Bu aralar o kadar rahat ve huzurlu hissediyorum ki. Sanırım, bu rahatlık,vermiş olduğum karardan kaynaklanıyor. Bu kararı verdiğimden beri derin derin ve mutlu nefesler alıyorum; demekki yıllardır vermek istediğim karar buymuş diyorum.
İnsanların bana inanıp inanmaması çok umrumda değil artık, çünkü; umrumda olan şey kendimi mutlu, huzurlu hissedebilmem. İşte bu yüzden hiçbir önemi yok. Zaten önemsediğim, fikirlerine değer verdiğim insanlar bana inanıyor, bu da bana yetiyor.
Evet, mutluyum. Artık bu konuyu kalabalık içinde konuşmuyorum -gerçi zaten hiçbir zaman konuşmuyordum-. Zamanla, sözlerim olmadan göstermek isterim.
28 Kasım 2011 Pazartesi
PROFESYONEL
Mesela güzel çekilmiş bir fotoğraf göreyim, ya da çok iyi yazılmış bir öykü okuyayım, en başta ne kadar da güzel yazmış/çekmiş diyorum. Oysaki kimin yaptığını öğrenince her şey değişiyor. Eğer sevdiğim biriyse, sevgim daha da katlanıyor o yapılan işe. Ancak, sevmediğim, hatta nefret ettiğim biriyse hemen ağzımdan "ıyk" dediğimiz iğrenme sesi çıkıyor. İşte bu profesyonel olamamak. Zaten öyle olmak gibi bir kaygımda olmadığı için pek sorun yok.
Fakat, siz de kabul edin, aynısını yapıyorsunuz.
Fakat, siz de kabul edin, aynısını yapıyorsunuz.
20 Kasım 2011 Pazar
SÜRÜ VE ÇOBANI
İnsan kendime güveninin en dipte olduğu zamanlardayken
düşünecek ve zihnini yoracak çok fazla şey düşünüyor ve daha da çıkmaza
sürüklüyor kendini, ya da belki de rahatladığını zannediyor ama hep bir endişe,
hep bir umutsuzluk ve hep bir “ya mutsuz olursam?” soru cümlesi içinde kısır
döngüde yaşayıp gidiyor. İşte ben de aynen o haldeyim.
Umutsuzluğa kapılmama sebep olacak bir sürü olay yaşadım ve
sanırım bunların hepsi de haklı sebeplerdi. Yirmibir yaşındayım ve bu zamana
kadar –ve halen daha- benden beklenen sadece derslerime çalışmak, başarılı
olmak ve iyi bir iş sahibi, geliri yüksek bir birey olmak. Neden? Çünkü ailem
öyle yaptı. Çünkü toplum böyle yapıyor. Çünkü farklı bir şey yaparsan seni
ayıplarlar.
İlkokulda bütün derslerimin beş olmasını istediler çünkü
ilkokulda herkesin dersleri pekiyiydi ve eğer benim iyi olmazsa onlardan farklı
olmuş olacaktım ki bu toplumun ayıpladığı, hiç hoş karşılamadığı bir durumdu.
Sonra ailem arkadaşları, akrabaları ve tanımadığı diğer insanlar karşısında
mahçup olacaktı, belki de benden utanacaktı. O yüzden ilkokulda derslerim
pekiyiydi.
Ortaokulda artık iyi bir liseye girme ve lise sınavları için
çalışma vakti geldi. Hiç başarılı olamadım, iyi bir liseye gidemedim. Onun
yerine özel okula gönderildim. Ancak, ailem bunu “yabancı dil öğrenmek çok
önemli ve malesef devlet okullarında böyle bir eğitim verilmiyor, o yüzden
çocuğumuzu çok iyi bir özel okula verdik” diye övünüp durdular. Hepsi tamamen
yalandı çünkü lisemde hiçbir işe yaramayan bir sürü çocuk sanki bir çatı altına
toplanmışlardı. Fikirlerinde tek bir madde önemliydi o da paraydı. O yüzden kim
ne kadar zengin yarışına giriliyordu.
