24 Aralık 2011 Cumartesi
8 Aralık 2011 Perşembe
MEKTUP
Kadın duygusaldır; kalbini hemen açar, kalbini hemen kırarlar. Hemen mutlu olur, hemen mutluluğunu söküp alırlar. Bir duruma sinirlenmişse, söyleyemez bazen; ya da söylemek istediği şeyleri söylemeye cesareti yoktur. Şimdi karar verdim, her şeyi anlatacağım der; yine boğazı düğümlenir, susar. En iyisi mektup yazayım der; sayfalarca yazar, yazar, yazar...içini döker; postalayamaz. Neden? İçini yazarak döker, rahatlar ve göndermemeye karar verir. Neden ilişkilerde önce erkek davranır? İşte bu yüzden. Kadın konuşmaz, bekler. Sadece sinyaller gönderir ve bekler. Eline kağıdını ve kalemini alır, yazar ve bekler. Bazı durumlar için cesareti yoktur; o yüzden yazar. Bir mesaja cevap verirken bile kaç yere yazıp siler? Doğru cümleyi bulana kadar. Uzaktaki sevgilisine mektup yazar, gönderir. Cevap hemen gelmezse sinirlenir. Başka bir mektup yazmaya başlar, sonra başka bir tane daha, sonra yine bir tane daha ve bir tane daha. Hiçbirini göndermez çünkü o bu mektupları yazana kadar cevap çoktan gelmiştir bile. Mektubu eline aldığı anda, daha okumadan, hemen yumuşar ve sayfalarca yazdığı o sinirli mektupları tek saniyede unutur. Kadın duygusaldır, mantığını pek kullanmayı istemez. Erkeklerin de duygularıyla hareket etmesini ister. Oysaki erkeklerin birinci planı mantıklarıdır. İşte bu yüzden ortaya kadın ve erkek arasındaki anlaşmazlıklar çıkar. Kadın, göndermeyeceği bir sürü mektup yazar; erkeklerden daha fazla mektup yazar. Erkekler bunu bilmez.
BOŞUNA
İnsanlar bir kişiye veya duruma sinirlenirler. Yüzlerine yumruk atamayacakları için, duygularını ve düşüncelerini kağıda dökerler. Böylece, içlerini döktükten sonra kendilerini daha rahatlamış hissederler. Böylece kelimelerin yan yana gelirken ortaya çıkan uyum ve ahengine hayran kalırlar. Birkaç zaman sonra geri dönüp yazdıklarını okuduklarında belki de beğenmezler, yine de o ilk yazı insanda bir kıvılcımı tetikler ve insan yazmaya başlar. Giderek yazdığı şeyler daha anlamlı, daha uyumlu ve daha mükemmel görünmeye başlar. Yakınlarına göstermeye ve onların fikirlerini almaya çalışırlar. Geri dönüş ne kadar olumlu olursa, içindeki istek o kadar artmaya başlar. Böylece daha çok kitleye ulaşmış olurlar. Sonunda yazıları aynı yerde toplanır ve yazıtın ismi kitap olur; insan da onun yazarı. İşte böylece edebiyat ortaya çıkar.
Edebiyatı sevmeyen insanı sevmem, çünkü; bir ulusun en önemli silahı edebiyattır. Edebiyatı oldukça, zenginleştikçe gelişir ve büyür. Dünyaya açılır, uluslararası olur. Böylece dünya edebiyatı ortaya çıkar.
Sadece bu şehirde keşfedilmeyi bekleyen binlerce yazarımız var. Ülke, onların keşfedilmesini sağlamalı, birtakım olanaklar sağlamalı, yazımhaneler açmalı ve bunlar ücretsiz olmalıdır. Ancak, bizim ülkemizde bunu sağlamak olanaksız, hatta imkansız. Devlet büyükleri, kapitalistler, şirket sahipleri, kısacası herkes "nerede, ne açsam da parayı bulsam?" mentalitesinde oldukları sürece, ASLA gelişemeyeceğiz. Günümüz kapitalizmini yanlış anlayan bir sürü işe yaramaz, paragöz adamlarla hiçbir yere varamayacağımız gibi günden güne geriye gidiyoruz.
Bizim bu halimize her gün çok üzülüyorum ve elimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Edebiyatı sevmeyen insanı sevmem, çünkü; bir ulusun en önemli silahı edebiyattır. Edebiyatı oldukça, zenginleştikçe gelişir ve büyür. Dünyaya açılır, uluslararası olur. Böylece dünya edebiyatı ortaya çıkar.
Sadece bu şehirde keşfedilmeyi bekleyen binlerce yazarımız var. Ülke, onların keşfedilmesini sağlamalı, birtakım olanaklar sağlamalı, yazımhaneler açmalı ve bunlar ücretsiz olmalıdır. Ancak, bizim ülkemizde bunu sağlamak olanaksız, hatta imkansız. Devlet büyükleri, kapitalistler, şirket sahipleri, kısacası herkes "nerede, ne açsam da parayı bulsam?" mentalitesinde oldukları sürece, ASLA gelişemeyeceğiz. Günümüz kapitalizmini yanlış anlayan bir sürü işe yaramaz, paragöz adamlarla hiçbir yere varamayacağımız gibi günden güne geriye gidiyoruz.
Bizim bu halimize her gün çok üzülüyorum ve elimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
6 Aralık 2011 Salı
HYGGE OLMAK
Tek bir saniyeliğine güzel ve ümit dolu hayaller düşlüyorum. Bu tek saniye içinde beni üzen durumlar, olumsuz hayat koşullarım, bütün hepsi kafamın içinden çıkıyor. Aynı zamanda; kötü insanlara, kalp kıranlara da yer yok. Sadece ben ve sevdiklerim var. Yani beni gerçekten, kalpten seven insanlar var. Onların yanında kendimi huzurlu ve mutlu hissettiğim insanlar. Hepimiz soğuk ve karlı bir kış gününde, lapa lapa karlar camın içinde birikirken, kocaman ve sıcak salonumuzda oturuyoruz. Köşede yılbaşı ağacımız var; üzeri süslü ve en üstünde kocaman bir parlak yıldız var. Yerde minderler var, minderleri çevreleyen, yanan mumlar var. Mum ışığı olduğu için elektrikler kapalı. Hepimiz minderlerin üzerinde oturuyoruz, konuşuyoruz, şakalaşıyoruz, aynı anda yılbaşı kurabiyelerinden yerken, sıcak çikolatalarımızı içiyoruz. Tam bu anda Hygge'yiz.
Mum ışığı önemli çünkü; dışarıdaki soğuk havadan bizi koruyan sıcak ve ılık bir ışığı temsil ediyor. Karnımızın tok olması, bir şeyler atıştırıyor olmamız önemli çünkü; insan açken Hygge durumuna yaklaşamaz. Kelimenin tam anlamıyla, beni irite eden, sıkan ve üzerimde olumsuz etki yapan tüm düşünceler ve aksiyonlardan uzak kalıyorum. İşte tam bu anda Hygge olmaya hak kazanıyorum.
Hygge, Danca kökenli bir sözcük olmakla beraber, Danimarka kültürünü en iyi temsil eden kelimedir. Danimarka'da; sokakta yürüyen insanlardan, fırından yeni çıkmış ekmeğini alıp sıcacık yuvasına giden adamdan, kasiyerlerden, şirket çalışanlarından, yazarlara kadar hepsinin ağzından duyulan bir sözcük. Bu kelimenin başka bir özelliği de kendinden başka hiçbir dile çevrilememesidir. Sadece danca tek bir kelimedir; diğer dillerde bu kelimeyi anlatmak için, şimdi yapıldığı gibi, kompozisyon yazılır.
Ayrıca Hygge'i başka türlü tanımlamak gerekiyorsa: Hayatta bir takım aksiyonlar vardır; "anlatamam, görmen lazım" denilen kalıba uyarlar. İşte bu kelime de aynı bu kalıba uyar. Anlatılmaz yaşanır.
Mum ışığı önemli çünkü; dışarıdaki soğuk havadan bizi koruyan sıcak ve ılık bir ışığı temsil ediyor. Karnımızın tok olması, bir şeyler atıştırıyor olmamız önemli çünkü; insan açken Hygge durumuna yaklaşamaz. Kelimenin tam anlamıyla, beni irite eden, sıkan ve üzerimde olumsuz etki yapan tüm düşünceler ve aksiyonlardan uzak kalıyorum. İşte tam bu anda Hygge olmaya hak kazanıyorum.
Hygge, Danca kökenli bir sözcük olmakla beraber, Danimarka kültürünü en iyi temsil eden kelimedir. Danimarka'da; sokakta yürüyen insanlardan, fırından yeni çıkmış ekmeğini alıp sıcacık yuvasına giden adamdan, kasiyerlerden, şirket çalışanlarından, yazarlara kadar hepsinin ağzından duyulan bir sözcük. Bu kelimenin başka bir özelliği de kendinden başka hiçbir dile çevrilememesidir. Sadece danca tek bir kelimedir; diğer dillerde bu kelimeyi anlatmak için, şimdi yapıldığı gibi, kompozisyon yazılır.
Ayrıca Hygge'i başka türlü tanımlamak gerekiyorsa: Hayatta bir takım aksiyonlar vardır; "anlatamam, görmen lazım" denilen kalıba uyarlar. İşte bu kelime de aynı bu kalıba uyar. Anlatılmaz yaşanır.
3 Aralık 2011 Cumartesi
NEDEN?
Neden hep mutsuz olmak zorunda kalıyorum? Neden hep vazgeçmek zorunda kalıyorum. Neden her şey bu kadar zor ve neden her sevindiğimde üzülmem gereken durumlar ortaya çıkıyor?
Bütün hayallerim bitti, yıkıldı, tükendi. Şu hayatta istediğim tek bir şey vardı ve ona bu kadar yaklaşmışken tekrar başa sardım ve boğuldum. Neden? Tekrar başlayamıyorum; gücüm tükenmedi. Sadece şartlar bana hiç yardımcı olmuyor.
"Hayatta en çok istediği şeyi bazen yapamıyor insan."
İnanmazdım buna, gülerdim. İnsan kafasına koyduğu şeyi yapar derdim. Ben de bu duruma düşene kadar. Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir amacım kalmadı. Evden dışarıya çıkmıyorum. Okula gitmiyorum. Çıktığım zamanlarda ise yemek yemeğe gidiyorum. İşte bu kadar amaçsız ve boşluktayım. Eskiden eğlencelerim vardı. Artık eğlenemiyorum. Etrafımdaki herkes bana çok hareketli ve fazla geliyor. Ayak uyduramıyorum. Yapmak istediğim tek şey kafamı yorganımın altına sokmak, sabahtan akşama; akşamdan sabaha orada kalmak, sessizce değil çığlık ata ata ağlamak. Hiçbir amacım yok artık benim. Artık bir hiçim. Böyle hissediyorum.
Ne konser, ne tiyatro, ne sinema, ne okul, ne ümit etmek... Artık bütün kelimelerin içi boş. Hepsi anlamsız ve gereksiz. Kafamın içinde tek bir kelime var: Neden?
Bu kadar kötü bir insan mıyım ben? Her mutlu olmaya başladığımda, her yolumu tekrar bulmaya başladığımda cezalandırılıyorum. Oysaki kime ne zararım var ki benim? Sessiz, sakin, işinde bir insanım ben. Kimseyi rahatsız bile etmem. Hatta şu hayatta başıma ne geldiyse iyiliğimden gelmiştir bile diyebilirim. Şimdi neden bana inanmayanları haklı çıkartmak zorunda kalacağım?
Tek istediğim bu yolda ilerlemekti, mutlu olmaktı. Artık hepsi hayal oldu. Artık şartlar uygun değil. Ölene kadar yapmak istediğim tek şey var; kafamı yorganımın içine sokup hayalini kurmak. Nerede, hangi şartlarda olmak istediğimin hayalini kurmak. Kafamda şampiyon olmak. Kafamda dünya starı olmak. Kafamda dünyanın birincisi olmak.
İnsanlardan nefret ediyorum. Hepsinden ayrı ayrı nefret ediyorum. İnsan kadar bencil, kendi hesabına düşkün, başkalarını düşünmeyen, umursamayan, kendini dünyanın merkezine koyan, yalancı, yanıltıcı bir varlık var mı bu dünyada? İnsanların kötü durumda olmasını, bu kötü durumdan çıkamamasını sağlayan sadece şartlar mı gerçekten? Hayır, yine insanlar. O şartları ortaya çıkartan bok insanlar. İsteklere erişimi güçlendiren hatta imkansızlaştıran gene o bok insanlar. Kapitalizmin kucağındaki o bok insanlar.
Hepinizden nefret ediyorum. Umarım en kısa zamanda ölürüm. Böylece size bir ömür boyu katlanmak zorunda kalmam.
Bütün hayallerim bitti, yıkıldı, tükendi. Şu hayatta istediğim tek bir şey vardı ve ona bu kadar yaklaşmışken tekrar başa sardım ve boğuldum. Neden? Tekrar başlayamıyorum; gücüm tükenmedi. Sadece şartlar bana hiç yardımcı olmuyor.
"Hayatta en çok istediği şeyi bazen yapamıyor insan."
İnanmazdım buna, gülerdim. İnsan kafasına koyduğu şeyi yapar derdim. Ben de bu duruma düşene kadar. Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir amacım kalmadı. Evden dışarıya çıkmıyorum. Okula gitmiyorum. Çıktığım zamanlarda ise yemek yemeğe gidiyorum. İşte bu kadar amaçsız ve boşluktayım. Eskiden eğlencelerim vardı. Artık eğlenemiyorum. Etrafımdaki herkes bana çok hareketli ve fazla geliyor. Ayak uyduramıyorum. Yapmak istediğim tek şey kafamı yorganımın altına sokmak, sabahtan akşama; akşamdan sabaha orada kalmak, sessizce değil çığlık ata ata ağlamak. Hiçbir amacım yok artık benim. Artık bir hiçim. Böyle hissediyorum.
Ne konser, ne tiyatro, ne sinema, ne okul, ne ümit etmek... Artık bütün kelimelerin içi boş. Hepsi anlamsız ve gereksiz. Kafamın içinde tek bir kelime var: Neden?
Bu kadar kötü bir insan mıyım ben? Her mutlu olmaya başladığımda, her yolumu tekrar bulmaya başladığımda cezalandırılıyorum. Oysaki kime ne zararım var ki benim? Sessiz, sakin, işinde bir insanım ben. Kimseyi rahatsız bile etmem. Hatta şu hayatta başıma ne geldiyse iyiliğimden gelmiştir bile diyebilirim. Şimdi neden bana inanmayanları haklı çıkartmak zorunda kalacağım?
Tek istediğim bu yolda ilerlemekti, mutlu olmaktı. Artık hepsi hayal oldu. Artık şartlar uygun değil. Ölene kadar yapmak istediğim tek şey var; kafamı yorganımın içine sokup hayalini kurmak. Nerede, hangi şartlarda olmak istediğimin hayalini kurmak. Kafamda şampiyon olmak. Kafamda dünya starı olmak. Kafamda dünyanın birincisi olmak.
İnsanlardan nefret ediyorum. Hepsinden ayrı ayrı nefret ediyorum. İnsan kadar bencil, kendi hesabına düşkün, başkalarını düşünmeyen, umursamayan, kendini dünyanın merkezine koyan, yalancı, yanıltıcı bir varlık var mı bu dünyada? İnsanların kötü durumda olmasını, bu kötü durumdan çıkamamasını sağlayan sadece şartlar mı gerçekten? Hayır, yine insanlar. O şartları ortaya çıkartan bok insanlar. İsteklere erişimi güçlendiren hatta imkansızlaştıran gene o bok insanlar. Kapitalizmin kucağındaki o bok insanlar.
Hepinizden nefret ediyorum. Umarım en kısa zamanda ölürüm. Böylece size bir ömür boyu katlanmak zorunda kalmam.
