyorum, hevesim de kaçtı zaten diyorum içimden ve o anda elektrikler geri geliyor.
Evde bir eşyamı bulamayınca sinir oluyorum mesela. Sinir krizine girebiliyorum hatta çoğu zaman. Sonra ben onu unutuyorum mesela, yenisini alıyorum ya da tamamen siliyorum; en olmaz zamanda ortaya çıkıyor ya işte buna daha çok sinir oluyorum.
Facebook ve twitter'da insanların sürekli duyarlı ayağına sosyal mesaj vermelerine gıcık oluyorum mesela. “bugün yine 8 şehit” diye yazıyorlar en bilindik örneğinden. Her gün şehit veriyoruz ama sayı çoğalınca hemen türk bayrağı koyuluyor profil resimlerine, hemen bir sürü twitler atılıyor.
Somali yardımlarını ele alıyorum mesela. Tamam üç yıldır yağmur yağmamış, tamam görülmemiş kuraklık var, milyarlarca insan aç... Somali'nin durumu hep böyleydi. Bu yeni bir şeymiş gibi her gün lanse edilmesine sinir oluyorum mesela. Erdoğan'ın şehitlerimiz için “ramazandan sonra icabına bakacağım” söylemini sürekli söylemesi ama hiçbir şey yapmamasına sinir oluyorum, kendi şehitlerini düşünmemesine ama Somali'ye yardıma koşarak gitmesine gıcık oluyorum.
Somali'yi çok önemsiyormuş gibi davranan ama aynı zamanda mülteci kamplarında, kaçak yollarda paralarını alıp, mücevherlerini çalıp, kadınlarına yavşayıp, tecavüz edip ortadan kaybolan ve o kadar insanı yarı yolda bırakan türk halkının duyarlı pozlarına girmesini kaldıramıyorum çünkü düşünmeye başladığımda midem bulanıyor ve kusmamak için kendimi zor tutuyorum.
İşte bütün bu olayların benzerleri hergün oluyor ve ben günden güne daha sabırsız ve sinirli olarak yaşamaya devam ediyorum.  