Lisedeyken, dediğim gibi özel bir lisedeyken, şansıma
öğretmenlerim çok iyiydi ve bendeki “parıltıyı” gördüklerini söylediler, üzerime
titrediler. El üstünde tutuluyordum bu da derslerimin hemen iyi olmasını
sağladı çünkü zorla ders çalıştırılıyordum. Hocalarımın bütün bu çabaları boşa
gidemezdi, eğer gitseydi ayıp olurdu. O yüzden hiçbir hobim, hiçbir etkinliğim
olmadan sürekli zorla ders çalıştım. Hem zaten lise demek üniversite sınavı
demekti ve toplumda “kimin çocuğu en iyi üniversitede okuyor?” adlı bir sidik
yarışı vardı. Aileni utandırmaman için çalışmak zorundaydım ve en iyi
üniversiteye girmek zorundaydım. Nitekim de öyle yaptım. Şu anda türkiyenin en
iyi üniversitesinin üçüncü sınıf öğrencisiyim. Annem ve babam her gün benimle
gurur duyduklarını, benim ne kadar zeki ve akıllı olduğumu söyleyip duruyorlar.
Oysaki kendilerini kandırıyorlar. Neden mi? Hemen saymaya başlayayım.
Birincisi; okuduğum bölümden nefret ettiğim
için dönemimin en başarısız öğrencisiyim. İstediğim bölümü de tercih etme gibi
bir lüksüm yoktu çünkü en iyi üniversitelerde puanım anca bu bölüme tutuyordu.
Eh haliyle ben de kötü üniversitede istediğim bölümü okuyacağıma iyi bir okulda
istemediğim, her gün nefret ederek uyandığım ve hiç başarılı olamadığım ve de
olamayacağım bir bölümde okumayı tercih etmek zorundaydım.
İkincisi; en
sevdiğim derslerden bile en kötü notu ben alıyorum çünkü benim sayısal zekamın
çok daha iyi olduğunu biliyorum aksine sözel zekamın, özellikle yorumlama
yeteneğimin neredeyse sıfır olduğunu da çok iyi biliyorum. Belki iyi hikayeler
yazıyorum, güzel yazılar yazıyorum fakat bu demek değildir ki sosyolojik bir
makaleyi çok iyi yorumlayabilirim. Bu nedenden ötürü ailem benim başarılı
olduğumu düşünerek çok büyük bir hata yapıyor.
Üçüncüsü;
kendilerini benim okulda kalıp akademik kariyer yapacağıma o kadar şartlamış
vaziyetteler ki, yıllarca bunu yapmayacağımı söyleyip durmam hiçbir şeyi
değiştirmiyor. Bir gün bana ne yapmak istediğimi sorarlarsa eğer vereceğim
cevap karşısında kalp krizi geçirmelerinden korkuyorum. O yüzden bugüne kadar
sustum. Ancak fark ettim ki, susmak çözüm değilmiş, keşke susmasaymışım. Belki
sesimi çıkartabilirmişim ve bu düzeni –en azından kendi ailem için-
düzeltebilirmişim. Fakat malesef artık çok geç çünkü benim yapabileceğime
inanmayan bir ailem var.
Çok zor şartlarda yaşıyoruz ve işin kötü tarafı bunun
farkında bile değiliz. Biz artık birer makinayız ve doğup, iyi yerlerde okuyup,
iyi bir işe girip –iyi bir işten kastımız da özel bir şirkete girip köpek gibi
çalışıp yılda iki hafta tatile talip olmaktır-, evlenip, çocuk yapıp o çocuğu
da bu şartlara göre yetiştirmeye programlandık.
Türkiye için neden uluslararası alanda duyulmuş gurur verici
sporcularımız, müzisyenlerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız bir elin beş
parmağını geçmiyor ve hatta bazı alanlarda tek bir tane bile gösteremiyoruz?
Çünkü biz bu tür alanları okul/iş dışında uğraştığımız aktiviteler olarak
görüyoruz. Bunu da her yaşta yapamıyoruz çünkü o yorucu ve beş para etmez
tempoya o kadar bağlanmışız ki belli bir yaştan sonra kolumuzu bile
kıpırdatamaz hale geliyoruz; işten eve geldiğimizde yatağa yattığımız gibi
yığılıp kalıyoruz, yemek yemeye bile enerjimiz kalmıyor. Haftasonları desen
artık Cumartesi günü bile çalışmak zorunda olan insanlar var, onlar da haliyle
Pazar gününü bütün gün yatakta yuvarlanıp dinlenmeye ayırmak istiyorlar. Dışarı
çıkıp hava bile almak zulüm halini alıyor. Bu şartlar altında nasıl
gelişeceğiz?