2 Aralık 2011 Cuma
ANNEANNEM/DEDEM
O kadar çok alıştım ki sizlere... Gittiğiniz zaman bu ev benim için bomboş olacak. İlk başlarda çok zor olsa da, kalabalıklık beni sıksa da, siz benimle beraberdiniz ve çok da güzel bir ay geçirdik sizinle. Keşke hiç gitmeseniz, keşke hep beraber olabilsek, keşke bu kadar uzak yaşamasak.
Kalabalık sevmiyorum diyorum; yalan!
Tek başıma daha mutluyum diyorum; yalan!
Zorla arayıp konuşamam diyorum; o da yalan!
Aslında sizi ne kadar çok seviyorum. Yaptığınız fedakarlıklar, benim için verdiğiniz emekler o kadar önemli ki benim için, hakkınızı asla ödeyemezdim. Bu sene, hatta sadece bu bir ay, durup düşünmeme sebep oldu. Bu süreç içerisinde gerçekten benim için ne kadar değerli olduğunuzu anladım. Bundan sonra bir çocuk gibi davranmamaya, her zaman sizi aramak için fırsat kollamaya karar verdim. Siz bunu hakkediyorsunuz.
Biricik dedeciğim, geçen sabah yanıma geldi ve bana şöyle bir cümle söyledi: "Dün akşam sana bakmaya geldim canım torunum, ama uyumuştun, ben de uyandırmak istemedim. Sana diyecektim ki; bak kızım, ben artık 87 yaşındayım ve yaşlandım. Bu zamana kadar seni üzecek bir şey yaptıysam özür dilerim." Bunları yazarken bile gözlerim dolu dolu oluyor, çünkü, o bir gün gidecek ve sanki o gideceği günü bilmiş gibi bana bunları söylüyor. Keşke bir yolu olsaydı da onları daha fazla görebilseydim, daha fazla ilgilenebilseydim. Hiç sulu gözlü olmayan biri, ben, hüngür hüngür ağlıyorum. Onları çok seviyorum.
Anneannem, iki gündür ağlıyor. Ona göstermemeye çalışıyorum ama benim de içim ağlıyor. Geçmiş için pişman olduğum şeyi düşünüyorum; keşke onları daha fazla arasaydım, keşke tatillerimde onların yanına gitseydim. Fakat, bunları düşünüp, pişman olmanın artık bir önemi kalmadı. Artık, ne kadar geç bilmesem de, onlara daha fazla vakit ayırmaya çalışacağım.
Sizi seviyorum, keşke gitmeseniz, keşke burada bizimle beraber yaşasanız. Hep beraber mutlu olsak. Sizi çok ama çok seviyorum.
Kalabalık sevmiyorum diyorum; yalan!
Tek başıma daha mutluyum diyorum; yalan!
Zorla arayıp konuşamam diyorum; o da yalan!
Aslında sizi ne kadar çok seviyorum. Yaptığınız fedakarlıklar, benim için verdiğiniz emekler o kadar önemli ki benim için, hakkınızı asla ödeyemezdim. Bu sene, hatta sadece bu bir ay, durup düşünmeme sebep oldu. Bu süreç içerisinde gerçekten benim için ne kadar değerli olduğunuzu anladım. Bundan sonra bir çocuk gibi davranmamaya, her zaman sizi aramak için fırsat kollamaya karar verdim. Siz bunu hakkediyorsunuz.
Biricik dedeciğim, geçen sabah yanıma geldi ve bana şöyle bir cümle söyledi: "Dün akşam sana bakmaya geldim canım torunum, ama uyumuştun, ben de uyandırmak istemedim. Sana diyecektim ki; bak kızım, ben artık 87 yaşındayım ve yaşlandım. Bu zamana kadar seni üzecek bir şey yaptıysam özür dilerim." Bunları yazarken bile gözlerim dolu dolu oluyor, çünkü, o bir gün gidecek ve sanki o gideceği günü bilmiş gibi bana bunları söylüyor. Keşke bir yolu olsaydı da onları daha fazla görebilseydim, daha fazla ilgilenebilseydim. Hiç sulu gözlü olmayan biri, ben, hüngür hüngür ağlıyorum. Onları çok seviyorum.
Anneannem, iki gündür ağlıyor. Ona göstermemeye çalışıyorum ama benim de içim ağlıyor. Geçmiş için pişman olduğum şeyi düşünüyorum; keşke onları daha fazla arasaydım, keşke tatillerimde onların yanına gitseydim. Fakat, bunları düşünüp, pişman olmanın artık bir önemi kalmadı. Artık, ne kadar geç bilmesem de, onlara daha fazla vakit ayırmaya çalışacağım.
Sizi seviyorum, keşke gitmeseniz, keşke burada bizimle beraber yaşasanız. Hep beraber mutlu olsak. Sizi çok ama çok seviyorum.
1 Aralık 2011 Perşembe
ARALIK
Aralık nihayet geldi. Nihayet diyorum da sevdiğimden mi? Tabii ki hayır. Kış ne kadar çabuk gelirse, yaz da o kadar çabuk gelir diye düşünüyorum. Tabi bu düşüncemi şöyle çürütebilirsiniz: Yaz çabuk gelince de bu sefer kış da çabuk gelecek. Sonuçta bu bir döngü, elbette gelecek.
Kış aylarından en çok sevdiğim mevsimdir aralık ayı, çünkü; kasım da havalar hızla soğur ancak, aralık olunca pastırma sıcakları gelir, hava kırılır. Ancak, nedenlerim sadece bu kadarla bitmiyor. En yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgünü de aralık ayındadır ve benim doğumgünüm de. Aynı zamanda yılbaşı havası bütün her yeri sarar. Starbucks'ta toffie nut latte'nin çıkma zamanı gelir. Her yer yılbaşı süsleriyle dolar. Nişantaşı'nın havası değişir.
Yine de aralık bir kış ayıdır ve sevmek için bu kadar çok nedenim olsa dahi, yaz aylarını daha çok severim.
Kış aylarından en çok sevdiğim mevsimdir aralık ayı, çünkü; kasım da havalar hızla soğur ancak, aralık olunca pastırma sıcakları gelir, hava kırılır. Ancak, nedenlerim sadece bu kadarla bitmiyor. En yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgünü de aralık ayındadır ve benim doğumgünüm de. Aynı zamanda yılbaşı havası bütün her yeri sarar. Starbucks'ta toffie nut latte'nin çıkma zamanı gelir. Her yer yılbaşı süsleriyle dolar. Nişantaşı'nın havası değişir.
Yine de aralık bir kış ayıdır ve sevmek için bu kadar çok nedenim olsa dahi, yaz aylarını daha çok severim.
28 Kasım 2011 Pazartesi
İNANÇ
Bu aralar o kadar rahat ve huzurlu hissediyorum ki. Sanırım, bu rahatlık,vermiş olduğum karardan kaynaklanıyor. Bu kararı verdiğimden beri derin derin ve mutlu nefesler alıyorum; demekki yıllardır vermek istediğim karar buymuş diyorum.
İnsanların bana inanıp inanmaması çok umrumda değil artık, çünkü; umrumda olan şey kendimi mutlu, huzurlu hissedebilmem. İşte bu yüzden hiçbir önemi yok. Zaten önemsediğim, fikirlerine değer verdiğim insanlar bana inanıyor, bu da bana yetiyor.
Evet, mutluyum. Artık bu konuyu kalabalık içinde konuşmuyorum -gerçi zaten hiçbir zaman konuşmuyordum-. Zamanla, sözlerim olmadan göstermek isterim.
İnsanların bana inanıp inanmaması çok umrumda değil artık, çünkü; umrumda olan şey kendimi mutlu, huzurlu hissedebilmem. İşte bu yüzden hiçbir önemi yok. Zaten önemsediğim, fikirlerine değer verdiğim insanlar bana inanıyor, bu da bana yetiyor.
Evet, mutluyum. Artık bu konuyu kalabalık içinde konuşmuyorum -gerçi zaten hiçbir zaman konuşmuyordum-. Zamanla, sözlerim olmadan göstermek isterim.
PROFESYONEL
Mesela güzel çekilmiş bir fotoğraf göreyim, ya da çok iyi yazılmış bir öykü okuyayım, en başta ne kadar da güzel yazmış/çekmiş diyorum. Oysaki kimin yaptığını öğrenince her şey değişiyor. Eğer sevdiğim biriyse, sevgim daha da katlanıyor o yapılan işe. Ancak, sevmediğim, hatta nefret ettiğim biriyse hemen ağzımdan "ıyk" dediğimiz iğrenme sesi çıkıyor. İşte bu profesyonel olamamak. Zaten öyle olmak gibi bir kaygımda olmadığı için pek sorun yok.
Fakat, siz de kabul edin, aynısını yapıyorsunuz.
Fakat, siz de kabul edin, aynısını yapıyorsunuz.
20 Kasım 2011 Pazar
SÜRÜ VE ÇOBANI
İnsan kendime güveninin en dipte olduğu zamanlardayken
düşünecek ve zihnini yoracak çok fazla şey düşünüyor ve daha da çıkmaza
sürüklüyor kendini, ya da belki de rahatladığını zannediyor ama hep bir endişe,
hep bir umutsuzluk ve hep bir “ya mutsuz olursam?” soru cümlesi içinde kısır
döngüde yaşayıp gidiyor. İşte ben de aynen o haldeyim.
Umutsuzluğa kapılmama sebep olacak bir sürü olay yaşadım ve
sanırım bunların hepsi de haklı sebeplerdi. Yirmibir yaşındayım ve bu zamana
kadar –ve halen daha- benden beklenen sadece derslerime çalışmak, başarılı
olmak ve iyi bir iş sahibi, geliri yüksek bir birey olmak. Neden? Çünkü ailem
öyle yaptı. Çünkü toplum böyle yapıyor. Çünkü farklı bir şey yaparsan seni
ayıplarlar.
İlkokulda bütün derslerimin beş olmasını istediler çünkü
ilkokulda herkesin dersleri pekiyiydi ve eğer benim iyi olmazsa onlardan farklı
olmuş olacaktım ki bu toplumun ayıpladığı, hiç hoş karşılamadığı bir durumdu.
Sonra ailem arkadaşları, akrabaları ve tanımadığı diğer insanlar karşısında
mahçup olacaktı, belki de benden utanacaktı. O yüzden ilkokulda derslerim
pekiyiydi.
Ortaokulda artık iyi bir liseye girme ve lise sınavları için
çalışma vakti geldi. Hiç başarılı olamadım, iyi bir liseye gidemedim. Onun
yerine özel okula gönderildim. Ancak, ailem bunu “yabancı dil öğrenmek çok
önemli ve malesef devlet okullarında böyle bir eğitim verilmiyor, o yüzden
çocuğumuzu çok iyi bir özel okula verdik” diye övünüp durdular. Hepsi tamamen
yalandı çünkü lisemde hiçbir işe yaramayan bir sürü çocuk sanki bir çatı altına
toplanmışlardı. Fikirlerinde tek bir madde önemliydi o da paraydı. O yüzden kim
ne kadar zengin yarışına giriliyordu.
Lisedeyken, dediğim gibi özel bir lisedeyken, şansıma
öğretmenlerim çok iyiydi ve bendeki “parıltıyı” gördüklerini söylediler, üzerime
titrediler. El üstünde tutuluyordum bu da derslerimin hemen iyi olmasını
sağladı çünkü zorla ders çalıştırılıyordum. Hocalarımın bütün bu çabaları boşa
gidemezdi, eğer gitseydi ayıp olurdu. O yüzden hiçbir hobim, hiçbir etkinliğim
olmadan sürekli zorla ders çalıştım. Hem zaten lise demek üniversite sınavı
demekti ve toplumda “kimin çocuğu en iyi üniversitede okuyor?” adlı bir sidik
yarışı vardı. Aileni utandırmaman için çalışmak zorundaydım ve en iyi
üniversiteye girmek zorundaydım. Nitekim de öyle yaptım. Şu anda türkiyenin en
iyi üniversitesinin üçüncü sınıf öğrencisiyim. Annem ve babam her gün benimle
gurur duyduklarını, benim ne kadar zeki ve akıllı olduğumu söyleyip duruyorlar.
Oysaki kendilerini kandırıyorlar. Neden mi? Hemen saymaya başlayayım.
Birincisi; okuduğum bölümden nefret ettiğim
için dönemimin en başarısız öğrencisiyim. İstediğim bölümü de tercih etme gibi
bir lüksüm yoktu çünkü en iyi üniversitelerde puanım anca bu bölüme tutuyordu.
Eh haliyle ben de kötü üniversitede istediğim bölümü okuyacağıma iyi bir okulda
istemediğim, her gün nefret ederek uyandığım ve hiç başarılı olamadığım ve de
olamayacağım bir bölümde okumayı tercih etmek zorundaydım.
İkincisi; en
sevdiğim derslerden bile en kötü notu ben alıyorum çünkü benim sayısal zekamın
çok daha iyi olduğunu biliyorum aksine sözel zekamın, özellikle yorumlama
yeteneğimin neredeyse sıfır olduğunu da çok iyi biliyorum. Belki iyi hikayeler
yazıyorum, güzel yazılar yazıyorum fakat bu demek değildir ki sosyolojik bir
makaleyi çok iyi yorumlayabilirim. Bu nedenden ötürü ailem benim başarılı
olduğumu düşünerek çok büyük bir hata yapıyor.
Üçüncüsü;
kendilerini benim okulda kalıp akademik kariyer yapacağıma o kadar şartlamış
vaziyetteler ki, yıllarca bunu yapmayacağımı söyleyip durmam hiçbir şeyi
değiştirmiyor. Bir gün bana ne yapmak istediğimi sorarlarsa eğer vereceğim
cevap karşısında kalp krizi geçirmelerinden korkuyorum. O yüzden bugüne kadar
sustum. Ancak fark ettim ki, susmak çözüm değilmiş, keşke susmasaymışım. Belki
sesimi çıkartabilirmişim ve bu düzeni –en azından kendi ailem için-
düzeltebilirmişim. Fakat malesef artık çok geç çünkü benim yapabileceğime
inanmayan bir ailem var.
Çok zor şartlarda yaşıyoruz ve işin kötü tarafı bunun
farkında bile değiliz. Biz artık birer makinayız ve doğup, iyi yerlerde okuyup,
iyi bir işe girip –iyi bir işten kastımız da özel bir şirkete girip köpek gibi
çalışıp yılda iki hafta tatile talip olmaktır-, evlenip, çocuk yapıp o çocuğu
da bu şartlara göre yetiştirmeye programlandık.
Türkiye için neden uluslararası alanda duyulmuş gurur verici
sporcularımız, müzisyenlerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız bir elin beş
parmağını geçmiyor ve hatta bazı alanlarda tek bir tane bile gösteremiyoruz?
Çünkü biz bu tür alanları okul/iş dışında uğraştığımız aktiviteler olarak
görüyoruz. Bunu da her yaşta yapamıyoruz çünkü o yorucu ve beş para etmez
tempoya o kadar bağlanmışız ki belli bir yaştan sonra kolumuzu bile
kıpırdatamaz hale geliyoruz; işten eve geldiğimizde yatağa yattığımız gibi
yığılıp kalıyoruz, yemek yemeye bile enerjimiz kalmıyor. Haftasonları desen
artık Cumartesi günü bile çalışmak zorunda olan insanlar var, onlar da haliyle
Pazar gününü bütün gün yatakta yuvarlanıp dinlenmeye ayırmak istiyorlar. Dışarı
çıkıp hava bile almak zulüm halini alıyor. Bu şartlar altında nasıl
gelişeceğiz?
Toplum sistemi eleştirebilen bireyleri –tam şu anda benim
gibi bireyleri- arayıp bulup yok etmek istiyor. Çünkü eğer toplumu eleştirirsen
toplum dışı olmaya mahkumsundur, sistemi toptan değiştirmeye meyillisindir ve
bu da birtakım kapitalistlerin hiç işine gelmeyeceği gibi tek çözüm ortadan
kaldırılmandır. Sistemin seni yutmasına izin vermezsen, sistem seni ezer,
çiğner ve üstüne tükürüp bir köşeye atar. Bu nedenle hobilerini ciddiye alan
insanlar tehlikeli insanlardır ve hemen yok edilmeleri ivedidir.