15 Ocak 2012 Pazar

TÜRK ERKEĞİ


Türk erkeğinin en büyük özelliğidir kendini namus bekçisi ilan etmek. Başkaların (özellikle kadınların) hayatlarına burnunu sokup da ahlak bekçisi olmak. Kiminle nerede geziyor? Elini tutuyor mu? Öpüşüyor da mı yoksa? Bir de kısacık şort ve etek giymiş zaten namussuz.... Bir tane yumruk atar suratına otobüste, bir de otobüsün penceresini atar, o zaman görürsün!
İkinci bir özelliği de topluma egemen olmak istemesidir ve sonuna kadar da bunun mücadelesini verir. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı her fırsatta dile getirir ve bundan kendine pay çıkarmaya çalışır. Seks yapan kadın hayat kadını olur, sevgilisiyle cinsel anlamda birlikte olan kadına orospu der, ama aynı seksi kendi yaptığında da “erkek” olur, “adam” olur. Kim bilir kaç tane kadın evlenmeden bekareti gitti diye öldürülmüştür? Kaç kadın töreye kurban edilmiştir? Ama bunların önemi yokki takmış bir namus, tutturuyor gidiyor.
Üçüncü bir özelliğidir hemen sinirlenmek, aşırı tepkilere kaçmak. En ufak bir şey olsun mesela, bir şeyi yer değiştirmiş olsun hemen parlar, bağırıp çağırmaya başlar.
Dördüncü bir özelliği araba kullanırken sinirlenip gaza basmalarıdır. Yollarda şoförler bir şeye mi sinirleniyorlar hemen bastıkları gibi gaza, uçuruyorlar adeta yolcuları. Adam insan mı taşıyor yoksa ot mu belli değil, umrumda da değil ki zaten...
Beşinci ve en komik özellikleridir belki de “Rusya” tepkileri. Her kafadan aynı ses; Rusya'ya vize kalktı ya hemen gidecekler de rus kadın peşinde koşacaklar. Türk kadınlarını beğenmiyorlarmışmış. Kendileri çünkü dünyanın en güzel erkek ırkı ya hani beğenmezler tabi, hakları var. Ne yapsınlar çapulcu türk kadınını, ohh mis gibi rus kadınlar varken.
Altıncı özellikleri; bütün gençliklerinde kimbilir kaç kadınla beraber olurlar, yatarlar kalkarlar. Evlenmeye gelince “temiz” kadın isterler, el değmemiş... Kadınlar mal oldukları için onların cinsel ihtiyaçları yoktur zaten. Evlenirlerse dünyada bir kişiyle beraber olmak zorundalar, evlenemeyip evde kalırlarsa da artık bakire toprağa gömülürler. Aksi takdirde cinayet işlerler valla. Çok var öyleleri, bir kadınla yatıp kalkıp, evlenmeye gelince de ben namuslu, temiz kadın isterim ayrılalım diyen. O kadının psikolojik durumu ne olacak peki? Yazık değil mi?
Yedinci özellikleri ise bencillikleri. Haydi kendini düşünüyorsun onu anlıyoruz ama bu kadar da bencil olunur mu? Ben bunu isterim, ben şunu isterim. Kadının istekleri olamaz zaten çünkü onun zaten altıncı maddede mal olduğunu açıklamıştık.
Sekizinci büyük özellikleridir kadını köle olarak görmeleri. Eşit haklara sahip, eşit bir birey olayını anlat bakalım anlarsa... Nato mermer, nato kafa. Girmez kafaya çünkü adamın beyninde zaten eşitlik hiç oluşmamış. Ayaklarını bile yıkatan bir varlıktır bu türk erkeği.
Dokuzuncu özellikleri de dövmeleri. Hatta önce döverler sonra tecavüz ederler, en son da ya öldürüp kaçarlar ya da baygın bırakıp kaçarlar. Bu türk halkı bunu yapar. Seneler önce dünya barışı için ülke ülke gezen kadına tecavüz edip öldürmediler mi? Çünkü cinsel içgüdüleri bastırılmamış ki bunların. Sorsan hepsine yatakta çok iyidir, mükemmel doyuma ulaştırır. Birinin de iyi olduğunu düşünmüyorum.
Lafta atıp tutmak çok kolay zaten türk erkeği için işte onuncu özellikleri de konuşurken ne diyeceğini şaşırıp artık saçmalama noktasına gelene kadar kafadan uydurma hikayeleridir. Geçen gün beş kişiye birden dalmıştır kendisi. Anlatır durur, sen de salaksan inanırsın...
Tabii ki, tanıdığım mükemmel kültürlü, medeni görüşlü bir sürü türk erkeği var. Bu saydığım özelliklere sahip olmayan bir sürü istisnalar var. Fakat, bana bunların hiçbirine sahip olmayan bir tane türk erkeği gösteremezsiniz. Varsa da, o tam türk değildir, inanmayın. Her gün gazetede okuyorsunuz, bir sürü kadın cinayetleri, töre cinayetleri, tecavüzler, dayaklar... Belki hiçbir maddeye girmeyen mükemmel adamla tanışmış olabilirsiniz ama en azından sinirlendiğinde arabanın gazına abanır! Türkiye'de kadın olmak zor iş...

12 Ocak 2012 Perşembe

KADINLAR NE İSTER?