Toplum sistemi eleştirebilen bireyleri –tam şu anda benim
gibi bireyleri- arayıp bulup yok etmek istiyor. Çünkü eğer toplumu eleştirirsen
toplum dışı olmaya mahkumsundur, sistemi toptan değiştirmeye meyillisindir ve
bu da birtakım kapitalistlerin hiç işine gelmeyeceği gibi tek çözüm ortadan
kaldırılmandır. Sistemin seni yutmasına izin vermezsen, sistem seni ezer,
çiğner ve üstüne tükürüp bir köşeye atar. Bu nedenle hobilerini ciddiye alan
insanlar tehlikeli insanlardır ve hemen yok edilmeleri ivedidir.
Bütün bu sebeplerden dolayı ancak 20 yaşımdayken gerçek bir
hobi sahibi olabildim ve bu hobiyi ölesiye sevdim. Belki bu bilinçle işe
başlasaydım bu alanda çok başarılı olabilirdim çünkü bunun benim için özel
olduğunu kalbimin en derinliklerinde hissedebiliyorum. Tek bir sorun –ve en
büyük sorun- ise bunun gerçeğe asla dönüşmeyeceği ve benim için hep aktivite
olarak kalacak olmasıdır. İşte canımı en çok acıtan ve beni en çok yaralayan
gerçek de bu gerçektir. Üstelik de mezun olduktan sonra gireceğim işyeri
dolayısıyla da bu sevgimin zamanla hayatımdan tükeneceğini biliyorum çünkü
şartlar böyle ve herkes şartlara karşı boynu bükük durmak zorunda. Tek bildiğim
bir şey var ki hayatımdan çıksa dahi her zaman kalbimin en derininde içimde bir
ukte olarak ben ölene kadar orada duracak ve beni her düşüşümde daha da
rahatsız edecek bir duygu seline çevirecek.
15 Kasım 2011 Salı
YALNIZLIK
Çocuk sürekli ağlıyordu, durmadan ağlıyordu. Kadın, ne
yapacağını bilmeden, çaresizce debeleniyordu.
Karnı mı açtı?
Çişi mi gelmişti?
Gazı mı vardı?
Yoksa hasta mı olmuştu?
"Neyi olduğunu sorayım" diye düşündü. Ama sonra,
çocuğun konuşamadığını gördü; daha bebekti. Öyle ya bu çocuk da nereden
çıkmıştı şimdi? Kendi de bilmiyordu ki. Gözünü açtığında eskimiş koltuğun
üzerinde bulmuştu O'nu. Kadın da zaten çocuğun ağlama sesine uyanmamış mıydı?
Birden telaşlandı, heyecanla küflenmiş dört duvar arasında dolanmaya başladı.
Dakikalar geçtikçe çocuğun ağlama sesi daha da artıyordu, kadının adımları da
daha çok hızlanıyordu. Ne yapmalıydı?
Çocukları hiç sevmezdi ki zaten. Dillerinden de anlamazdı.
Sırayla aklına gelen her şeyi denemeye başladı heyecan içerisinde.
Çocuğa süt ısıttı, içirmeye çalıştı. Yok, çocuğun derdi aç
olması değildi.
Acaba altını mı açsaydı? Baktı, bezi tertemizdi; sorun çiş
ya da kaka değildi.
Kucağına almak istedi fakat çocuk nasıl tutulur bilmiyordu.
"Ya düşürürsem?" diye düşündü hızlıca. Yine de bunu yapmak
zorundaydı. Çocuğun belki de gazı vardı. Nihayet, filmlerden gördüklerini
hatırlayarak, çocuğu kucakladı ve sırtını sıvazlamaya başladı.
Yok, yok, yok!
Neydi bu çocuğun sorunu? Neden ağlıyordu bu kadar çok?
"Belki de hastadır" dedi kendi kendine. Beş çocuğu
olan komşusuna mı sorsaydı?
Ama yok, soramazdı ki! Daha geçen hafta birbirlerini
bıçaklayacak kıvama gelmişlerdi; kavga da yine çocuklar yüzünden çıkmıştı.
Kadın, çocukların sesinden konsantre olamıyordu.
Çocuğun alnına dokundu; ateşi yoktu. Zaten sağlıklı
duruyordu.
Tüm bu düşünceler arasından aklına bir fikir geldi; acaba
uyuyup uyansa çocuk yok olur muydu? Biraz önce de öyle olmamış mıydı? Uykudan
uyandığında esrarengiz çocuğu görmüştü ansızın.