Bütün bu sebeplerden dolayı ancak 20 yaşımdayken gerçek bir
hobi sahibi olabildim ve bu hobiyi ölesiye sevdim. Belki bu bilinçle işe
başlasaydım bu alanda çok başarılı olabilirdim çünkü bunun benim için özel
olduğunu kalbimin en derinliklerinde hissedebiliyorum. Tek bir sorun –ve en
büyük sorun- ise bunun gerçeğe asla dönüşmeyeceği ve benim için hep aktivite
olarak kalacak olmasıdır. İşte canımı en çok acıtan ve beni en çok yaralayan
gerçek de bu gerçektir. Üstelik de mezun olduktan sonra gireceğim işyeri
dolayısıyla da bu sevgimin zamanla hayatımdan tükeneceğini biliyorum çünkü
şartlar böyle ve herkes şartlara karşı boynu bükük durmak zorunda. Tek bildiğim
bir şey var ki hayatımdan çıksa dahi her zaman kalbimin en derininde içimde bir
ukte olarak ben ölene kadar orada duracak ve beni her düşüşümde daha da
rahatsız edecek bir duygu seline çevirecek.
15 Kasım 2011 Salı
YALNIZLIK
Çocuk sürekli ağlıyordu, durmadan ağlıyordu. Kadın, ne
yapacağını bilmeden, çaresizce debeleniyordu.
Karnı mı açtı?
Çişi mi gelmişti?
Gazı mı vardı?
Yoksa hasta mı olmuştu?
"Neyi olduğunu sorayım" diye düşündü. Ama sonra,
çocuğun konuşamadığını gördü; daha bebekti. Öyle ya bu çocuk da nereden
çıkmıştı şimdi? Kendi de bilmiyordu ki. Gözünü açtığında eskimiş koltuğun
üzerinde bulmuştu O'nu. Kadın da zaten çocuğun ağlama sesine uyanmamış mıydı?
Birden telaşlandı, heyecanla küflenmiş dört duvar arasında dolanmaya başladı.
Dakikalar geçtikçe çocuğun ağlama sesi daha da artıyordu, kadının adımları da
daha çok hızlanıyordu. Ne yapmalıydı?
Çocukları hiç sevmezdi ki zaten. Dillerinden de anlamazdı.
Sırayla aklına gelen her şeyi denemeye başladı heyecan içerisinde.
Çocuğa süt ısıttı, içirmeye çalıştı. Yok, çocuğun derdi aç
olması değildi.
Acaba altını mı açsaydı? Baktı, bezi tertemizdi; sorun çiş
ya da kaka değildi.
Kucağına almak istedi fakat çocuk nasıl tutulur bilmiyordu.
"Ya düşürürsem?" diye düşündü hızlıca. Yine de bunu yapmak
zorundaydı. Çocuğun belki de gazı vardı. Nihayet, filmlerden gördüklerini
hatırlayarak, çocuğu kucakladı ve sırtını sıvazlamaya başladı.
Yok, yok, yok!
Neydi bu çocuğun sorunu? Neden ağlıyordu bu kadar çok?
"Belki de hastadır" dedi kendi kendine. Beş çocuğu
olan komşusuna mı sorsaydı?
Ama yok, soramazdı ki! Daha geçen hafta birbirlerini
bıçaklayacak kıvama gelmişlerdi; kavga da yine çocuklar yüzünden çıkmıştı.
Kadın, çocukların sesinden konsantre olamıyordu.
Çocuğun alnına dokundu; ateşi yoktu. Zaten sağlıklı
duruyordu.
Tüm bu düşünceler arasından aklına bir fikir geldi; acaba
uyuyup uyansa çocuk yok olur muydu? Biraz önce de öyle olmamış mıydı? Uykudan
uyandığında esrarengiz çocuğu görmüştü ansızın.
Belki de çocuk yabancı bir evde olduğu için ağlıyordu. Ama
nereden gelmişti bu çocuk şimdi? Sonsuza kadar burada kalamazdı. Kadının bir
çocuğa bakacak kadar ne bütçesi ne de sabrı vardı. Zaten kadın anlamazdı ki
öyle aile olmaktan, aşktan, dostluktan, insanlıktan... Yalnız gelmişti, yalnız
gidecekti. Çok emindi. Kalbini hiç birine açamamıştı, hep kırılır diye
korkusundan. Zaten böyle olmaya da alışmıştı, kendince mutluydu.
Düşüncelerle beraber uykuya daldı.
Uyandığında çocuk yoktu.
Durdu, küçücük odasına baktı.
Gerçekten yoktu!
"Tanrım, istediğim oldu, çocuk gitti" diye
düşündü.
Derken bir ağrı saplandı başına. Aslında bu bir işaretti.
Acaba çocuk gitmese miydi? Hayatında ilk kez biri için heyecanlanmıştı. Çocuğun
gitmesine sevinmiş olmalıydı oysaki. Buruklaştı. Acaba şimdi neredeydi bebek?
Kimbilir nerede ağlıyordu. Onu yanında istedi. Hayatında ilk defa, birini
-hatta bir bebeği- yanında istedi.
-Keşke, dedi, keşke bir kez daha görebilseydim onu, o zaman
asla bırakmazdım.
Artık çok geçti. Kadın yalnızlığı ile ölmeye mahkum olmuştu
bile.
Yine de her gün, hayatının her saniyesinde, her uykudan uyandığında
heyecanla baktı etrafına, belki buradadır diye umutla bekledi küçük bebeği.
Gelmedi.
Kadın da yalnızlığıyla beraber tarihe gömülecekti.
10 Kasım 2011 Perşembe
SENİ TEKRAR GÖRMEK
Neredeyse bir ay olmuştu geleli bu şehre. Küçük ama samimi
bir yerdi, sevmişti de burayı. Hayallerinde böyle bir kasabada yaşamayı
kurmuştu hep. "Karımı, çocuklarımı da yanıma alsam, burada yaşasak"
diye düşündü. Düşündüğü anda böyle bir şeyin gerçek olamayacak kadar abartılı
bir hayal olduğunu zihnindeki fotoğraflarla kanıtladı.
-Bambaşka bir ülke, bilmediğimiz bir dil, imkansız, dedi
kendi kendine. Zaten işi de bitmek üzereydi, sandığından uzun bile sürmüştü.
Gazeteci olmanın böyle eksileri vardı işte, ailesinden ne kadar uzakta
kalacağını kimse bilemezdi. Üstüne üstlük, uyuşturucu hakkında yazı araştırması
yapmak hiç de hoş değildi onun için.
-Bugünlük bu kadar yeter, mülakatı burada bitirelim, dedi
karşısındaki adam. "Herhalde uyuşturucuya ihtiyacı vardır yine" diye
düşündü ve kırık bir sesle "sizi yarın ararım o halde" diyerek
kağıtlarını ve ses kayıt cihazını çantasına koymaya yeltendi. Kafasını
kaldırdığında adam çoktan yok olmuştu. Kendini mutsuz hissetti, bir an önce
gitmek istiyordu. Demek ki, o kadar da çok sevmemişti bu kasabayı. Oteline
gitmek için yürümeye başladı, öyle ya burada herkes yürürdü. Ne de olsa küçük
bir kasabaydı burası. Yok, yok, tam da hayallerindeki gibiydi.
Kendini yatağına atıp, uykuya dalarken düşledi. Şu anda
ihtiyacı olan tek şey buydu. Ancak, öncelikle karnından gelen sesler ile temel
ihtiyaçlarını karşılaması gerektiğini anladı.
Kasabaya göre büyükçe, kendi şehrindekilerle
karşılaştırdığında ise küçük gelen bir restorana girdi. Restoran da değildi
hani. Küçük ve şirin bir café. Çabucak menüye göz gezdirerek, garsonu çağırdı,
siparişini verdikten sonra beklemeye koyuldu.
Derken O'nu gördü.
O muydu sahiden?
Hatırladığı kadarıyla saçları upuzun, sapsarıydı. Masmavi
gözleri vardı.
Gözlerine bakmaya çalıştı, mavi miydi?
Evet, masmaviydi. Çok uzaktan bakıldığında bile masmavi
parlayan, savrulan saçlarıyla uyum içinde etrafa bakan deniz mavisiydi. Kimi
turkuvaz derdi onun gözlerine. Ama biliyordu, o maviydi.
-15 sene önceydi, belki de ona çok benzeyen başka biridir,
diye düşündü.
Yok ama emindi. Gördüğü kişi O'ydu.
Anlamlı şekilde kadına bakmaya çalıştı kendisini göstermek
ister gibi. Kadınla birkaç kere göz göze geldiler fakat kadın oralı olmamıştı.
Garson yemeğini getirip önüne koymuştu fakat adam farketmemişti bile. Tek
düşüncesi kadındı.
-Sahi, beni unutmuş mudur? diye düşündü. Sadece iki günleri
olabilmişti neden unutmasındı ki?
Adam telaşlı ve heyecanlı bir tavırla düşündü. Bir şeyler
yapmalıydı, kendini göstermek, hatırlatmak için bir şeyler. 15 sene önceki
halini düşündü. Saçları hafif uzamış, yeşil gözlü, çilli ve zayıftı o zamanlar.
Şimdiki halini unutmuş, hatırlamak ister gibi camın yansımasından kendine
baktı. Hiçbir şey değişmemişti, aldığı beş kilo haricinde yine aynı kişiydi.
"Boyum zaten çok uzun, aldığım beş kilo farkedilmiyordur bile", diye
düşündü.
Bu sefer farklı bir bakış.
-Beni tanımış olmalı, diye düşündü. Kadın bakışlarını
sıklaştırmıştı. Bir şeyler yapmalıydı. Konuşsa mıydı? Hangi dilde konuşacaktı?
Öyle ya, kadın yabancıydı. Gerçi şu an için O da burada yabancıydı. Düşündü.
Hangi dilde konuşurduk biz, diye düşündü. Cevabı biliyordu aslında. Sadece
zaman kazanmaktı amacı. Nereden zaman kazanmak? Bilmiyordu. Saçmalıyordu.
Heyecanlanmıştı.
Önündeki yemek buz gibi olmuştu. Garson, "bir sorun mu
var beyefendi?" diye sorduğunda kendine gelmişti. Sorun olmadığını, sadece
biraz yorgun olduğunu bildiren bir konuşma yaparak teşekkür etti. Tekrar kadına
bakmaya başladı. Kadın da mı ona bakıyordu, yoksa ona mı öyle geliyordu? Sigara
içme ihtiyacını hissetmişti. Çantasından çıkardığı sigarayı yakmak için
cebindeki çakmağını aramak istedi. Birden vazgeçti. Evet, kadından çakmak isteyebilirdi.
Düşündü, çocukça buldu. Cebinden çakmağını çıkartıp
sigarasını yaktı. Kafasını kaldırdığında kadının ayağa kalkıp, ona doğru
yöneldiğini gördü. Kalbi çok şiddetli derecede atmaya başladı. Derken, işte
orada, masasının dibindeydi.
-Sizi tanıyor muyum? dedi kadın. Adam bunu duyduğuna
şaşırmıştı çünkü kadın tarafından söylenen bu cümle adamın dilindeydi. Demekki
sonunda öğrenebilmişti bu dili.
-Tanıyor olabileceğini düşünüyorum, eskilerden kalan bir
hatırama çok benziyorsun ya da gerçekten kendisisin, dedi adam.
Kadın gülümsedi, önce kendi ismini söyledi, sonra adamın
ismini söyledi. Adam daha çok heyecanlanmış şekilde ayağa kalktı, kadına
sarılmak, onu kucaklamak istiyordu. Fakat kadın mesafeli davranıyordu. En
sonunda kadını kolları arasına almıştı. Kadın önce direnmek istedi fakat daha
sonra kendini serbest bıraktı.
Sabaha kadar konuştular, yine de mesafeyi kapayamamışlardı.
İkisi de bunu öylesine hissediyorlardı ki ne yaparlarsa yapsınlar
unutamıyorlardı. Adam, karısından, çocuklarından bahsetti; kadın, kariyerinden.
Saatlerce bıkmadan konuşmuşlardı.
-Artık veda vakti geldi, dedi kadın birkaç saat sonraki
uçağını hatırlatarak.
-Yine gidiyorsun, dedi adam sitem ederek.
Kadın hızlıca, çantasından çıkardığı kalemle, kağıda bir
şeyler karalayarak:
-Bu benim telefon numaram ve mail adresim, istediğin zaman
ara veya mesaj at, dedi.
Yanağına bir öpücük kondurdu ve uzaklaşmaya başladı.
Adam arkasından "gitme!" diye bağırdı.
Cevap gelmedi.
-Duymamış olmalı, diye düşündü.
15 sene öncesini düşündü.
Kadın trene biniyordu, elinde bavulu vardı. El sallayarak
uzaklaşıyordu. Adam "gitme!" diye bağırmıştı. Kadın duymayarak,
perona doğru hızlı adımlarla uzaklaşmıştı.
-Duymadı, yine duymadı, dedi kendi kendine.
***
Kadın, havaalanına vardığında düşündü:
-15 sene önceydi, bana "gitme!" demişti,
duymamazlıktan gelmiştim çünkü gitmeliydim. 15 sene sonra bugün, yine
duymamazlıktan geldim çünkü gitmeliyim.
7 Kasım 2011 Pazartesi
TELEVİZYON
Televizyondan nefret ediyorum. Onun kadar akıllı bir kutu daha yoktur sanırım bu dünyada. İnsanları nasıl da ağına almayı, nasıl da ağzından salyaları akacak kadar bilinçsizleştirmeyi biliyor kerata. Milyonlarca dizi yayınlıyor bir kere. Sadece bunlar bile yeter de artar insanı robotlaştırmak için. İnsanların günlük yaşamda konuştuğu konuların "dünkü diziyi anlatsana" muhabbetinin oranının yüzde kaç olduğunu bilmek ister misiniz? Tabii bu soruyu size sormuyorum koyunlar, siz o boş kutuya sabahtan akşama kadar bakmaya devam edin. Ben, benim gibi bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünen ve bundan büyük bir rahatsızlık duyan bilinçli yetişkinlere sesleniyorum. Bu oranı bilmeyi bırakın tahmin bile etmek istemezsiniz. Sadece ben, günde en az beş kere birbirine dizi anlatan koyunları görüyorum sokaklarda, metroda, otobüste, restoranlarda.
Ev kadınları da en rahatı. Sabah kalkar kalmaz televizyonu aç. Hoop kahvaltını tepsiye koy salona git, televizyonun karşısına otur. Arada bir reklamlarda mutfağa kadar koş akşam çocuğa yemek yap. Sonra hemen yerine geri koş ki dizilerini, evlendirme programlarını kaçırma. Aman ha sakın kaçırma yoksa her şeyden geri kalırsın. Yalnız bu süreç içinde sakın eline kitap alıp okumaya kalkma! Allah korusun bir iki şey öğrenirsin falan aman kitaplardan uzak dur.
Ama en zor çalışanların işi. Eve gel, kumandayı eline al. Sonra tam bir program aç ki ev halkı seni o bilge kutunun önünden kaldırıp mutfak masasına oturtsun. Neymiş efendim yemek yiyecekmişsin! Sen yiyeceğini yemişsin zaten ne gerek var daha yemeye. Yemekten sonra kalk, yine o yüce kutunun önüne otur, yatana kadar da kalkma. Hatta yatak odana da git hemen bir tane al ki uyumana yardımcı olur, yatağına yatarken açarsın.
Aslında gerçekten ne bilge şey şu televizyon denen madde. İnsanı hemen nasıl ele geçireceğini biliyor tabi. Sonra da yaptır bütün istediklerini. Sen adama televizyon ver yeter, o senin için katil de olur, cani de olur. Ama yeterki televizyonu yanında olsun.