Sevmek kelimesinin anlamını düşündüğümde kendime verdiğim cevaplar ne kadar moral bozucu olduğunu anladım. Birini sevmek sadece ona sevdiğini söylemekle bitmiyor. Bu belki herkesin bildiği bir durum olsa da iş uygulamaya gelince herkes türlü bahanelerle kaçıyor ve birtakım durumların arkasına saklanıyor. Sevmeyi birden çok nedene bölüp hepsini bir paragrafta uzunca ya da kısaca anlatamayız. Sevmenin sadece tek bir maddesi vardır. Oysaki kızlar neden hep bu maddeyi değiştirmek isterler?
Neden erkeğimizin giydiği kıyafetlere, küpesinin olmasına, söylenmemesi gereken şeylerin yanlış zamanlarda söylemesine kızarız? Ve bunlardan sonra neden hemen soğumaya başlarız? Herkesin yanlış dediği şeydir birini sevmek için yeteri kadar çaba göstermemek; en ufak şeyler yüzünden terk edip gitmek. Peki erkekler neden onlar için yeteri kadar çaba harcamadığımızı düşünür de birazcık olsun onları yeteri kadar sevmediğimizi düşünmek istemez? Yeteri kadar sevseydik belki de seçtikleri kötü kıyafetler bizim için bir ayrılık sebebi olmaktan çıkardı, veya kulağındaki küpe bizi rahatsız etmezdi, ya da yaşı küçük diye ilişki yaşamaktan vazgeçmezdik.
Peki neden erkekler biraz olsun işi bu yönünden bakmak istemezler? Onlar için her şey basit ve netken bizim de aslında basit ve net varlıklar olduğumuzu kabul etmek istemezler? Bu öyle bir basitliktir ki ayrıldıktan sonra sadece ufacık bir pişmanlıktan, birkaç gözyaşından sonra hemen hayata geri döndürür. Ancak asıl kilit nokta artık hayat daha çok çekilebilir ve daha eğlenceli görünmeye başlar. Sadece tek bir cümle bizim rahatlamamızı sağlar; ayrılalım. Aslında bunun anlamı şu demektir; seni, ilişkiye devam edicek çabayı gösterecek kadar sevmiyorum. Bu aslında anlaşılması zor bir cümle değildir. Neden anlamak istemezler erkekler bu cümleyi?
Belki de çok şey istiyoruz, çok fazla kriter istiyoruz; dövmesi olsun, sporcu olsun, uzun olsun, yapılı olsun, zayıf olsun, romantik olsun, düşünceli ve duygusal olsun... ama bazen sadece tek bir şey istiyoruz; sadece eğlenmeyi bilsin. İşte bu tamamen modumuza bağlı olan bir durum oluyor ama bunu da herkes bilir ki eğer bir kadın sadece eğlenmek istiyorsa ertesi gün onu aramaman gerekir.
Ya da en basit şekli; kadınlar eğer bir şeyi gerçekten paylaşmak isterlerse paylaşırlar. Ya da paylaşmamayı isteyebilirler. Neden erkekler kendilerini her şeyi öğrenmek zorunda hisseder? “Neredeydin?”, “bugün neler yaptın?”, “hafta sonun nasıl geçti?”, “dün gece neden beni çağırmadın?”, “bugün kimlerle buluşacaksın?” gibi sorulara ihtiyacımız yok. Ve emin olun ki bunlar her kadını sıkan sorulardır. En başta güzel ve düşünceli sorular gibi gelse de artık ciddiyet olan ilişkilerde belli bir zaman sonra önüne geçilmeyecek kadar sıkıcı bir hal alır. Haliyle yeni başlamış ilişkilerde de böyle sorular sormaya başlandığı anda kadın geri adım atar ve gider. Uzun lafın kısası; soru sormayı bırakın!
Böyle yazıldığında tamamen basit görünebiliyor. Yine de hiçbir zaman asla anlamayacak milyonlarca erkek doğuyor hergün. İşte kadınlar hergün bu erkeklerle uğraşmak zorunda kalıyor.