Belki de çocuk yabancı bir evde olduğu için ağlıyordu. Ama
nereden gelmişti bu çocuk şimdi? Sonsuza kadar burada kalamazdı. Kadının bir
çocuğa bakacak kadar ne bütçesi ne de sabrı vardı. Zaten kadın anlamazdı ki
öyle aile olmaktan, aşktan, dostluktan, insanlıktan... Yalnız gelmişti, yalnız
gidecekti. Çok emindi. Kalbini hiç birine açamamıştı, hep kırılır diye
korkusundan. Zaten böyle olmaya da alışmıştı, kendince mutluydu.
Düşüncelerle beraber uykuya daldı.
Uyandığında çocuk yoktu.
Durdu, küçücük odasına baktı.
Gerçekten yoktu!
"Tanrım, istediğim oldu, çocuk gitti" diye
düşündü.
Derken bir ağrı saplandı başına. Aslında bu bir işaretti.
Acaba çocuk gitmese miydi? Hayatında ilk kez biri için heyecanlanmıştı. Çocuğun
gitmesine sevinmiş olmalıydı oysaki. Buruklaştı. Acaba şimdi neredeydi bebek?
Kimbilir nerede ağlıyordu. Onu yanında istedi. Hayatında ilk defa, birini
-hatta bir bebeği- yanında istedi.
-Keşke, dedi, keşke bir kez daha görebilseydim onu, o zaman
asla bırakmazdım.
Artık çok geçti. Kadın yalnızlığı ile ölmeye mahkum olmuştu
bile.
Yine de her gün, hayatının her saniyesinde, her uykudan uyandığında
heyecanla baktı etrafına, belki buradadır diye umutla bekledi küçük bebeği.
Gelmedi.
Kadın da yalnızlığıyla beraber tarihe gömülecekti.
10 Kasım 2011 Perşembe
SENİ TEKRAR GÖRMEK
Neredeyse bir ay olmuştu geleli bu şehre. Küçük ama samimi
bir yerdi, sevmişti de burayı. Hayallerinde böyle bir kasabada yaşamayı
kurmuştu hep. "Karımı, çocuklarımı da yanıma alsam, burada yaşasak"
diye düşündü. Düşündüğü anda böyle bir şeyin gerçek olamayacak kadar abartılı
bir hayal olduğunu zihnindeki fotoğraflarla kanıtladı.
-Bambaşka bir ülke, bilmediğimiz bir dil, imkansız, dedi
kendi kendine. Zaten işi de bitmek üzereydi, sandığından uzun bile sürmüştü.
Gazeteci olmanın böyle eksileri vardı işte, ailesinden ne kadar uzakta
kalacağını kimse bilemezdi. Üstüne üstlük, uyuşturucu hakkında yazı araştırması
yapmak hiç de hoş değildi onun için.
-Bugünlük bu kadar yeter, mülakatı burada bitirelim, dedi
karşısındaki adam. "Herhalde uyuşturucuya ihtiyacı vardır yine" diye
düşündü ve kırık bir sesle "sizi yarın ararım o halde" diyerek
kağıtlarını ve ses kayıt cihazını çantasına koymaya yeltendi. Kafasını
kaldırdığında adam çoktan yok olmuştu. Kendini mutsuz hissetti, bir an önce
gitmek istiyordu. Demek ki, o kadar da çok sevmemişti bu kasabayı. Oteline
gitmek için yürümeye başladı, öyle ya burada herkes yürürdü. Ne de olsa küçük
bir kasabaydı burası. Yok, yok, tam da hayallerindeki gibiydi.
Kendini yatağına atıp, uykuya dalarken düşledi. Şu anda
ihtiyacı olan tek şey buydu. Ancak, öncelikle karnından gelen sesler ile temel
ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğini anladı.
Kasabaya göre büyükçe, kendi şehrindekilerle
karşılaştırdığında ise küçük gelen bir restorana girdi. Restoran da değildi
hani. Küçük ve şirin bir café. Çabucak menüye göz gezdirerek, garsonu çağırdı,
siparişini verdikten sonra beklemeye koyuldu.
Derken O'nu gördü.
O muydu sahiden?
Hatırladığı kadarıyla saçları upuzun, sapsarıydı. Masmavi
gözleri vardı.
Gözlerine bakmaya çalıştı, mavi miydi?