Ev kadınları da en rahatı. Sabah kalkar kalmaz televizyonu aç. Hoop kahvaltını tepsiye koy salona git, televizyonun karşısına otur. Arada bir reklamlarda mutfağa kadar koş akşam çocuğa yemek yap. Sonra hemen yerine geri koş ki dizilerini, evlendirme programlarını kaçırma. Aman ha sakın kaçırma yoksa her şeyden geri kalırsın. Yalnız bu süreç içinde sakın eline kitap alıp okumaya kalkma! Allah korusun bir iki şey öğrenirsin falan aman kitaplardan uzak dur.
Ama en zor çalışanların işi. Eve gel, kumandayı eline al. Sonra tam bir program aç ki ev halkı seni o bilge kutunun önünden kaldırıp mutfak masasına oturtsun. Neymiş efendim yemek yiyecekmişsin! Sen yiyeceğini yemişsin zaten ne gerek var daha yemeye. Yemekten sonra kalk, yine o yüce kutunun önüne otur, yatana kadar da kalkma. Hatta yatak odana da git hemen bir tane al ki uyumana yardımcı olur, yatağına yatarken açarsın.
Aslında gerçekten ne bilge şey şu televizyon denen madde. İnsanı hemen nasıl ele geçireceğini biliyor tabi. Sonra da yaptır bütün istediklerini. Sen adama televizyon ver yeter, o senin için katil de olur, cani de olur. Ama yeterki televizyonu yanında olsun.
4 Kasım 2011 Cuma
ÜLKEM
Ülkemi seviyorum özellikle ülkemin politikasını seviyorum; onun sıfır düşman dediği zaman gözümün içine baka baka yalan söylemesini seviyorum. Sistemini de çok seviyorum; ne zaman devlet dairesinde işim olsa kimsenin yerinde olmamasını, kimsenin kimseden haberi olmamasını seviyorum. En ufak örneği; otobüslerin sürekli zamanından daha geç ya da erken gelmesini ama asla gelmesi gereken zamanda gelmemesini seviyorum. Futboldan başka bir şeye kafası çalışmayan Sergen'in yetenek sizsiniz gibi kıro dolu bir programda jüri üyesi olabildiği bir ülkede yaşamayı seviyorum. Hülya Avşar'a sanatçı denildiği, Fazıl Say'ın yuhalandığı bir ülkede yaşamaktan gurur duyuyorum. Derya Büyükuncu adlı milli yüzücümüzün arkasında duramadığı devlete ve bu yüce adamın kendi imkanlarıyla yukarılara çıktığı bir ülkeye güvenim sonsuz. Dünya barışı için bütün dünyayı gezen ve sonunda Türkiye'ye gelen kadına tecavüz eden ve en sonunda onu öldüren bir halkla beraber yaşadığım için gurur duyuyorum. Onüç yaşındakı çocuğa bilmemkaç kişi tecavüz ettikten sonra "kendi rızasıyla beraber olmuştur" kararı çıkaran mahkemenin adaletine sonsuz saygı duyuyorum. Hergün dini, milli çıkarlara alet eden bütün insanlarla yaşamanın ne kadar mutluluk verici olduğunu düşünerek uyanıyorum.Çok kitap okuduğunu söyleyen insanların edebi kaygı olmadan rasgele yazılmış bestseller'lardan bahsettikleri bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin ne kadar yukarıda olduğunu düşünüyorum.
İşte Atatürk, senin halkın budur. Sen hiçbir zaman milletinden vazgeçmedin belki ama umarım bütün bu manzaraları yukarılardan bir yerden görmüyorsundur çünkü bunu gördüğün anda ne kadar utanmış olabileceğini hergün tahmin etmekle meşgulüm ben.
1 Kasım 2011 Salı
KASIM
Aylardan kasım. Artık hergün yağmurlu ve soğuk bir güne uyanıyorum. Simsiyah perdemi sabah kalktığımda açmama gerek duymuyorum çünkü hava da aynı perdem kadar kara. Kasım ayı aynı zamanda benim için hüzün ayı demek; çünkü, ağaçlardaki sararmış yaprakların yerleri kapladığı ve ağacını çırılçıplak bıraktığı bir dönem. Tıpkı sararıp eskimiş ve dökülmeye hazır düşüncelerinizin beyninizin içini yalnız bırakıp sizi yeni bilgilere sürüklemeye başladığı ve sizin de bu yeniliği zorla kabul etmek zorunda olduğunuz bir dönem. Kasım ayı... Geçen kışın, ilkbaharın ve yazın bütün kötü düşüncelerinin terk edildiği ve yerini yeni hedefler ve yeni mutlulukların(!) aldığı dönem. İnsanın yenilendiğini düşündüğü ay. Eski ve kurumuş yapraklarınızdan kurtulun ve yeniliğin tadını çıkarın, bunu yaparken de yanınızda mutlaka sıcak çikolatanız ve en sevdiğiniz başucu kitabınız tekrar defalarca ama defalarca okunmak için elinizde olsun. Yoksa bu karanlık ve soğuk kasım ayı geçmek bilmez.
31 Ekim 2011 Pazartesi
WTA CHAMPIONSHIP
Bu sene bizimle birlikte İstanbul'da şampiyonaya katıldılar. Müthiş bir seyirci desteği ve mükemmel bir organizasyon ile dünyanın en iyi sekiz kadını İstanbul'da kortlarda birbirlerine meydan okudular. Elimden geldiği kadarıyla hep gitmeye özen gösterdim; ben de bir tenisçi olarak sonuna kadar destekçileriydim. Organizasyon ve seyirci kitlesiyle ilgili özlemlediğim bazı noktalar vardı elbette:
-Organizasyon tek kelime ile süperdi; maç aralarında, önce veya sonralarında sahanın dışına çıkıp, birbirinden güzel imkanlara ulaştırdılar bizi. Oriflame standına uğrayıp ankete katılıp hangi tenisçiye benzediğini öğrenebiliyordun. Acıbadem standına katılıp Marsel&İpek ile, iki gururumuz ile, maç yapma fırsatına katılabiliyordun. Wii ile sanal tenis maçı yapabiliyordun. Üstelik organizasyon fiyatları da sudan ucuzdu; ilk üç gün için ilk kategori 10TL, ikinci kategori 20TL, sonraki günler de iki katı fiyatıylaydı.
-Maçlar gerçekten mükemmeldi. Sharapova'nın turnuvadan çekilmesiyle birlikte Bartoli'yi kortta izleyebildik, müthiş keyifli bir maçtı.
-Güvenlik son derece iyi çalıştı ve hiçbir problem çıkmadı; çıktıysa da bize hissettirmediler.
-Bana göre tek sorun VIP kısmı, özel davetlilere ayrılan yerler ve davetiyeyle gelenlerdi. Bence bu gibi organizasyonlarda VIP kısmına pek gerek yok diye düşünüyorum çünkü neredeyse her gün bomboştu bu kısım ve onlar yerine gerçekten bu maçları izlemeyi çok isteyen ama bilet bulamayan biri için dezavantaj oldu.
-Özel davetlilere ayrılan yer için de aynı şeyi söyleyebilirim, final maçı hariç hemen hemen her gün bomboştu.
-Diğer bir sorun davetiyesi olan insanlardı. O kadar çok davetiye basıp dağıtmışlardı ki, bazı maçlarda saha neredeyse bomboştu. Bu hem tenisçilerin moralini bozdu, hem de başka insanların hakkının yenmesine sebep oldu.
-Son olarak yemek, atıştırma, ıvır zıvır fiyatları çok pahalıydı. Dışarıda aynı sandviç 5TL iken orada 8TL'ye satıldı. Aynı şekilde içecekler de normal fiyatların çok üzerindeydi.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen -sadece bana göre olumsuzluk tabi- çok zevk aldığımı söyleyebilirim. Artık her sene burada olacaklar ve her sene tenisçilerimizi yalnız bırakmayacağım. Turnuva bittiğinde normal hayatıma adapte olmakta çok zorlandım. Mükemmel bir haftaydı.
Maçın şampiyonu olan Kvitova, bütün bir turnuva boyunca hiç maç kaybetmeden İstanbul'da bizimle birlikte ilk WTA kupasını kaldırmış oldu ve dünya sıralamasında üçüncülükten ikinciliğe yükseldi. Maç sonunda göz yaşlarını tutamadı, çok duygusal olduğu her halinden belliydi. Onunla birlikte bu tarihi ana şahit olduğumuz için çok mutluyum.
WTA süper bir organizasyon ama yetkililere sesleniyorum; AYNI ORGANİZASYONU ATP İÇİN DE İSTİYORUZ!
-Organizasyon tek kelime ile süperdi; maç aralarında, önce veya sonralarında sahanın dışına çıkıp, birbirinden güzel imkanlara ulaştırdılar bizi. Oriflame standına uğrayıp ankete katılıp hangi tenisçiye benzediğini öğrenebiliyordun. Acıbadem standına katılıp Marsel&İpek ile, iki gururumuz ile, maç yapma fırsatına katılabiliyordun. Wii ile sanal tenis maçı yapabiliyordun. Üstelik organizasyon fiyatları da sudan ucuzdu; ilk üç gün için ilk kategori 10TL, ikinci kategori 20TL, sonraki günler de iki katı fiyatıylaydı.
-Maçlar gerçekten mükemmeldi. Sharapova'nın turnuvadan çekilmesiyle birlikte Bartoli'yi kortta izleyebildik, müthiş keyifli bir maçtı.
-Güvenlik son derece iyi çalıştı ve hiçbir problem çıkmadı; çıktıysa da bize hissettirmediler.
-Bana göre tek sorun VIP kısmı, özel davetlilere ayrılan yerler ve davetiyeyle gelenlerdi. Bence bu gibi organizasyonlarda VIP kısmına pek gerek yok diye düşünüyorum çünkü neredeyse her gün bomboştu bu kısım ve onlar yerine gerçekten bu maçları izlemeyi çok isteyen ama bilet bulamayan biri için dezavantaj oldu.
-Özel davetlilere ayrılan yer için de aynı şeyi söyleyebilirim, final maçı hariç hemen hemen her gün bomboştu.
-Diğer bir sorun davetiyesi olan insanlardı. O kadar çok davetiye basıp dağıtmışlardı ki, bazı maçlarda saha neredeyse bomboştu. Bu hem tenisçilerin moralini bozdu, hem de başka insanların hakkının yenmesine sebep oldu.
-Son olarak yemek, atıştırma, ıvır zıvır fiyatları çok pahalıydı. Dışarıda aynı sandviç 5TL iken orada 8TL'ye satıldı. Aynı şekilde içecekler de normal fiyatların çok üzerindeydi.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen -sadece bana göre olumsuzluk tabi- çok zevk aldığımı söyleyebilirim. Artık her sene burada olacaklar ve her sene tenisçilerimizi yalnız bırakmayacağım. Turnuva bittiğinde normal hayatıma adapte olmakta çok zorlandım. Mükemmel bir haftaydı.
Maçın şampiyonu olan Kvitova, bütün bir turnuva boyunca hiç maç kaybetmeden İstanbul'da bizimle birlikte ilk WTA kupasını kaldırmış oldu ve dünya sıralamasında üçüncülükten ikinciliğe yükseldi. Maç sonunda göz yaşlarını tutamadı, çok duygusal olduğu her halinden belliydi. Onunla birlikte bu tarihi ana şahit olduğumuz için çok mutluyum.
WTA süper bir organizasyon ama yetkililere sesleniyorum; AYNI ORGANİZASYONU ATP İÇİN DE İSTİYORUZ!
27 Ekim 2011 Perşembe
EKİM
Aylardan ekim. Sanki hep ekimmiş gibi, başladığı gibi bitmesini de bilse keşke. Ekim ayı benim için herhangi bir aydan farklı değil ancak çok uzun sürdüğünü hissediyorum ve bu beni deli ediyor. Artık bitmesini istiyorum, günler sayıyorum fakat hala aynı yerdeyim. Bu bir ay benim için bir yıl gibi geçiyor. Aslında kasımın gelmesini oldum olası hiç istememişimdir çünkü kasım ayının gelmesi demek kışın da gelmesi demek, soğuk havanın da gelmesi demek benim için. Bu geçmeyen ekim ayının yerinde temmuz ayı olsaydı ne kadar da mutlu olurdum. Temmuz ayı demek, çünkü, sıcak demek, tatil, deniz, kum, güneş, bikini, güneş gözlüğü, sandalet, şort demek benim için. Sanmayın ki öyle bütün bir yaz tatili boyunca tatil şehirlerinde yaşıyorum. Sadece iki hafta bu süreç ama bunun -ben yapmasam da- her gün gerçekleştiğini bilmek beni çok mutlu ediyor. Sabahları daha mutlu uyanıyorum, güneşin beni uyandırması hoşuma gidiyor. İşte bu yüzden, ekim ayının son günü bile bana birazcık kalmış yaz günlerini hatırlatsa da bu yılki ekim ayı bana çok uzun göründü. Artık bitmesini istiyorum!
21 Ekim 2011 Cuma
BENİM AŞKIM EDEBİYAT
Doyamadan yaşıyorum gibi bir hisse
kapılıyorum, her zaman. Hayat, yaşam, dostluklar, o kadar kısa ki sanki elimi
uzatıyorum birkaç saniye tutuyorum ve bıraktığım gibi hepsi bir anda uçuyor,
hepsi değişiyor ve yerine yenileri geliyor. Başka hayatlar tanıyorum, ben
tekrar değişiyorum, düşüncelerim bu yeni hayatımın içindekilere göre değişiyor
ve yine elimi bıraktığımda hepsi uçuyor, yerine tekrar yenileri geliyor gibi.
Arkamda bir şeyler bırakmak
istiyorum; tamamen gittiğimde benim adımı anacak, yaptıklarımı konuşacak belki
de yazdıklarımı konuşacak insanlar istiyorum. Milyonlarcasından sıyrılmanın ne
kadar zor da olduğunu bilsem bile, çabalamak istiyorum. En önemli şey de
çabalamak değil midir zaten? Sayılamayacak kadar çok insan geldi, yaşadı ve
gitti. Hiçbirinin adını bilmiyoruz. Benim korkum da bu işte. Hiç kimse
arkasında önemli düşünceler, yapıtlar, yazınlar bırakamaz tabi. Ancak ben bunu
istiyorum. Belki de çok komik düşünüyorum; belki de çok doğru düşünüyorum;
belki de çok saçma. Sadece çabalamak istiyorum.
Yazarken mutlu oluyorum, hele ki
okununca daha da mutlu oluyorum. Birilerinin bana ne kadar güzel yazdığımı
söylemesi beni dünyanın en mutlu insanı yapıyor. Kendime daha mükemmel bir
uğraş düşünemiyorum. Yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak,
okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak... arka arkaya yazdığımda bile
sıkılmadan sayfalarca dökebilirim bu iki kelimeyi; hayatımın anlamını oluşturan
bu iki kelimeyi.
Benim için hayat demek, yaşam
demek, daha doğrusu yaşayabilmek demek; düşük sayılabilecek bir maddiyat,
istediğim işi yaptığımda sonuç olarak maksimum hazı aldığım takdirde her zaman
en son planda kalacak olması ve bunun hiçbir öneminin olmaması çünkü önemli
olan benim mutlu yaşayacak olmam demektir. Uzun lafın kısası; istediğim işi
yapabiliyorsam eğer gerisi önemsizdir. Örneğin siz de, sizin için en önemli
olan durumu düşünün; bu durumdan maksimum zevki aldığınızı düşünün. Yolunuza bir
engel çıksa dahi o işi yapmaya devam edersiniz, çünkü; mutlusunuz. İşte benim
edebiyat aşkım da sizinkinden farksız.
Birtakım planlar kurdum, bu
planların hiçbiri kötülük, çirkeflik içermeyen planlar. Aslında birkaç durum
şans eseri karşımda belirdi ve benim bu aşkıma ulaşabilmemi ve onu
gerçekleştirebilmemi sağlayacak kapılar açtı bana. Tamamen şanslıydım
diyebilirim. Tabi sadece şimdilik. Zaman ne gösterir bilinmez ama eğer işler
yolunda gitmez ise, ne demişler? İnsan kendi şansını kendi yaratır... Bakalım
ben bu şansı yaratabilecek miyim yoksa ayağıma kadar gelen şansı mı kullanmayı
seçeceğim. Her iki şartta da mutlu olmak istiyorum.