10 Ocak 2012 Salı

VEBA

Hiçbir fikrim yokken gelişti her şey. Birtakım şeyler düşünüyordum ama bunu kimseye söyleyemiyordum çünkü dile getirince atlatması daha zor oluyor. Kimseye güvenmiyorum diye geziniyordum ortalıklarda. Ona bile başta inanmamıştım ama şimdi her şey değişti, artık daha net. Bazen düşünüyorum bir gün giderse ve ben ne yaparım diye. Bu zamanlarda kurmaya başlıyorum, psikopatlar gibi. Olmayan ve belki de olmayacak şeyleri hayal ediyorum, deli gibi. Sonra bunların yersiz olduğunu düşünsem de bilinçaltımdan çıkmıyor bir türlü. Çünkü düşüncelerim benim ürünüm, benim cümlelerim ve benim aklımın içindeki kelimelerin yanyana getirilmiş hali.
Halbuki o bana mükemmelin ne olduğunu gösteriyor, bana sürprizler yapıyor, sıkıntımı önemsiz hale getiriyor ve beni içinde bulunduğum vebadan kurtarıyor; ilaç gibi. Her şeyin düzelip düzelemeyeceğini sorduğumda, beni kollarına alıp teselli ediyor, her şeyin mükemmel olacağını söylüyor. Tıpkı kendi gibi mükemmel olacağını düşünüyorum ve hayallere dalıyorum. Bana değerimi anlatıyor, üstelik bunu konuşarak değil, gözleriyle ve duygularıyla yapıyor. Mükemmele bu kadar yakın olmak bana bazen iyi gelmiyor; vebanın içimde büyümesine sebep oluyor. Oysaki o bunu bilmiyor.
Nasıl başladığını, önemli detayları hatırlamıyormuş gibi yapıyorum. Benim için bu kadar önemli olduğunu hissetmesini istiyorum fakat gösteremiyorum. Aslında ben de biliyorum onun diğerlerinden farklı olduğunu, ama kendimi savunma yöntemi olarak geliştiriyorum bunları. Bir şey yolunda gitmeyince kendimi uçurumun kenarında düşmeye hazırmış gibi hayal ediyorum tıpkı dünyanın sonu gelmiş ve ben de bu evrende yaşayan son kişi olarak ölmeyi hakediyormuşum gibi. İşler yoluna girdiğinde ise uçan kuş kadar hafifliyorum; bu sefer kendimi yeşilliklerin içinde önümdeki turkuaz bir denize bakarak uykuya dalıyormuşum gibi hayal ediyorum, tıpkı dünya yeniden anlam kazanmaya başlamış gibi.
Bu düşüncelerimi bilip bilmediği umrumda değil çünkü hiç merak etmiyorum ama gerçek fikrimi her zaman söylemekten korkuyorum. Sanki söylediğimde büyünün bozulacağından korkuyormuşum gibi. Aslında korkmak değil bu. Bu beynimin kendi kendine geliştirdiği savunma mekanizması. Belki de aslında korkmuyorum sadece kendimden emin değilim. Bunu hiçbir zaman bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var, o da; yanımdayken huzurlu ve güvende hissetmem.
Sıklıkla gidiyorum her akşam buluştuğumuz yere. Mükemmel bir ormanın sahile açılan, siyah kumlu, eski kayıklı, belki de dünyanın en yaşlı palmiyesinin orada olduğu bir yer burası. İki palmiyenin arasında, bana yaptığı hamakta oturuyorum, sallanıyorum, onu düşünüyorum. Birazdan saat gelecek ve tekrar kavuşacağız. Ona sımsıkı sarılmak için kalan azıcık dakikalar; saatlere, saatler; günlere, günler; aylara ve aylar yıllara dönüşüyor. Tanrım, beklemek bu kadar zor olmamalı!
Fakat, kavuştuğumuz zamanlarda, sımsıkı sarılamıyorum, düşlediğim gibi seni seviyorum diyemiyorum, rahat hissetmiyorum. Bu bir veba; sebebi onu az sevmemle ya da çok sevmemle alakalı değil. Bu sadece bir veba ve ben yapamıyorum. Bazı kelimeler gibi seni seviyorum cümlesi de benim için anlamını yitirdi. Sıcak ve içten değil. Sıcak ve içten hissetmediğim bir şeyi çok değer verdiğim birine söylemek, ona haksızlık yapmak demek olduğunu biliyorum. Ama çoğu zaman biliyorum ki onun da duymak istediği şey bu iki kelime; yanyana gelince dünyanın en anlamlı ve en tatlı cümlesi. Seni seviyorum. Oysaki bana göre seni seviyorum demek, senden nefret ediyorum demek kadar kolay. Önemli olan sevgiyi gösterebilmek ve sonuna kadar sahip çıkabilmek.