Evet, masmaviydi. Çok uzaktan bakıldığında bile masmavi
parlayan, savrulan saçlarıyla uyum içinde etrafa bakan deniz mavisiydi. Kimi
turkuvaz derdi onun gözlerine. Ama biliyordu, o maviydi.
-15 sene önceydi, belki de ona çok benzeyen başka biridir,
diye düşündü.
Yok ama emindi. Gördüğü kişi O'ydu.
Anlamlı şekilde kadına bakmaya çalıştı kendisini göstermek
ister gibi. Kadınla birkaç kere göz göze geldiler fakat kadın oralı olmamıştı.
Garson yemeğini getirip önüne koymuştu fakat adam farketmemişti bile. Tek
düşüncesi kadındı.
-Sahi, beni unutmuş mudur? diye düşündü. Sadece iki günleri
olabilmişti neden unutmasındı ki?
Adam telaşlı ve heyecanlı bir tavırla düşündü. Bir şeyler
yapmalıydı, kendini göstermek, hatırlatmak için bir şeyler. 15 sene önceki
halini düşündü. Saçları hafif uzamış, yeşil gözlü, çilli ve zayıftı o zamanlar.
Şimdiki halini unutmuş, hatırlamak ister gibi camın yansımasından kendine
baktı. Hiçbir şey değişmemişti, aldığı beş kilo haricinde yine aynı kişiydi.
"Boyum zaten çok uzun, aldığım beş kilo farkedilmiyordur bile", diye
düşündü.
Bu sefer farklı bir bakış.
-Beni tanımış olmalı, diye düşündü. Kadın bakışlarını
sıklaştırmıştı. Bir şeyler yapmalıydı. Konuşsa mıydı? Hangi dilde konuşacaktı?
Öyle ya, kadın yabancıydı. Gerçi şu an için O da burada yabancıydı. Düşündü.
Hangi dilde konuşurduk biz, diye düşündü. Cevabı biliyordu aslında. Sadece
zaman kazanmaktı amacı. Nereden zaman kazanmak? Bilmiyordu. Saçmalıyordu.
Heyecanlanmıştı.
Önündeki yemek buz gibi olmuştu. Garson, "bir sorun mu
var beyefendi?" diye sorduğunda kendine gelmişti. Sorun olmadığını, sadece
biraz yorgun olduğunu bildiren bir konuşma yaparak teşekkür etti. Tekrar kadına
bakmaya başladı. Kadın da mı ona bakıyordu, yoksa ona mı öyle geliyordu? Sigara
içme ihtiyacını hissetmişti. Çantasından çıkardığı sigarayı yakmak için
cebindeki çakmağını aramak istedi. Birden vazgeçti. Evet, kadından çakmak isteyebilirdi.
Düşündü, çocukça buldu. Cebinden çakmağını çıkartıp
sigarasını yaktı. Kafasını kaldırdığında kadının ayağa kalkıp, ona doğru
yöneldiğini gördü. Kalbi çok şiddetli derecede atmaya başladı. Derken, işte
orada, masasının dibindeydi.
-Sizi tanıyor muyum? dedi kadın. Adam bunu duyduğuna
şaşırmıştı çünkü kadın tarafından söylenen bu cümle adamın dilindeydi. Demekki
sonunda öğrenebilmişti bu dili.
-Tanıyor olabileceğini düşünüyorum, eskilerden kalan bir
hatırama çok benziyorsun ya da gerçekten kendisisin, dedi adam.
Kadın gülümsedi, önce kendi ismini söyledi, sonra adamın
ismini söyledi. Adam daha çok heyecanlanmış şekilde ayağa kalktı, kadına
sarılmak, onu kucaklamak istiyordu. Fakat kadın mesafeli davranıyordu. En
sonunda kadını kolları arasına almıştı. Kadın önce direnmek istedi fakat daha
sonra kendini serbest bıraktı.
Sabaha kadar konuştular, yine de mesafeyi kapayamamışlardı.
İkisi de bunu öylesine hissediyorlardı ki ne yaparlarsa yapsınlar
unutamıyorlardı. Adam, karısından, çocuklarından bahsetti; kadın, kariyerinden.
Saatlerce bıkmadan konuşmuşlardı.
-Artık veda vakti geldi, dedi kadın birkaç saat sonraki
uçağını hatırlatarak.
-Yine gidiyorsun, dedi adam sitem ederek.