17 Ekim 2011 Pazartesi
DOĞRU KARAR
Ne kadar da iyi yapmışım. Evet, bir süredir iyi değildim ama artık kararımı verdim. Başkalarının sözlerine inanmakla ne kadar da doğru bir karar vermişim. Sonuçta onlar beni bilirler, beni tanırlar ve böylece benim isteklerime göre ne istediklerimi bilirler. Artık hiç korkmamam gerek. Her şeyden kurtulduğum için çok mutluyum. Bunun eninde sonunda olması gerekiyordu. Çok geçmeden de bir anda olması daha da iyi oldu. Böylece kendimi daha fazla kandırmadan bu işkenceden kurtulmuş oldum. Aslında başından beri de istediğim bu değil miydi? Buydu tabiki. Artık her şey çok daha net ve mükemmel. Bundan sonra çok daha iyi hissedeceğim. Yeni hayatım ve verdiğim bu doğru karar kutlu olsun!
HATA
Çok uzun zamandır -aslında kısa denilebilecek zamandır- kendimde değildim. Saçma sapan insanların beni etkilemesine izin verdim ve düşüncelerimi kendime kapayıp başka insanlara -aslında tek bir insana- açtım. Peki ben böyle bir hatayı nasıl yaptım? Yanımda güvendiğim dünya tatlısı, beni her şeyden çok seven ve bir bu kadar da düşünen biri varken ben diğerinin sözcüklerine nasıl kandım? Şimdi çok pişmanım ama neyseki "inceldiği yerden kopacak bir hata" yapmadım veya "geri dönüşü olmayan yola" girmedim. Sonu olmadığını bile bile kendimi ne kadar üzdüm, ne kadar çok saçmaladım. Neyseki çok geçmeden akıllandım ve bütün durumu berbat etmeden toparlamayı başardım. Artık her şey eskisinden daha da güzel ya da belki aynı ama ben öyle hissediyorum. Olabilir. Sonuç olarak mutluyum. Dersimi aldım ve bir daha asla!
SOSYAL MEDYA VS. İNSANLAR
İnsanların bencilliğinden, yalanlarından, aşağılamalarından, kendine bu kadar güvenenlerin gerekçelerinin komikliğinin, sürekli bitmek bilmeyen yarışlarından, düşünmeden konuşmalarından, davranışlarının yanlışlığından, inadına beni kötü söz söylemeye götürecek davranışlarından, kısacası bütün insanlardan bıktım usandım artık. Dünya sizin etrafınızda dönmüyor, hiçbir zaman da dönmedi. Bunu artık o kalın kafanıza sokun ve trilyonlarca insanlardan sadece biri olduğunuzu, hiçbir fark yaratmadığınızı hatta o kapasitenizin de olmadığını kabullenin artık. Bugün çok spesifik bir gruptan yola çıkarak çok büyük kitlelere değinmeyi planladım. Önce bu fikir nasıl ortaya çıktı onu öğrenelim.
Dün akşam kendi halimde evimde kitabımı alıp saatlerce okudum, birkaç nota baktım, internette takıldım ve yatmadan önce sosyal medyanın da içine gireyim diye düşünerek açtım siteyi. Hangi site olduğunu söylememe gerek yok çünkü hepsi birbirinin aynası olduğunu, aynı zamanda da kardeşi düşünüyorum. Açar açmaz bütün insanların aynı şeyleri yazdığını gördüm ve artık bu iş gerçekten çok canımı sıkmaya başladı: Acun yeni bir program çıkartmış. Yazılanlardan dans yarışması olduğunu anladım. Milyonlarca insan sadece bu programa kilitlenmiş ve kitleler halinde bir sürü yorum yapılmış. İşte tam o sırada bütün bu insanların ne kadar boş olduklarını, beyinlerini sadece bu tarz gereksiz yarışmalar için yorduklarını ve ciddi ciddi saatlerce bu yarışmaları izlediklerini gördüm. Aslında bu gerçeği daha önce de -yine Acun'un yaptığı- yapılan programlardan öğrenmiştim ama akşam saat sekizden gece yarıma kadar durmadan bu program ve içeriği hakkında yorumlar paylaşılmış.
Şimdi "sosyal medya bir anlamda da insanların hissettikleri, düşündüklerini de kapsamaz mı? Madem karşısın kardeşim okuma da girme de" deseniz haklısınız. İşte haklı olduğunuz için de bir dakika bile düşünmeden hemen hesabımı dondurdum ve bir daha asla açmamaya karar verdim, çünkü; bence sosyal medya amacını aştı. Benim için sosyal medya demek ne demektir peki? Birtakım haberlere, olaylara daha çabuk ulaşmak, eski ve daha yavaş olan gazete, radyo, dergi veya televizyon medyacılığından daha hızlı bir şekilde daha fazla ses duymak ve böylece daha fazla fikir edinmek demektir. Facebook'un olayını bile abarttık. Aslında ne demek istediğimi herkes çok iyi biliyor, aslında hepiniz bunun doğru olduğunu kabul ediyorsunuz ve zihninizin bir köşesinde sosyal medyaya her giriş yaptığınızda bu düşünce hep var ve de hep olacak.
Hesabımı neden kapattım? Her çarşamba akşamı Kıvanç Tatlıtuğ'lu yorumlar görmekten bıktım. Daha ilk günden Adriana Lima'lı yorumlar okumaktan fenalık geldi. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere bu yolla sürekli ve bitmek bilmez bir şekilde laf attıkları bir ortamda sürekli bu tarz yorumları okumaktan sıkıldım. Sosyal medya siyasetçilerinden usandım. Artık bu tarz siteler birbirlerine laf sokmak için can atan, bir durum ortaya çıksa da aksini düşünenlere haddini bildireyim yarışına giren insanlarla dolup taştı. En ufak bir örneğini vermem gerekirse yurtdışına çıkıp bunu herkese gösterme çabasına giren insanları ele almak isterim. "İstediğini paylaşır sanane" diyebilirsiniz fakat bunu gerçekten yol gösterici olarak tanıtmak farklıdır, milletin gözüne soka soka görgüsüzlük yapmak farklıdır. Bunun farklı olduğu kabul edilmelidir, böylece kimse kimseyi kandırmamış olur. Ancak, zaten önemli olan kendini kandırma meselesi. İnsan herkesi kandırabilir, sırf muhalefet olsun diye bile desteklediği birtakım düşüncelerin aksini düşündüğünü iddia edebilir ama kendi beyninden, düşüncelerinden kaçamaz. O yüzden gelin kendimizi kandırmayalım.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı ben -sosyal medyanın gerçekten işe yaradığını düşünen ben- bile bu ortamdan uzaklaştım. Duyarlı insan pozları, çevresini çok önemser görünümlüler, sosyal sorumluluk hastaları... Bunları geçelim ve biraz gerçekçi olalım. Üzerine sekizyüz liralık paltoyu giyen insandan kapitalist düşmanı olmaz, yere tüküren adamdan çevreci olmaz, iki tane pankart hazırlayıp asandan da ülkesine duyarlı vatandaş olmaz. Bu pozları bırakın önce adam olun, sonra iyi birer insan olmayı hedeflersiniz.
Dün akşam kendi halimde evimde kitabımı alıp saatlerce okudum, birkaç nota baktım, internette takıldım ve yatmadan önce sosyal medyanın da içine gireyim diye düşünerek açtım siteyi. Hangi site olduğunu söylememe gerek yok çünkü hepsi birbirinin aynası olduğunu, aynı zamanda da kardeşi düşünüyorum. Açar açmaz bütün insanların aynı şeyleri yazdığını gördüm ve artık bu iş gerçekten çok canımı sıkmaya başladı: Acun yeni bir program çıkartmış. Yazılanlardan dans yarışması olduğunu anladım. Milyonlarca insan sadece bu programa kilitlenmiş ve kitleler halinde bir sürü yorum yapılmış. İşte tam o sırada bütün bu insanların ne kadar boş olduklarını, beyinlerini sadece bu tarz gereksiz yarışmalar için yorduklarını ve ciddi ciddi saatlerce bu yarışmaları izlediklerini gördüm. Aslında bu gerçeği daha önce de -yine Acun'un yaptığı- yapılan programlardan öğrenmiştim ama akşam saat sekizden gece yarıma kadar durmadan bu program ve içeriği hakkında yorumlar paylaşılmış.
Şimdi "sosyal medya bir anlamda da insanların hissettikleri, düşündüklerini de kapsamaz mı? Madem karşısın kardeşim okuma da girme de" deseniz haklısınız. İşte haklı olduğunuz için de bir dakika bile düşünmeden hemen hesabımı dondurdum ve bir daha asla açmamaya karar verdim, çünkü; bence sosyal medya amacını aştı. Benim için sosyal medya demek ne demektir peki? Birtakım haberlere, olaylara daha çabuk ulaşmak, eski ve daha yavaş olan gazete, radyo, dergi veya televizyon medyacılığından daha hızlı bir şekilde daha fazla ses duymak ve böylece daha fazla fikir edinmek demektir. Facebook'un olayını bile abarttık. Aslında ne demek istediğimi herkes çok iyi biliyor, aslında hepiniz bunun doğru olduğunu kabul ediyorsunuz ve zihninizin bir köşesinde sosyal medyaya her giriş yaptığınızda bu düşünce hep var ve de hep olacak.
Hesabımı neden kapattım? Her çarşamba akşamı Kıvanç Tatlıtuğ'lu yorumlar görmekten bıktım. Daha ilk günden Adriana Lima'lı yorumlar okumaktan fenalık geldi. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere bu yolla sürekli ve bitmek bilmez bir şekilde laf attıkları bir ortamda sürekli bu tarz yorumları okumaktan sıkıldım. Sosyal medya siyasetçilerinden usandım. Artık bu tarz siteler birbirlerine laf sokmak için can atan, bir durum ortaya çıksa da aksini düşünenlere haddini bildireyim yarışına giren insanlarla dolup taştı. En ufak bir örneğini vermem gerekirse yurtdışına çıkıp bunu herkese gösterme çabasına giren insanları ele almak isterim. "İstediğini paylaşır sanane" diyebilirsiniz fakat bunu gerçekten yol gösterici olarak tanıtmak farklıdır, milletin gözüne soka soka görgüsüzlük yapmak farklıdır. Bunun farklı olduğu kabul edilmelidir, böylece kimse kimseyi kandırmamış olur. Ancak, zaten önemli olan kendini kandırma meselesi. İnsan herkesi kandırabilir, sırf muhalefet olsun diye bile desteklediği birtakım düşüncelerin aksini düşündüğünü iddia edebilir ama kendi beyninden, düşüncelerinden kaçamaz. O yüzden gelin kendimizi kandırmayalım.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı ben -sosyal medyanın gerçekten işe yaradığını düşünen ben- bile bu ortamdan uzaklaştım. Duyarlı insan pozları, çevresini çok önemser görünümlüler, sosyal sorumluluk hastaları... Bunları geçelim ve biraz gerçekçi olalım. Üzerine sekizyüz liralık paltoyu giyen insandan kapitalist düşmanı olmaz, yere tüküren adamdan çevreci olmaz, iki tane pankart hazırlayıp asandan da ülkesine duyarlı vatandaş olmaz. Bu pozları bırakın önce adam olun, sonra iyi birer insan olmayı hedeflersiniz.
16 Ekim 2011 Pazar
HER ZAMANKİ AMA HİÇBİR ZAMANKİ TATİL
Okullar kapandığı gibi bütün
finallerime girerek ve okulla ilgili bütün uğraşlardan
kurtulduğum gibi bavul hazırlamaya koyuldum. Neredeyse haziran
ortasına gelmiştik ve bu sene Bodrum için çok geç kalmıştım
bile. Babamın arkadaşı beni her gün arıyor, biletimi alıp
almadığımı, gelmeye hazır olup olmadığımı, orada sezonun
çoktan açıldığını ve her sene olduğu gibi bu sene de işi
bilen birine -yani senelerdir her yaz onun butik otelinde çalıştığım
için bana- ihtiyaçları olduklarını söyleyip duruyorlardı.
Babamla arkadaşı senelerdir
dostluklarını sürdürmeyi başarmış, evlendiklerinde bile her
haftasonu beraber yemeğe -ya da en azından bir kahve içmeye-
çıkmayı asla atlamamışlardı. Ne yazıkki, ben dünyaya
geldikten ve kardeşim de benden beş sene sonra doğduktan sonra
Mürsel Amca ve karısı hala çocuk yapmak için uğraşıyorlardı.
Seneler var hala deniyorlar fakat dünyanın dört bir ucuna
gittikleri doktorlar bile aynı şeyi yineliyorlardı: Çocukları
olmayacaktı çünkü Esma Teyze -Mürsel Amcamın karısı- hamile
kalamıyordu. Onlar da beni kendi çocukları gibi benimsemişlerdi
ve iki tane ailem olduğu için kendimi çok şanslı hissediyordum.
İşte ben de her sene çocukluğumdan beri onların Bodrum'daki
butik otelinde gider kalırım. Ancak, büyümeye başladığımda
bunun karşılığında onlara yardım etmemin gerekli olduğunu ve
bunun yakışı kalacağını öğrenmeye başlamıştım.
Bir gün yine bir yaz tatilinde
Bodrum'dayken Mürsel Amcama bu konuyu açmak istedim. Artık sadece
tatil yapmak istemediğimi, onlara bazı konularda yardım etmek
istediğimi -özellikle mutfak konusunda çok başarılıydım-
söylediğimde, önceleri kesinlikle olmaz, burası senin de otelin
sayılır gibi bir azar işitmiştim. Daha sonraları bu işi yapmayı
çok istediğimi, bana bir şans vermesinin beni çok mutlu edeceğini
belirttiğimde ise birkaç gün düşündükten sonra kabul etti.
İşte ben de üç yazdır -üniversiteye başladığımdan beri- bu
küçük ve tatlı otelde mutfak işlerine yardım ediyorum, bazen
barmenlik yapıyorum, otele gelip kalan benim yaşlarımda bir sürü
gençle arkadaş oluyorum ve çoğu zaman da -özellikle akşamları-
onlarla eğleniyorum.
Böylece yeni bir Bodrum macerası
beni bekliyordu ve ben bavullarımı hazırlamak için eve koşmuştum.
Hemen babama telefon açarak bütün dersleri verdiğimi artık
Bodrum için hazır olduğumu söyledim ve bana bir uçak bileti
almak için onun akşam eve gelmesini bekledim. Her sene oraya
gitmeme rağmen bu sene içimde çok garip duygular vardı. Aslında
oraya biraz da rahatlamak ve kafamı dağıtmak için de gitmek
istiyordum. Benim için çok değerli birinden daha yeni ayrılmıştım
ve biraz tatil ve çalışma hiç de fena olmayacaktı. Ayrıca,
biraz kendi ortamımdan da uzaklaşmak ve yeni insanlar tanımak,
yeni ilgi alanları keşfetmek, yeni düşüncelerle tanışmak çok
güzel bir fikirdi. Üstelik de en sevdiğim mevsimde.
Uçağa bindiğimde heyecanın üç
kat daha arttı. Bütün bir kış mevsimi ve okul zamanı boyunca
gelmesini iple çektiğim zaman için sadece birkaç saat kalmıştı.
Kulaklıklarımı taktım, en sevdiğim şarkıları shuffle'a koydum
ve işte uçuşa hazırdım.
Gözlerimi açtığımda
havaalanına iniş yapmıştık bile. İnsanlarla beraber ben de
uçaktan inmek için hazırlandım. Valizlerimi almak için alana
doğru yürürken bir taraftan da babamı arıyordum. “İndiğin
zaman hemen beni ara” demişti. Ben de isteğini yerine getirmek
üzere telefonu elime aldım ve numarayı çevirdim. Aynı süre de
bavulumu da görmüştüm ve hemen kaptığım gibi kendime çektim.