Bütün bu sevgiyi onun gözünde görebiliyorum. Çabaladığını, değer verdiğini, karşılık beklemeden istediğini biliyorum, hissediyorum. Diğerleri gibi değil, onlardan çok daha farklı. Şaşırıyorum. Hiç alışık değildim ki ben buna. Seviniyorum. Şanslı olduğumu düşünüyorum. Buna sahip olduğum için bir sürü insandan daha da şanslıyım diyorum kendi kendime. Mutlu oluyorum. Ama sonrasında gelen, iç karartıcı bu his... ah bu his! Bütün güzel şeyleri alıp götürüyor benden.
Bu his tam olarak bilinmeyen bir şey. Bilinçaltımın bana oynadığı bir oyun bu. Kara bulutların beynimde dolandığını görebiliyorum. Şeytanın oracıkta, hemen yanımda durup kulağıma sürekli bir şeyler fısıldadığını, beni üzmeye çalıştığını duyuyorum. Her şey o kadar net ki. İşte sadece bu zamanlarda her şey bu kadar net oluyor. Bütün güzelliklerin bir anda kaybolduğu, cennetin benden uzaklaştığı o zamanlarda, bu kötü ve lanet dolu zamanlarda bu şeyler bu kadar net bana doğru koşarak geliyor. Kaçamıyorum çünkü veba gibi dolanıyor boynuma. Vampir gibi kanımı emiyor. İşte bu acıyla besliyor beni. Ne yapsam kaçamıyorum, nereye gitsem bilemiyorum. Tek bildiğim şey onun oracıkta durduğu ve beni günden güne yiyip bitirdiği.
Rüyalarıma giriyor çoğu zaman. Karabasan gibi, uyanamıyorum. Bu lanetten kurtulmanın yollarını arıyorum ama içine öyle bir alıyor ki beni, kaçamıyorum. Güçsüz oluyorum. Mantıklı düşünemiyorum. Aklıma onu getiriyorum, yaşadıklarımızı getiriyorum, küçük adamızı, beni nasıl sevdiğini, kollarına aldığını ve öptüğünü düşünüyorum. Biraz kurtulabiliyorum bu vebadan, ama sadece bu kadar. Günden güne daha da büyüyor. Beynimi ele geçiriyor.
İşte tam bu zamanlarda çıldırmaya başlıyorum ben. Tam bu zamanlarda kontrolüm kayboluyor. İnsanların bana deliymişim gibi bakmalarına alışıyorum. Bunları paylaşırken kim bilir neler düşünüyorlar; manyak veya ruh hastası olduğumu mu düşünüyorlar? Çok büyük bir ihtimalle, evet. Bana asla söylemiyorlar. O zaman anlıyorum ki, sadece ben değil onlar da sır saklıyor. Sonra biraz rahatlıyorum. Ama tekrar veba beni ele geçiriyor; çünkü benimkisi sır değil, bir veba. Günden güne beni ölüme sürükleyen, sevdiklerimi benden almaya çalışan ve hep başarılı olan bir veba.
Sonra bir gün, gözlerimi açıp uykumdan uyanıyorum ve onu yanımda görüyorum. Yanımda yatmış bana sarılıyor, benden önce uyanmış beni izliyor. O anda bu vebanın hiçbir önemi kalmıyor. “Bir tek benim vebamın ilacı var ve bu ilaç da O” diye düşünüyorum. Sarılıyorum ve uyumaya devam ediyorum. Ne yazık ki, bu durum sonsuza kadar sürmüyor. Çünkü her zaman yanımda olamıyor. Uzaklaştığı an radar alıyor veba, sanki biri ona gittiğini söylemiş gibi, hemen geri geliyor. Beynimi sarmaya ve uyuşturmaya devam ediyor.
Ben bu vebadan kurtulamayacağımı biliyorum, aslında benimle birlikte herkes biliyor. O bile bunu biliyor. Yine de dile getirmiyorum. Onlar da getirmiyor. Konuşmadığım müddetçe her şey daha güzel, daha anlamlı geliyor. Düşünüyorum; yıllardır tek kelime etmemiş olduğumuzu anımsıyorum. Şimdi her şey netleşiyor. Konuştuğumuz anda her şey bitecek çünkü; gerçek dünyaya döneceğiz. Bu yüzden konuşmamayı seçiyoruz. Yıllardır bunu sürdürüyoruz. “Beni konuşturma lütfen, konuşturduğun anda her şey bitecek” diyorum. Fakat cümlelerimle değil bakışlarımla. Hemen anlıyor, başımı okşuyor ve bakışlarıyla “tamam” diyor.
İşte böyle anlaşıyoruz biz; sessiz, sakin. Çıt çıkmıyor aramızda. Sevişmelerimiz bile usulca. Her gün beni bırakma bu vebayla, diye yalvarıyorum ona gözlerimi kullanarak. İnsanın gözüyle bir şeyler anlatabilmesi duygusunu seviyorum. Her şey daha içten ve daha samimi. Sonra birden yine anlıyorum ki, biz susmayı bu yüzden seçmişiz; samimi olmak için. Beni saran bu vebayı azaltmanın yolu kendisi. Fakat ben asla kurtulamayacağımı bilerek bu vebayla yaşamaya devam ediyorum.