Kadın hızlıca, çantasından çıkardığı kalemle, kağıda bir
şeyler karalayarak:
-Bu benim telefon numaram ve mail adresim, istediğin zaman
ara veya mesaj at, dedi.
Yanağına bir öpücük kondurdu ve uzaklaşmaya başladı.
Adam arkasından "gitme!" diye bağırdı.
Cevap gelmedi.
-Duymamış olmalı, diye düşündü.
15 sene öncesini düşündü.
Kadın trene biniyordu, elinde bavulu vardı. El sallayarak
uzaklaşıyordu. Adam "gitme!" diye bağırmıştı. Kadın duymayarak,
perona doğru hızlı adımlarla uzaklaşmıştı.
-Duymadı, yine duymadı, dedi kendi kendine.
***
Kadın, havaalanına vardığında düşündü:
-15 sene önceydi, bana "gitme!" demişti,
duymamazlıktan gelmiştim çünkü gitmeliydim. 15 sene sonra bugün, yine
duymamazlıktan geldim çünkü gitmeliyim.
7 Kasım 2011 Pazartesi
TELEVİZYON
Televizyondan nefret ediyorum. Onun kadar akıllı bir kutu daha yoktur sanırım bu dünyada. İnsanları nasıl da ağına almayı, nasıl da ağzından salyaları akacak kadar bilinçsizleştirmeyi biliyor kerata. Milyonlarca dizi yayınlıyor bir kere. Sadece bunlar bile yeter de artar insanı robotlaştırmak için. İnsanların günlük yaşamda konuştuğu konuların "dünkü diziyi anlatsana" muhabbetinin oranının yüzde kaç olduğunu bilmek ister misiniz? Tabii bu soruyu size sormuyorum koyunlar, siz o boş kutuya sabahtan akşama kadar bakmaya devam edin. Ben, benim gibi bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünen ve bundan büyük bir rahatsızlık duyan bilinçli yetişkinlere sesleniyorum. Bu oranı bilmeyi bırakın tahmin bile etmek istemezsiniz. Sadece ben, günde en az beş kere birbirine dizi anlatan koyunları görüyorum sokaklarda, metroda, otobüste, restoranlarda.
Ev kadınları da en rahatı. Sabah kalkar kalmaz televizyonu aç. Hoop kahvaltını tepsiye koy salona git, televizyonun karşısına otur. Arada bir reklamlarda mutfağa kadar koş akşam çocuğa yemek yap. Sonra hemen yerine geri koş ki dizilerini, evlendirme programlarını kaçırma. Aman ha sakın kaçırma yoksa her şeyden geri kalırsın. Yalnız bu süreç içinde sakın eline kitap alıp okumaya kalkma! Allah korusun bir iki şey öğrenirsin falan aman kitaplardan uzak dur.
Ama en zor çalışanların işi. Eve gel, kumandayı eline al. Sonra tam bir program aç ki ev halkı seni o bilge kutunun önünden kaldırıp mutfak masasına oturtsun. Neymiş efendim yemek yiyecekmişsin! Sen yiyeceğini yemişsin zaten ne gerek var daha yemeye. Yemekten sonra kalk, yine o yüce kutunun önüne otur, yatana kadar da kalkma. Hatta yatak odana da git hemen bir tane al ki uyumana yardımcı olur, yatağına yatarken açarsın.
Aslında gerçekten ne bilge şey şu televizyon denen madde. İnsanı hemen nasıl ele geçireceğini biliyor tabi. Sonra da yaptır bütün istediklerini. Sen adama televizyon ver yeter, o senin için katil de olur, cani de olur. Ama yeterki televizyonu yanında olsun.
Ev kadınları da en rahatı. Sabah kalkar kalmaz televizyonu aç. Hoop kahvaltını tepsiye koy salona git, televizyonun karşısına otur. Arada bir reklamlarda mutfağa kadar koş akşam çocuğa yemek yap. Sonra hemen yerine geri koş ki dizilerini, evlendirme programlarını kaçırma. Aman ha sakın kaçırma yoksa her şeyden geri kalırsın. Yalnız bu süreç içinde sakın eline kitap alıp okumaya kalkma! Allah korusun bir iki şey öğrenirsin falan aman kitaplardan uzak dur.