Üç ay kalacağım için iki tane bavul yapmıştım ve ikisi de
kocaman, birbirinden ağırdı. Neyseki sürükleme yeri de vardı
ki, böylece ikisini elimde taşımak zorunda kalmayacaktım. Sadece
yerde sürüklemeliydim, o da çok zor bir olay değildi.
Dışarı çıkar çıkmaz Mürsel
Amcamı gördüm; beni karşılamaya gelmişti. Hemen birbirimize
sarıldık, özleşmiştik. Hemen elimden bavulları aldı ve arabaya
yükledi. Havaalanı Bodrum'a oldukça uzaktı ve özellikle bizim
kaldığımız yer oranın diğer ucundaydı. Yine de yol boyu
konuşup hasret giderdiğimiz için otele çabuk varmıştık. Garaja
girer girmez tanıdığım simalarla karşılaştım. Bu kişiler de
yıllarca bu otelde çalışmaya devam eden ve hepsi de çok tatlı
birbirinden iyi insanlardı. Mürsel Amca hiçbirini ayırt etmez
hepsine çok iyi davranırdı. Onların arasındaki bağ artık
patron- işveren olayından çıkmış, ağabey-kardeş ilişkisine
dönüşmüştü. Hemen Egemen Abi, bana odamı gösterdi,
bavullarımı boşalttıktan sonra biraz deniz kenarına gidip
yorgunluğumu atmam için dinlenmem gerektiğini söyledi. İşe
yarın başlayacaktım böylece.
Hemen bavulumu dolabıma
yerleştirdim, bikinilerimi giydim ve plaj çantamı hazırlayarak
dışarıya çıktım. Bana çok güzel bir menü hazırlamışlardı,
karnımın aç olduğunu tahmin eden Mürsel Amca bugünün menüsünü
günler önceden hazırlamış ve tüm yemeklerin benim en sevdiğim
yemekler olması gerektiğine özen göstermişti. Bir kere daha
teşekkür ederek masaya oturdum. Yemeklerin hepsi birbirinden güzel
görünüyorlardı; hangisinden başlamam gerektiğine karar
veremiyordum. Pesto soslu penne, domates çorbası -sadece bu çorbayı
yaz kış içebilirdim- zeytinyağlı sos ve yanında çıtır
ekmekler, zeytinyağlı fasulye, ızgara köfte tabağında püre,
yoğurt ve salata... Hepsini silip süpürdükten sonra üstüne bir
de çay içtim ve karnım patlamaya hazır bir bomba gibiydi.
Bir saat dinlendikten sonra,
yüzmeye hazırdım. Kendimi iskeleden denize doğru attım. Denizin
ortasında tekneleri ve yüzen insanları ayıran bir ip vardı. Bu,
her sahilde olması zorunluydu çünkü bu ipin sayesinde kazalar
engelleniyordu. Ben de iplere kadar iki kere gidip geldikten sonra
denizden çıktım. Biraz güneşte kuruduktan sonra gölgeye
geçerek, kitabımı okumaya karar verdim. Saat akşamüstü altı
olmuştu. Deniz iyice dalgalanmıştı, bazı insanlar korkup
çıkmışlardı bile. Ben de çantamı alıp bir mutfağa da göz
atayım derken onu gördüm; iskeleye doğru yürüyordu. Dağınık
sarı saçları, çok uzaktan bile farkedilen masmavi cam gibi
gözleri, bembeyaz teni ve omzuna attığı havlusuyla bana doğru
geliyordu. Yanımdaki boş yere havlusunu fırlattığı gibi
üstündeki t-shirt'ünü çıkardı. Onu da havlusunun yanına
koyarak denize balıklama atladı. Bir dakika bile tereddüt etmeden
hemen onun arkasından ben de denize atladım. İplere doğru
yüzüyordu. Ben de arkasından gitmeye karar verdim. İplere
vardığımda beni izlediğini farkederek ona doğru gülümsedim.
-Bu kadar çok dalgalı bir deniz
Türkiye'de başka yerde görmemiştim. Bu dalgada ipe yüzecek kadar
cesaretli bir kızı da daha önce hiç görmemiştim, dedi ve o da
bana gülümsedi. Ne diyeceğimi bilemeden teşekkür ederek kıyıya
yüzmeye başladım. Merdivenlerden iskeleye çıktığımda arkama
dönüp baktım. Hala iplerdeydi; dalıyor, çıkıyor, dalgalarla
oynuyordu; denizden çıkana kadar onu izledim. Hayatımda bu kadar
yakışıklı, bu kadar tatlı gülen birini daha önce hiç
görmemiştim. Aslında kendime de şaşırmıştım. Daha önce
hiçkimsenin arkasından gitmemiştim, özellikle yapacağım işi
bırakarak. Ondan çok etkilendiğim doğruydu. O denizden çıktığında
ben de kurumuştum ve çantamı alıp mutfağa göz atmak için ayağa
kalktım.
Mutfakta herkes bana sarılıyor,
“Hoş geldin” diyordu. Bu akşam izinli olduğumu söyleyip
durdular. Gerçekten de iş benim için yarın başlayacaktı. Ben de
odama çekildim, duşumu aldım, akşam yemeği için hazırlandım
ve bara indim. Barmen hala aynı çocuktu. O da küçüklüğünden
beri burada çalışıyordu ve beraber büyüdük diyebilirim. Yunus
beni görünce hemen bana sarılmak için davrandı. Hemen
kahvelerimizi yaptı, hasret giderirken karşılıklı içtik. Yine
okullarımızla ilgili şikayet ederken onu gördüm. Bu sefer
üzerinde vücuduna mükemmel yakışmış bir siyah pantolon,
üzerinde beyaz baskılı bir t-shirt, ayağında siyah Superga
ayakkabıları vardı. Saçları yine sabahki gibi dağınıktı ama
onu çekici yapan sanırım o altın sarısı dağınık saçlarıydı.
Hemen Yunus'a döndüm ve çocuğu işaret ederek tanıyıp
tanımadığını sordum. İsmini bilmediğini fakat üç gündür
burada tek başına kalan bir müşteri olduğunu söyledi. Hatta,
akşam yemeğe inmesine şaşırdığını, üç gün boyunca hiçbir
akşam burada yemek yemediğini de belirtti. O akşam Yunus'la
beraber yemek yemek için barda kaldım. Herkes odasına çekildikten
sonra da hazırladığı içkilerle hafif çakırkeyif olup
odalarımıza döndük.
Sabah erkenden kalktım,
kahvaltımı yaptım ve mutfağa girdim. Aslında çalışma
saatlerim çok esnekti ama benim erken kalkmamın sebebi akşamüstü
gibi tüm işlerimi bitirip iskelede yine onu beklemekti. Otelin
mutfağı diğer otellere göre çok farklıydı. Etrafında duvar
değil, cam vardı. Böylece bütün müşteriler içeride neler
yaptığımızı görebiliyordu. Ben iskeleye en yakın taraftaki
tezgahı istemiştim, zaten orası boş olduğu için de bir sorun
çıkmadan hemen istediğim oldu. Kahvaltıları hazırladıktan ve
masalara götürecek garsonların alacağı tezgaha dizdikten sonra
tekrar tezgahıma geri döndüm. Salata malzemelerini yıkadım,
öğlen menüsü için yapılacak zeytinyağlı sebze yemeklerinin
sebzelerini yıkadım, doğradım. Patates, soğan, biber, domates de
doğradıktan sonra zaman neredeyse öğleni geçmişti; saat ikiye
geliyordu. Çok hızlı çalışmıştım, yemekleri ocağa koyan
aşçı benden ivedilikle maydonozların doğranmasını istedi.
Hemen kasada duran maydonozları kendime doğru çektim ve ilk tutamı
elime aldım. İyice yıkadım. Tahtamı ve bıçağımı da elime
aldıktan sonra başladım doğramaya. Bir taraftan da önümdeki
camı açıyordum. Hava iyice sıcak olmaya başlamıştı bile.
Camın önünde duruyordum ve hafif bir esintinin gelmesini
bekliyordum çaresizce, bir taraftan da maydonozları keserek. Elim
bıçak işlerine çok yatkındı. Şefimiz bile buna inanamıyor,
bütün aşçılara taş çıkartırsın valla diyerek beni övüyordu.
Ben tüm bu işlerle meşgulken
kafamda bir ses duydum. Ses benden bir bardak su istiyordu. Daha bir
gün önce duyduğum sese çok benziyordu. Kafamı kaldırıp da
sesin çıktığı kişiye baktığımda yine onu gördüm. Ve yine
altın rengi saçları dağınıktı. Ve yine masmavi gözlerinin içi
gülüyordu. Barı işaret ederek, burasının mutfak olduğunu,
buradan müşterilere su verilmediğini, dilerse bardan alabileceğini
söyledim. Teşekkür etti ve özür dileyerek bara doğru yürümeye
başladı. O gittikten sonra işimi o kadar hızlı bitirdim ki,
hemen mutfaktan çıkıp kendimi iskeleye attım.
O da oradaydı. Benim geldiğimi
görünce kafasını olduğum tarafa çevirdi. Hemen üstümdekileri
çıkardım ve denize atlamaya karar verdim. Mutfakta çok
yorulmuştum ve terlemiştim. Hemen dünkü yaptığım gibi
iskeleden balıklama atladım ve durmadan iplere yüzdüm. Oraya
ulaştığımda yüzümü iskelenin olduğu tarafa doğru döndüm ve
onun da bana doğru yüzdüğünü gördüm. Heyecanım her geçen
saniye daha da fazla artmaya başlıyordu. En sonunda o da iplere
ulaşıp yanımda durdu.
-Burada çalıştığını
bilmiyordum, dedi. Ben de ona Mürsel amcadan bahsettim, istediğim
için çalıştığımı belirttim ve aslında bana konukmuşum gibi
davranıldığını da eklemeden geçmedim. Etkilenmiş gibi
gözlerimin içine bakıyordu. Sonra bir anda akşam için programım
olup olmadığını sordu. “yok” diyerek soracağı teklifi
bekledim.
-Akşam belki Bodrum'a ineriz, bir
şeyler yeriz, dedi. Bu teklifi asla reddedemezdim. Tabiki de olur,
diyerek konuşmayı bitirdim. Şimdi yapmam gereken tek şey akşam
için ne giyeceğime karar vermekti.
Odama döndüğümde bir sürü
kıyafet denedim, çıkardım, tekrar giydim. Akşam sekizde lobide
buluşup öyle çıkacaktık. Yarım saat kalmıştı ve ben daha
hiçbir şeye karar verememiştim. En sonunda siyah şort, beyaz
askılı bluz ve geçen sene buradan aldığım Bodrum
sandaletlerimde karar kıldım. Ellerime siyah oje sürdüm,
yüzüklerimi taktım, saçımı açık ve dalgalı bıraktım. Hafif
bir makyajdan sonra çantamı da kaparak odadan çıktım.
Aslında beş dakika erken
çıkmıştım. Lobiye yürürken Yunus'a bunu söylesem mi diye
düşündüm ama onun gelmiş olduğunu görünce hemen vazgeçtim.
Bu akşam üzerinde kot vardı, üstünde siyah bir t-shirt ve yine
dün giydiği siyah Superga ayakkabıları. Saçları yine dağınıktı
ve gözleri yine cam gibiydi. Onu her gördüğümde daha da çok
etkileniyordum. Özellikle bana gülümsediğinde onun kadar
yakışıklı biriyle daha önce tanışmadığımı düşünüyordum.
Yine bana doğru gülümsedi. Elimi sıktı ve yanağımdan öptü,
hazır olup olmadığımı sordu. Böylece otelden çıktık.
Bodrum'a indiğimizde bildiği çok
güzel bir restoran olduğunu söyleyerek beni oraya götürdü.
Siparişlerimizi verdikten sonra sohbet etmeye başladık. O kadar
iyi anlaşmıştık ki, buna ben bile şaşırmıştım; hatta o bile
şaşırmış gibiydi. Bütün zevklerimiz aynıydı, o da benim gibi
yemek yapmaya bayılırmış, en sevdiği spor tenismiş ve uzun
yıllardır oynuyormuş. Annesini iki sene önce trafik kazasında
kaybetmiş, tıpkı benim de annemi iki yıl önce kanserden
kaybetmem gibi. En şaşırdığımız kısım doğumgünlerimizin
aynı gün olduğunu öğrendiğimiz kısımdı sanırım. Gerçi o
benden bir sene daha büyüktü fakat yine de aynı gün doğmamız
beni şok etmişti.
-İstanbul'dan mı geliyorsun?
-Evet, sanırım sen de İstanbulda
oturuyorsun?
-Annemi kaybettikten sonra
yurtdışına taşındık, iki senedir Hollanda'da yaşıyorum.
Üniversiteye orada tekrar başladım. Babamla beraber kendimize
buradan uzak bir hayat kurduk fakat ben burayı yine de özlüyorum.
O yüzden tatillerde tek başıma da olsa atlayıp geliyorum.
-...
-Tabiki sürekli gelemiyorum. En
fazla yılda bir kere gelebiliyorum. Bodrum'dan önce
İstanbul'daydım. Eski arkadaşlarımı gördüm, şimdi de
buradayım. Bodrum'da yazlığımız vardı. Annem öldükten sonra
sattık. Bir daha da gelmemeye karar verdik. Ancak ben dediğim gibi
çok özlüyorum. Babam artık buradan nefret ediyor.
-Sizin için üzüldüm, ama
kaçmak ne kadar mantıklı?
-Hiç mantıklı değil haklısın,
ama sen de anlarsın; bazı şeyler çok zor.
-Evet, anlıyorum.
Bu konuşmadan sonra iyice moralim
bozulmuştu. İlk görüşte hoşlandığım çocuğu bir daha
göremeyecektim. Üstelik birkaç gün sonra da döneceğini
söylemişti. Artık o dakikadan sonra hiçbir şekilde iyi olamadım.
Ne vardı kalsaydı bütün yaz burada? Hem belki o da çalışırdı
benim gibi? Ben Mürsel Amcamı ikna ederdim, benim mutlu olduğumu
görse hemen düşünmeden izin verirdi. Ancak gitmeyi kafasına
koyduysa bunu değiştiremezdim tabiki. İşte bu soru işaretleriyle
otele geri döndük ve odalarımıza çekildik.
Sabah daha da erken uyandım.
Onunla daha fazla zaman geçirebilmek için işlerimi daha da erken
bitirmek istiyordum. Nitekim de öyle yaptım. İskeleye vardığımda
o da yeni geliyordu. Hemen beni gördü ve yanıma oturdu. Biraz
sohbet ettikten sonra denize girmeye karar verdik. Hazırlanıp
iskeleden balıklama atladıktan sonra iplere kadar yüzdük.
Dinlenirken de sohbete başladık.
-Dün gece çok eğlendim,
teşekkür ediyorum. Fakat, adını bile bilmiyorum.
-Ne kadar aptalım. İsmim Bora.
-Benimki de Mine, tekrar memnun
oldum.
-Çok güzel bir ismin varmış.
Tıpkı yüzün gibi. Çok güzel bir kızsın, aslında seni ilk
gördüğüm saniyeden beri senden çok etkilendiğimi söylemeliyim.
Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece
bana doğru yaklaşmasına ve beni öpmesine izin verdim. İçimden
ağlamak geldi, bağırıp kendimi parçalamak geldi. Onu kaybetmek
istemiyordum. Kendimi çok fazla kaptırmamalıydım.
Bu saatten sonra artık sevgili
gibiydik. Sürekli beraberdik, her akşam merkeze inip kendimizden
geçercesine eğleniyorduk ve sabaha karşı dönüyorduk otele. Ben
hiç uyumadan bütün işlerimi bitiriyordum sadece sahilde onunla
beraber birkaç saat kestirdiğim zamanlarda ve akşamüstü odama
hazırlanmak için döndüğümde birkaç saat kestirdiğim
vakitlerde dinlenebiliyordum. O gidene kadar her günümüz böyle
geçti. Ancak, artık bu sabah veda etme zamanı gelmişti.
-Seni arayacağım, benim için
değerlisin.
-Gitmek zorunda mısın?
-Babamı yalnız bırakamam, hala
iyileşemedi.