7 Ocak 2012 Cumartesi

AYRILIK


Her zaman ilk cümle en zor olanıdır ama o zor ilk cümleyi söyledikten sonra açılır insan. Kelimeler ağzından deli gibi akar gider, ne söylediğini bilmeden. En doğru sözler de o sözlerdir aslında. Bilmeden, düşünmeden söylersin; kalbinden geçenleri sözlerle akıtırsın. Sonuç olarak, maalesef, hep yaralar birilerini bu sözler. Kaçınılmazdır bu son. Tıpkı bizim sonumuz gibi.
O ilk cümleyi söylene kadar kim bilir kaç gün geçti, saatler, günler birbirini kovaladı. En sonunda çıkıverdi saklandığı yerden. Bir daha asla kapanmayacak bir kapı açmış oldu böylece. Bir daha asla kapanmayacağını herkes biliyordu aslında. Bunu bilmeyen sadece bendim belki de. Ya da reddediyordum. Sonuçta o kapı açıldı, hem de hiç beklemediğin bir zamanda.
Belki etki altında kalındı, belki yüreğin sesi dinlendi belki de ikisi de değil. Belki de kimse bilemeyecek. Mükemmel birini kaybetmek ne çok zor kimse bilemez. Kaybedene kadar. Onun her zaman burada, yanında olacağını düşünür. Düşündükçe de bir sürü hata yapar. Yanlış kararlar, yanlış davranışlar, yanlış tanışmalar, yanlış düşünceler. Hepsi de o kapıyı açmak için sabırsızlıkla bekler. Aslında açılmak istenen kapı da yanlıştır. Ancak, bir kere açarsan, bir daha geri dönüş olmaz. Kapının ardındaki bir anda tarihe karışır. Gözyaşlarınla seni geride bırakır.
Yine de kendini rahatlatmak istersin. İlk tepki en doğru olanıdır ne de olsa. Ama kime göre? Neye göre? İşte bunun cevabını kimse veremez. Hiç de kibar olunmadı. Karşıdaki insan kırıldı, üzüldü. Elden bir şey gelmedi. Sadece izlendi ve ağlandı. Ne kadar zaman gerekir eskiye dönebilmek için bilinmez. Ayrılık berbat bir şey. Üstelik birbirini seven iki kişinin ayrılığı daha da kötü bir şey.
Bu süreçte akla kötü şeyler asla getirilmez. Hep en güzel günler, beraber gülünen olaylar, eğlenceli dakikalar düşünülür. Kendine eziyet edilir. Halbuki buna gerek yok. Zaten bittikten beş saniye sonra onun söylediği sözler sana bir ömür boyunca eziyet olacaktır. Bu o kadar büyük bir mükemmellik ki, günlerdir insanı dış dünyadan somutlar. Kafa dağıtmak için normalde son dakika başlayacağın makaleyi bile sana iki hafta öncesinden bitirtir. İşte bu öyle bir kafa dağıtımı. Asla boş oturmak istenmez. Elbet bir yere gidilir, birileri çağırılır, uğraş bulunur, günde iki kitap bitirilir, dekorasyon değişikliği düşünülür. Saçma sapan şeyler araştırılır. Tonlarca yemek yapılır, bir sürü tatlı yenir. Asla içki içilmez çünkü bu durumlarda sarhoş olmak kadar kötü bir zamanlama olmaz. İnsana yapmayacağı şeyi yaptırır.