Ama en zor çalışanların işi. Eve gel, kumandayı eline al. Sonra tam bir program aç ki ev halkı seni o bilge kutunun önünden kaldırıp mutfak masasına oturtsun. Neymiş efendim yemek yiyecekmişsin! Sen yiyeceğini yemişsin zaten ne gerek var daha yemeye. Yemekten sonra kalk, yine o yüce kutunun önüne otur, yatana kadar da kalkma. Hatta yatak odana da git hemen bir tane al ki uyumana yardımcı olur, yatağına yatarken açarsın.
Aslında gerçekten ne bilge şey şu televizyon denen madde. İnsanı hemen nasıl ele geçireceğini biliyor tabi. Sonra da yaptır bütün istediklerini. Sen adama televizyon ver yeter, o senin için katil de olur, cani de olur. Ama yeterki televizyonu yanında olsun.
4 Kasım 2011 Cuma
ÜLKEM
Ülkemi seviyorum özellikle ülkemin politikasını seviyorum; onun sıfır düşman dediği zaman gözümün içine baka baka yalan söylemesini seviyorum. Sistemini de çok seviyorum; ne zaman devlet dairesinde işim olsa kimsenin yerinde olmamasını, kimsenin kimseden haberi olmamasını seviyorum. En ufak örneği; otobüslerin sürekli zamanından daha geç ya da erken gelmesini ama asla gelmesi gereken zamanda gelmemesini seviyorum. Futboldan başka bir şeye kafası çalışmayan Sergen'in yetenek sizsiniz gibi kıro dolu bir programda jüri üyesi olabildiği bir ülkede yaşamayı seviyorum. Hülya Avşar'a sanatçı denildiği, Fazıl Say'ın yuhalandığı bir ülkede yaşamaktan gurur duyuyorum. Derya Büyükuncu adlı milli yüzücümüzün arkasında duramadığı devlete ve bu yüce adamın kendi imkanlarıyla yukarılara çıktığı bir ülkeye güvenim sonsuz. Dünya barışı için bütün dünyayı gezen ve sonunda Türkiye'ye gelen kadına tecavüz eden ve en sonunda onu öldüren bir halkla beraber yaşadığım için gurur duyuyorum. Onüç yaşındakı çocuğa bilmemkaç kişi tecavüz ettikten sonra "kendi rızasıyla beraber olmuştur" kararı çıkaran mahkemenin adaletine sonsuz saygı duyuyorum. Hergün dini, milli çıkarlara alet eden bütün insanlarla yaşamanın ne kadar mutluluk verici olduğunu düşünerek uyanıyorum.Çok kitap okuduğunu söyleyen insanların edebi kaygı olmadan rasgele yazılmış bestseller'lardan bahsettikleri bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin ne kadar yukarıda olduğunu düşünüyorum.
İşte Atatürk, senin halkın budur. Sen hiçbir zaman milletinden vazgeçmedin belki ama umarım bütün bu manzaraları yukarılardan bir yerden görmüyorsundur çünkü bunu gördüğün anda ne kadar utanmış olabileceğini hergün tahmin etmekle meşgulüm ben.
1 Kasım 2011 Salı
KASIM
Aylardan kasım. Artık hergün yağmurlu ve soğuk bir güne uyanıyorum. Simsiyah perdemi sabah kalktığımda açmama gerek duymuyorum çünkü hava da aynı perdem kadar kara. Kasım ayı aynı zamanda benim için hüzün ayı demek; çünkü, ağaçlardaki sararmış yaprakların yerleri kapladığı ve ağacını çırılçıplak bıraktığı bir dönem. Tıpkı sararıp eskimiş ve dökülmeye hazır düşüncelerinizin beyninizin içini yalnız bırakıp sizi yeni bilgilere sürüklemeye başladığı ve sizin de bu yeniliği zorla kabul etmek zorunda olduğunuz bir dönem. Kasım ayı... Geçen kışın, ilkbaharın ve yazın bütün kötü düşüncelerinin terk edildiği ve yerini yeni hedefler ve yeni mutlulukların(!) aldığı dönem. İnsanın yenilendiğini düşündüğü ay. Eski ve kurumuş yapraklarınızdan kurtulun ve yeniliğin tadını çıkarın, bunu yaparken de yanınızda mutlaka sıcak çikolatanız ve en sevdiğiniz başucu kitabınız tekrar defalarca ama defalarca okunmak için elinizde olsun. Yoksa bu karanlık ve soğuk kasım ayı geçmek bilmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)