-Bana arada sırada kart atmayı
unutma.
-Belki Hollanda'ya gelirsin, seni
gezdiririm.
-Belki...
-Ben İstanbul'a geldiğimde de
sen bana oraları gezdirirsin.
-Olur.
-Hoşçakal!
-Güle güle.
O gittikten sonra her gün benim
için işkence gibi geçti. Üç ay bitmeyecek sandım. Bana birkaç
kere mesaj atmıştı, birkaç kere de aramıştı ama yurtdışıydı
işte. Ulaşım zordu. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin her şey
yine de zordu. İstanbul'a döndükten sonra ona üzerinde boğaz
köprüsü olan bir kart attım, arkasına da “İstanbul'u
özlediğinde bakman için” yazdım. Okullar da yavaş yavaş
açılmıştı. Kayıt işlemleri, ders seçimleri derken dersteydim
bile. Havalar birden soğumuştu ve çok mutsuzdum. Kıştan nefret
eden biri için sonbahar yaşamadan direk kışa geçmek çok büyük
bir işkenceydi. Akşam eve gittiğimde hava durumunu izledim ve
yarından itibaren tekrar yaz havasına kavuşacağımızı
müjdeleyen bir haber sunucusu ve yüzünde kocaman bir gülümseme
gördüm. Tam o sırada telefonuma gelen mesajı açıp okumaya
başladım: “Son senemi İstanbul'da bitirmeye karar verdim, bütün
bir yaz boyunca bu işlerle uğraştım, sınava girdim ve burada
okuduğum okula denk bir okula kaydımı aldırdım. Yarın sabah
oradayım: Sürpriz!”
Yarından itibaren neden tekrar
yaz havasına gireceğimize bir türlü anlam veremeyen ben bu mesaj
ile sebebini anlamıştım. Benim için yaz gelmişti bile ve artık
hiç kışım olmayacaktı. İnanılmaz mutluydum!
13 Ekim 2011 Perşembe
DENİZ
Saatlerdir yoldaydık, bitkin düştük ama nihayet varabildik otelimize. Girdiğimiz andan itibaren bütün otel çalışanları peşimizde dört dönüyorlar, ölesiye yardım etmeye çalışıyorlar ve daha şimdiden, odalarımızın hazırlanmasını beklerken, bir bardak şampanya ve çikolatayı mideye indirdik bile. Seninle yaptığımız ilk tatilimiz olacak bu ve sonsuza kadar hatırlayacağız, ileride evlendiğimizde çocuklarımıza, torunlarımıza, onların da çocuklarına anlatacağımız bir sürü anımız olacak bu otelde. Daha girer girmez seziyorum bunun olacağını. İşte böyle bir atmosferi var bu küçük, sevimli butik otelin.
Ne de çok seviyoruz arkadaşlarımızı. Onlar olmadan asla diyerek hep beraber geldik buraya. Aslında hepsini ikna etmek çok da zor olmadı. Bir çılgınlık yaptık, internetten beğendiğimiz bir otel seçtik ve bum! Buradayız.
Sonunda odalarımız hazırlandı, teker teker odalarımıza çıkıyoruz. Saat daha sabahın yedisi olduğu için ve bütün bir gece direksiyon salladığımız için uyku en çok ihtiyacımız olan şey şu anda. Biraz kestirdikten sonra kahvaltıya inmeyi düşünüyoruz. Mayolarımızın üstüne pareolarımızı bağlayıp, plaj çantamızı da hazırladıktan sonra artık inmeye hazırız.
Mükemmel bir kahvaltı büfesiyle karşılaştığımız anda ne kadar da çok acıktığımız aklımıza geliyor ve yemekleri adeta saldırırcasına tabağımıza doldurmaya başlıyoruz. Sen kahvaltının yanında hep meyve suyu içersin. Bu alışkanlığın seni tanıdığım ilk günden beri süregelen bir durum; tıpkı benim her kahvaltıda bardaklarca çay içmem gibi. Elma suyunu kaptığın gibi yanıma oturuyorsun, diğer elinde de benim için alınmış bir fincan çay ve çay tabağında tonlarca şeker ile birlikte. Kahvaltımızı yapmaya başlıyoruz; kimse konuşmuyor, herkes tıkanırcasına kahvaltısına gömülmüş vaziyette. Ne zaman karnımız doymaya başlıyor işte o zaman senin açtığın sohbete teker teker katılmaya başlıyoruz.
Tıka basa yiyip masadan kalktıktan sonra, türk kahvelerimizi deniz kenarına söylüyoruz. Bir taraftan görevliye şemsiyeyi açtırmak için el işareti yapıyorum. Biliyorsun ki, güneşin altında saatlerce yatıp kavrulan insanları hiç sevmem; daha doğrusu ben hiçbir zaman öyle bir insan olamadığımı bildiğim için ve güneşe çıktığım anda kıpkırmızı kesildiğim için, bronzlaşmanın da ne demek olduğunu anlayamadığım için siz saatlerce yanmaya çabalarken ben gölgeye çekilip kitap okuyor oluyorum. Sahi ne kadar güzeldir aslında kıpkırmızı olmadan, bir kerede bronzlaşarak yanmak. Bunun tadını hiçbir zaman alamayacak olmak aslında eksiklik duygusu benim için; tıpkı asla et yemediğim için etin nasıl bir şey olduğunu bilmemenin eksikliği gibi; tıpkı senin asla araba kullanmayı öğrenememenin eksikliği gibi.
Bazı duyguları tatmadıktan, onları hissedemedikten, dokunamadıktan sonra o duygular hakkında kesin çizgileri olabilir mi insanların? Bir duygunun nasıl bir his olduğunu bilemeden yorum yapabilir mi insan? İşte herkesin; bilmediği, kendi içine sır gibi tutunmuş birtakım belirsizlikleri vardır. Bu nedenden dolayı kimsenin sadece siyah ve beyazı olmaz. Hayattaki griler, işte bu bilinmezliktir; bilinmeyen, keşfedilmeyen somut veya soyut şeylerdir.
Elimi tutuyorsun ve beni yattığım yerden kaldırıyorsun. Kuma inmek istediğini, orasının daha güzel ve eğlenceli olabileceğini söylüyorsun. Sana hayır diyebilmek mümkün mü? Hiçbir zaman mümkün olmadı. Beni sevme tarzın, ateşli ve tutkulu aşkın, her zaman düşünceli tavrınla sana asla hayır diyemedim. Senin yanında kendimi, benliğimi kaybediyorum. Aslında bundan hiçbir zaman da şikayetçi olmadım, çünkü; bu benim yaşama şeklimdi. Seninle beraberken senden öyle bir güç alıyorum ki, yanında kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki, sanki sen yanımdan uçup gittiğin anda karanlığa gömülüp gidecekmişim gibi bir his kaplıyor içimi adeta. Beni kuma çağırdığın anda ne yapmak istediğimi unuttum ve sana koştum; tıpkı her zaman yaptığım gibi.
İki tane şezlong bulabiliyoruz sonunda ve bir de şemsiye. Sen, tam olarak uzanmadan oturma pozisyonuna geçmeyi tercih ediyorsun. Kumlarla oynamayı oldun olası sevdiğini biliyorum. Ben nefret ederim. Ama bunun hiçbir önemi yok. Sen ayakların kumdayken mutlusun ve ben bütün bedenim şezlongun üzerinde mutluyum. Derken konuşmaya başlıyoruz, beni ne kadar çok sevdiğini, benden asla vazgeçemeyeceğini söylüyorsun. Her seferinde sözüne inanıyorum; belki de duymak istediğim sözlerin hepsini sırayla bana söylediğin için senden hiçbir zaman kuşku duymamışımdır. Yine öyle yapıyorum. Sana sarılıyorum. Derken bir anda patlayıveriyorsun; KAHVEM HALA GELMEDİ. Bu patlamalarına o kadar çok alıştım ki, ani sinir krizlerin, öfke kontrolü yoksunluğun, gözünün hiçbir şey görmemesi, hatta bana bile bazen tokat atacakmışsın gibi hissediyorum. Tersine, bir o kadar da çabuk sönüyor alevlerin. Sendeki bu hızlı değişime aşığım ben. Beni, bizi besliyor.
Kahvelerimiz geliyor, denizin kıyıya vuran sesi, cıvıl cıvıl kuş sesleri, denizde top oynayan çocukların ciyaklamaları, bebek ağlamaları, genç bir grubun kahkaha sesleri, arkadan gelen Edith Piaf müziği... Hepsi bir ahenk, hepsi bir bütünlük oluşturuyor zihnimde. En önemlisi bu ahengin içinde sen de varsın. İşte ben şu anda dünyanın en mutlu insanıyım.
Yavaş yavaş öğlen sıcaklığı etkisini kaybediyor; ama hala akşamüstüne hazır değiliz. İnsanlar hala denize giriyor, iskeleden atlıyor, güneşleniyor, hafif atıştırmalıklar ile ağızlarını oyalıyorlar. Önümüzdeki şezlonglar boşalır boşalmaz bana öne geçme teklifi sunuyorsun; hemen kabul ediyorum. Denizin tam önündeki şezlonglar bunlar. Dalgaların sesini daha net duyabiliriz artık.
İşte yine bir kriz anı daha! Soğuk birer içki almaya gittikten sonra, şezlongumuza döndüğümüz an havlularımızın yok olduğunu görüyoruz. KİM ALMIŞ OLABİLİR? KİM ALDI BU HAVLULARI? LANET OLSUN BANA HAVLUMU GERİ VERİN. HEPİNİZDEN NEFRET EDİYORUM SİZİ BEYİNLERİ ÇALIŞMAYAN HIRSIZLAR. GEBERİN GİDİN BU DÜNYADAN. BÖYLECE REFAH DÜZEYİMİZ GİTTİKÇE YÜKSELİR. SİZİN GİBİ ASALAKLARDAN KURTULMUŞ OLURUZ SİZİ PİÇLER.
Aynen bu cümleleri bağırarak tekrar ediyorsun. Bu sefer daha da heyecanlanıyorum. Aslında tanıştığımız andan beri ne kadar çok sinirlendiysen, ben de o kadar fazla miktarda stres olmuşumdur. Günden güne bu öfke haline alışacağıma, tam tersine daha da korkuyorum. Aslında tam olarak korku da denemez bunun ismine. Tarif edilemez bir şey.
Ve işte arkadaşımız elinde bizim havlularımızla görünüyor karşıda. Meğer bizi göremeyince merak etmiş, acaba unuttuk mu diye yanına almaya karar vermiş. Eğer geldiğimizi görürse geri getirecekmiş ve nitekim de öyle oldu. Yine yerin dbine geçiyorsun. Binlerce kez özür diliyorsun, yanlış anladığını söylüyorsun ama her seferinde bu kadar utanmana gerek yok. Hele ki bizim kendi dostlarımızdan. Çünkü onlar da senin nasıl biri olduğunu biliyorlar ve seni böyle kabul ettiler.
İçkimi bitiriyorum. Son yudumuna geldiğimde yaptığım shot, içkinin ne kadar sert olduğunu bir kez daha anlamama sebep oluyor; yüzüm buruşuyor. İçme şu ağır viskiyi, eline hiç yakışmıyor diyorsun. Oysaki bence bir kadının eline yakışan en güzel içkidir viski. Özgürlüğü, kendine güveni, ağırbaşlılığı ve asaleti simgeler bana göre. İtiraf edemiyorsun ama beni ilk gördüğün gün, yanıma gelip de benimle tanışmama sebep olan şey, o gün elimde duran sayısız içtiğim viskilerdi.
Denize girmeye karar veriyorum. Geldiğimden beri sana o kadar çok dalmışım ki, suya girmeyi atladığımı farkediyorum. Pareomu ve üzerimdeki bluzumu çıkartıyorum. Bedenim bikinim ile adeta çırılçıplak. Bana bakıyorsun ve beni o anda arzuladığını anlıyorum. Sanki bikinimden daha ötesini de görüyor gibisin. İçimden "bu isteğini yerine getireceğim ama odamıza gittiğimizde" diye geçirirken buluyorum kendimi. Daha sonra güneş gözlüklerimi çıkartıyorum, saçımdaki tokayı çözüyorum ve upuzun sarı saçlarım omuzlarıma, oradan da belime düşüyor. Suya ayağım, daha sonra bacaklarım, daha sonra kasıklarım, daha sonra göbeğim giriyor. Balıklama dalmak istiyorum ama bu kadar güzel bir denizin tadını yavaş yavaş çıkarmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Daha sonra göğüslerim giriyor suyun içine, daha sonra boynum ve nihayet kafam ve en son saçlarım. Dalıyorum suya, kendimden geçiyorum; aklımda sen...
Ne de çok seviyoruz arkadaşlarımızı. Onlar olmadan asla diyerek hep beraber geldik buraya. Aslında hepsini ikna etmek çok da zor olmadı. Bir çılgınlık yaptık, internetten beğendiğimiz bir otel seçtik ve bum! Buradayız.
Sonunda odalarımız hazırlandı, teker teker odalarımıza çıkıyoruz. Saat daha sabahın yedisi olduğu için ve bütün bir gece direksiyon salladığımız için uyku en çok ihtiyacımız olan şey şu anda. Biraz kestirdikten sonra kahvaltıya inmeyi düşünüyoruz. Mayolarımızın üstüne pareolarımızı bağlayıp, plaj çantamızı da hazırladıktan sonra artık inmeye hazırız.
Mükemmel bir kahvaltı büfesiyle karşılaştığımız anda ne kadar da çok acıktığımız aklımıza geliyor ve yemekleri adeta saldırırcasına tabağımıza doldurmaya başlıyoruz. Sen kahvaltının yanında hep meyve suyu içersin. Bu alışkanlığın seni tanıdığım ilk günden beri süregelen bir durum; tıpkı benim her kahvaltıda bardaklarca çay içmem gibi. Elma suyunu kaptığın gibi yanıma oturuyorsun, diğer elinde de benim için alınmış bir fincan çay ve çay tabağında tonlarca şeker ile birlikte. Kahvaltımızı yapmaya başlıyoruz; kimse konuşmuyor, herkes tıkanırcasına kahvaltısına gömülmüş vaziyette. Ne zaman karnımız doymaya başlıyor işte o zaman senin açtığın sohbete teker teker katılmaya başlıyoruz.
Tıka basa yiyip masadan kalktıktan sonra, türk kahvelerimizi deniz kenarına söylüyoruz. Bir taraftan görevliye şemsiyeyi açtırmak için el işareti yapıyorum. Biliyorsun ki, güneşin altında saatlerce yatıp kavrulan insanları hiç sevmem; daha doğrusu ben hiçbir zaman öyle bir insan olamadığımı bildiğim için ve güneşe çıktığım anda kıpkırmızı kesildiğim için, bronzlaşmanın da ne demek olduğunu anlayamadığım için siz saatlerce yanmaya çabalarken ben gölgeye çekilip kitap okuyor oluyorum. Sahi ne kadar güzeldir aslında kıpkırmızı olmadan, bir kerede bronzlaşarak yanmak. Bunun tadını hiçbir zaman alamayacak olmak aslında eksiklik duygusu benim için; tıpkı asla et yemediğim için etin nasıl bir şey olduğunu bilmemenin eksikliği gibi; tıpkı senin asla araba kullanmayı öğrenememenin eksikliği gibi.
Bazı duyguları tatmadıktan, onları hissedemedikten, dokunamadıktan sonra o duygular hakkında kesin çizgileri olabilir mi insanların? Bir duygunun nasıl bir his olduğunu bilemeden yorum yapabilir mi insan? İşte herkesin; bilmediği, kendi içine sır gibi tutunmuş birtakım belirsizlikleri vardır. Bu nedenden dolayı kimsenin sadece siyah ve beyazı olmaz. Hayattaki griler, işte bu bilinmezliktir; bilinmeyen, keşfedilmeyen somut veya soyut şeylerdir.