Hayatında ilk defa kendini bu kadar kötü, dipte ve rezil hisseder insan. Keşke der. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Sonra hemen biraz daha olsun normale dönülür ve ama olsun denir. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ondan daha iyisi sanki yok mudur diye düşünülür. Belki daha mutlu olacağım der içinden insan. Ama içeride bir yerde o gerizekalı iç ses içine fısıldar: Nereden bulacaksın? Sonra hemen mutfağa gidilir ve nutella alınıp kaşıkla yenmeye başlanır. Dolabın içi boşaltılır ve tekrar toplanır. Televizyon hiç kapanmaz. Bulmaca çözülür. Yatma vakti gelir. Onun aldığı kitaba sarılarak, ilk sayfasına yazdığı “seni seviyorum” yazısı ve o anlar aklına gelir ve uyuyana kadar ağlamaya başlanır. Sabah kalktığında da kitabın sayfaları gözyaşları yüzünden büzüşmüş olarak bulunur.
Kitap yerine koyulur. Yine bir sürü uğraş bulunur yapılacak. Rafların tozu alınır. Onun aldığı hediyeler böylece daha da göze çarpar ve temizliğe beş saat ara verilip tekrar ağlamaya başlanır. Kendine ettiğin hakaretler de cabası. Ama evdeki her eşya, akıldaki her anı onu hatırlatır ve ne kadar yapacak iş bulursan bul kaçamazsın.  
Hani aylarca bile düşünsen içinden çıkamadığın durumlar olur ya, işte bazen insanlar karar veremez bu yüzden. Sanki vereceği her karar yanlıştır. Sanki vereceği her karar doğrudur. Bilemez. İrenç bir durum. Keşke insanlar karar vermek zorunda kalmasa. Keşke insan zamanı dondurabilse. Kendine gelip devam edebilse. Ama malesef mümkün değil ve karşındaki hayatı dondurduğunda dünyanın en bencil insanı olursun. Senin için hayat donabilir ama onun için hayat devam ediyor.
Her ne kadar güçlü gözükmeye çalışsam bile, her gün kafamı yastığa koyduğum andan uykuya daldığım ana kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Aslında pişman değilim. Ama pişmanım. Her şey bitmesine rağmen hala kararsızım. Çoktan bitmiş olmasına rağmen hala gözlerimle arıyorum. Bir şeyler öldü ve artık bu sondu.
Yanmasına izin verdim. Yanmama izin verdim. 

1 Ocak 2012 Pazar

OCAK

Ocak ayı... Benim için hiçbir şey ifade etmese de, aslında, diğer taraftan da çok şey ifade ediyor. Yeni bir yılın geldiği, yeni kararların alındığı, karın; hafif hafif yolda yürüyen uzun saçlı ve güzel kızların saçlarına damlamaya başladığı, birbirinden güzel eldivenlerin, atkıların moda olduğu, çizmelerin ayaktan hiç çıkmadığı bir dönemdir ocak.
Diğer taraftan, finallere harıl harıl çalışan öğrencilerin, şirketlerde yeni bütçe yapımına geçen insanların, soğuk havadan dolayı donarak yaşam savaşı veren evsiz insanların oluşturduğu, hastalık ve griplerin üremeye başladığı bir dönem aynı zamanda.
Aslında hiçbir ayın bir önemi yok. Duygulara, durumlara, düşüncelere göre değişiyor sadece. Önemli olan gelecek diğer ayları çıkarabilmek.