Elimi tutuyorsun ve beni yattığım yerden kaldırıyorsun. Kuma inmek istediğini, orasının daha güzel ve eğlenceli olabileceğini söylüyorsun. Sana hayır diyebilmek mümkün mü? Hiçbir zaman mümkün olmadı. Beni sevme tarzın, ateşli ve tutkulu aşkın, her zaman düşünceli tavrınla sana asla hayır diyemedim. Senin yanında kendimi, benliğimi kaybediyorum. Aslında bundan hiçbir zaman da şikayetçi olmadım, çünkü; bu benim yaşama şeklimdi. Seninle beraberken senden öyle bir güç alıyorum ki, yanında kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki, sanki sen yanımdan uçup gittiğin anda karanlığa gömülüp gidecekmişim gibi bir his kaplıyor içimi adeta. Beni kuma çağırdığın anda ne yapmak istediğimi unuttum ve sana koştum; tıpkı her zaman yaptığım gibi.
İki tane şezlong bulabiliyoruz sonunda ve bir de şemsiye. Sen, tam olarak uzanmadan oturma pozisyonuna geçmeyi tercih ediyorsun. Kumlarla oynamayı oldun olası sevdiğini biliyorum. Ben nefret ederim. Ama bunun hiçbir önemi yok. Sen ayakların kumdayken mutlusun ve ben bütün bedenim şezlongun üzerinde mutluyum. Derken konuşmaya başlıyoruz, beni ne kadar çok sevdiğini, benden asla vazgeçemeyeceğini söylüyorsun. Her seferinde sözüne inanıyorum; belki de duymak istediğim sözlerin hepsini sırayla bana söylediğin için senden hiçbir zaman kuşku duymamışımdır. Yine öyle yapıyorum. Sana sarılıyorum. Derken bir anda patlayıveriyorsun; KAHVEM HALA GELMEDİ. Bu patlamalarına o kadar çok alıştım ki, ani sinir krizlerin, öfke kontrolü yoksunluğun, gözünün hiçbir şey görmemesi, hatta bana bile bazen tokat atacakmışsın gibi hissediyorum. Tersine, bir o kadar da çabuk sönüyor alevlerin. Sendeki bu hızlı değişime aşığım ben. Beni, bizi besliyor.
Kahvelerimiz geliyor, denizin kıyıya vuran sesi, cıvıl cıvıl kuş sesleri, denizde top oynayan çocukların ciyaklamaları, bebek ağlamaları, genç bir grubun kahkaha sesleri, arkadan gelen Edith Piaf müziği... Hepsi bir ahenk, hepsi bir bütünlük oluşturuyor zihnimde. En önemlisi bu ahengin içinde sen de varsın. İşte ben şu anda dünyanın en mutlu insanıyım.
Yavaş yavaş öğlen sıcaklığı etkisini kaybediyor; ama hala akşamüstüne hazır değiliz. İnsanlar hala denize giriyor, iskeleden atlıyor, güneşleniyor, hafif atıştırmalıklar ile ağızlarını oyalıyorlar. Önümüzdeki şezlonglar boşalır boşalmaz bana öne geçme teklifi sunuyorsun; hemen kabul ediyorum. Denizin tam önündeki şezlonglar bunlar. Dalgaların sesini daha net duyabiliriz artık.
İşte yine bir kriz anı daha! Soğuk birer içki almaya gittikten sonra, şezlongumuza döndüğümüz an havlularımızın yok olduğunu görüyoruz. KİM ALMIŞ OLABİLİR? KİM ALDI BU HAVLULARI? LANET OLSUN BANA HAVLUMU GERİ VERİN. HEPİNİZDEN NEFRET EDİYORUM SİZİ BEYİNLERİ ÇALIŞMAYAN HIRSIZLAR. GEBERİN GİDİN BU DÜNYADAN. BÖYLECE REFAH DÜZEYİMİZ GİTTİKÇE YÜKSELİR. SİZİN GİBİ ASALAKLARDAN KURTULMUŞ OLURUZ SİZİ PİÇLER.
Aynen bu cümleleri bağırarak tekrar ediyorsun. Bu sefer daha da heyecanlanıyorum. Aslında tanıştığımız andan beri ne kadar çok sinirlendiysen, ben de o kadar fazla miktarda stres olmuşumdur. Günden güne bu öfke haline alışacağıma, tam tersine daha da korkuyorum. Aslında tam olarak korku da denemez bunun ismine. Tarif edilemez bir şey.
Ve işte arkadaşımız elinde bizim havlularımızla görünüyor karşıda. Meğer bizi göremeyince merak etmiş, acaba unuttuk mu diye yanına almaya karar vermiş. Eğer geldiğimizi görürse geri getirecekmiş ve nitekim de öyle oldu. Yine yerin dbine geçiyorsun. Binlerce kez özür diliyorsun, yanlış anladığını söylüyorsun ama her seferinde bu kadar utanmana gerek yok. Hele ki bizim kendi dostlarımızdan. Çünkü onlar da senin nasıl biri olduğunu biliyorlar ve seni böyle kabul ettiler.
İçkimi bitiriyorum. Son yudumuna geldiğimde yaptığım shot, içkinin ne kadar sert olduğunu bir kez daha anlamama sebep oluyor; yüzüm buruşuyor. İçme şu ağır viskiyi, eline hiç yakışmıyor diyorsun. Oysaki bence bir kadının eline yakışan en güzel içkidir viski. Özgürlüğü, kendine güveni, ağırbaşlılığı ve asaleti simgeler bana göre. İtiraf edemiyorsun ama beni ilk gördüğün gün, yanıma gelip de benimle tanışmama sebep olan şey, o gün elimde duran sayısız içtiğim viskilerdi.
Denize girmeye karar veriyorum. Geldiğimden beri sana o kadar çok dalmışım ki, suya girmeyi atladığımı farkediyorum. Pareomu ve üzerimdeki bluzumu çıkartıyorum. Bedenim bikinim ile adeta çırılçıplak. Bana bakıyorsun ve beni o anda arzuladığını anlıyorum. Sanki bikinimden daha ötesini de görüyor gibisin. İçimden "bu isteğini yerine getireceğim ama odamıza gittiğimizde" diye geçirirken buluyorum kendimi. Daha sonra güneş gözlüklerimi çıkartıyorum, saçımdaki tokayı çözüyorum ve upuzun sarı saçlarım omuzlarıma, oradan da belime düşüyor. Suya ayağım, daha sonra bacaklarım, daha sonra kasıklarım, daha sonra göbeğim giriyor. Balıklama dalmak istiyorum ama bu kadar güzel bir denizin tadını yavaş yavaş çıkarmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Daha sonra göğüslerim giriyor suyun içine, daha sonra boynum ve nihayet kafam ve en son saçlarım. Dalıyorum suya, kendimden geçiyorum; aklımda sen...
10 Ekim 2011 Pazartesi
DEREOTU
Bu yazıyı yazmaya başlamamın tek amacı annemin zeytinyağlı
yemeklerin üstüne sürekli dere otu doğramasıdır. Annem otlara bayılır, sevdiği
için de bizim de her otu sevmemizi bekler -aslında beklemez, sormadan her yere
dereotu koyar- ve ne kadar "istemiyorum şunu koyma" desek bile asla vazgeçmez.
Dere otundan
nefret etmemin o kadar çok sebebi var ki hangisinden başlasam bilemiyorum.
Öncelikle tadı gerçekten yok. Kesinlikle gereksiz bir tat. Nereye koyarsan koy,
en güzel yemeği bile çirkinleştirme gücüne sahip bir ot. Normalde otlarla aram
iyidir yani her türlü yeşilliği yerim ama bir dere otu iki maydonoz.
"Çıkın hayatımdan" diye bağırsam bile faydası yok. Annem hayatımda
olduğu sürece onlarla birlikte olacağım. Maydonozla yaşamayı öğrendim fakat
dere otuyla hala problemlerimiz var. Ben bağlanmayı sevmiyorum ama o beni asla
bırakmıyor. Her akşam karşıma çıkıp bana sürpriz yapıyor ama her akşam onu
görmek benim kabusum oluyor. Özel hayatıma hiç saygısı yok. Ben biraz ara
vermek istiyorum ama o hep benimle beraber olmak istiyor. Onu yemek istemiyorum,
hep yemeklerden onu ayıklıyorum ama o, ne yapıp ne edip, bir yolunu buluyor.
Bir bakmışım ki yemişim.
Bir diğer olay
ise, dere otu HER YERDE. Onu bir kere doğradınız mı yandınız. Mutfak tezgahı,
yerler, yemek masası... Bazen köfteye bile bulaşıyor tıpkı havuç gibi. Havuç
doğradığınız zaman yatak odasından bile havuç çıkabilme ihtimali var. God
dammit! oraya nasıl gidiyor?
Hiç unutmam yakın
bir arkadaşımla bir gün akşam yemeği hazırlıyorduk ve yoğurtlu havuç
hazırlamaya karar verdik. Havuç arttı ve salataya da kullandık. Yetmedi,
kalanlarını da havuç suyu yapıp içtik -sonuncusunu abartmış olabilirim, kabul
ediyorum-. O akşam arkadaşımın saçından havuç çıktı. Havuç işte bu kadar sinsi
bir sebze. Siz siz olun havuç ve dere otundan uzak durun.
Eliniz ıslakken dere otundan uzak durun.
Elinize yapışır ve asla bırakmaz. İşte bu kadar yapışkan, yüzsüz bir ot. Eliniz
kuruyunca alıp çöpe atabilirsiniz. Kuru ele de yapışmaya başladığına dair
birtakım söylentiler var ama inanmak istemezsiniz. En iyisi inanmayın. Yaşayın
ve görün.
Dere otu tat
verir ama? söylentilerinden direk uzaklaşın. Çocuk mu kandırıyoruz? Dere otunun
tadı yok. Kesinlikle işe yaramaz, gereksiz bir ot. Neden var hala anlamış
değilim. Annem neden bu kadar çok seviyor hala bilmiyorum.
Bildiğim tek bir
şey var ki dere otuyla olan ilişkimi yavaş yavaş noktalayabiliyorum ama bunu
dış güçlere borçluyum. Artık zeytinyağlı yemeğin üstünde beni tehdit edecek
dere otu yok. Onu sevmediğimi anlamış olmalı ki ayrı bir tabakta geldi bugün.
İsteyen onu kolayca kullandı ve yedi.
-Dikkat buradan
sonrası dereotuna açık bir mektup-
Sevgili dere otu,
Seninle aramız hiçbir zaman iyi olmadı, senden hep nefret
ettim ve bunu sana hep göstermek için elimden ne geliyorsa yaptım. Fakat, sen
benim senden ne kadar nefret ettiğimi anlamadın ve ısrar ettin. Ben baskılara
dayanamayan bir insanım bunu çok iyi biliyordun ama kabul et, sorun ben
değildim, sorun sendin. En başından beri sana hep açık olmaya çalıştım ama göz
gerçeği değil, istediğini görürmüş. Hergün seni bir gün sevebilme ihtimalimi
düşündün durdun ve bunun için hiç beni terketmedin. Ama ben sana hiç ümit
vermedim. Bunu bilmene rağmen bana daha çok bağlandın. Artık zamanı geldi.
Bugünkü soğukluğun kesinlikle artık beni istemediğini gösteriyordu çünkü ayrı
bir tabakla masama geldin. Senin adına ne kadar çok sevindiğimi anlatamam.
Artık beni aşıyorsun ve hayatına devam ediyorsun işte buna çok mutlu oldum.
Seninde bir gün
gerçekten seni seven biriyle ciddi bir ilişkin olacak,
Bunun için ümidini
asla yitirme,
Sevgiler,
Seni hiçbir zaman
sevmemiş olan,
Nil.
5 Ekim 2011 Çarşamba
ÜTOPYA YA DA DEĞİL
İnsanların inandığı doğruların çoğu, birtakım -hatta hepsi- değer
yargıları, gelenekler ve görenekler, aile bağları gibi kavramlar benim ilgimi
çekmiyor. Hatta o kadar ilgimi çekmiyor ki bazen başıma bela açabiliyor. Ancak,
benim inandığım ve "kendimce" doğruluğunu kanıtladığım bir şey var.
İşte bu "şey" yüzünden inanmıyorum.
Önce doğrulardan
başlamak istiyorum. Bu dünyada "doğru" dediğimiz bir şey hiçbir zaman
olmadı ve olmayacak. Halkın çoğunluğunun kabul ettiği ve olması gerektiği bazı
tezlere biz doğru diyoruz ve bu doğrulardan yasalar oluşuyor. Böylece insanlar
birlikte yaşamayı öğreniyorlar çünkü bu çoğunluğun kabul ettiği
"doğru"lar olmadan insan birlikte yaşayamaz. Buraya kadar
katılıyorum. Ancak bu noktadan sonra ortaya çıkan bir antitez var. Çoğunluğun
isteklerini uyguladığımız takdirde azınlığın isteklerini hiçe sayıyoruzdur.
İnsan tek bir varlıktır ve istediğini düşünüp uygulamakta özgürdür, çoğunluğa
uymak zorunda değildir çünkü çoğunluğun bazı hakları olduğu gibi azınlığın da
hakları vardır ve bunu inkar edemeyiz. Eğer inkar edersek bu demokrasiden yoksun
olduğumuzu gösterir. Buna karşın, iki tarafında isteklerini doğru olarak kabul
ettiğimiz takdirde toplumda yine demokrasiden söz edemeyiz. Bu durumda artık
benim ütopyam devreye giriyor ve istediği gibi davranabilen insanları, o
toplumu düşünüyorum ve suç oranının en aza indiğini "hayal" ediyorum.
Bu tabiki imkansız bir şey. İşte o zaman yine ütopyam devreye giriyor ve günlük
ve küçük isteklerden bahsetmeye başlıyorum. Nedir bu küçük istekler? Herkesin
istediğini yapabildiği mahalle baskısı olmayan bir bölge hayal ediyorum (ve
bunu hayal ederken, büyük kriminal suçları hesaba katmıyorum). Baskılardan
bahsettiğim zaman da bu beni ikinci düşünceme götürüyor: Değer yargıları.
Her toplumda
değer yargıları farklıdır ama ben Türkiye'de yaşadığım için buradan yola
çıkarak düşünüp ütopyamı oluşturmaya devam ediyorum. Tekrar belirtmek isterim
ki değer yargılarını da ele aldığımda yukarıdaki gibi kriminal veya maximum
değersizlikten bahsetmiyorum. Ne demek istediğimi hemen açıklayayım; bu ülkede
cinsellik bilinçaltına itilmiş bir dürtü, insanlar cinselliğin ayıp olduğunu
düşünüyor. Bu ülkede sigara içmek, alkol tüketmek yasaklanıyor, bu ülkede
engellilerle "özürlü" diye dalga geçiliyor, bu ülkede insanlar
cahilleştiriliyor, bu ülkenin bazı mahallelerinde kadın-erkek yan yana
yürüyemiyor ve yine bu ülkede insanların cinsel tercihini seçme gibi bir
lüksleri yok; gay ve lezbiyenlere kötü yola düşmüş olarak bakılıyor. Aslında
bunların hepsini biz kendimiz yaptık. Burdan politikaya girmeye niyetim yok ama
bahsettiğim değer yargılarına örnek vermek istedim. Şimdi benim ütopyam buradan
sonra tekrar devreye giriyor; cinselliği, cinsel seçimleri aşmış bir toplum,
birbirlerine saygı gösteren bir toplum. Kadın ve erkek mahallede yürüdüğünde
ortaçağdan kalmış meraklı teyzelerin kafalarının basmaya başlayıp modern
düşünebildiği bir ülke. İnsanların tükettiği alkol ve sigaraya karışmayan bir
hükümet. Peki ben buna neden ütopya diyorum çünkü aslında bu olabilecek bir şey
ki birtakım gelişmiş ülkelerde bu olağan bir şey. Buna ütopya dememin sebebi
Türkiye adına konuşuyor olmam.
Gelenekleri,
görenekleri ve aile bağlarını bu kısımda toplayacağım. Kısaca şöyle anlatmak
gerekirse; iki kişi hayat arkadaşı oluyorlar, çocuk yapmaya karar veriyorlar ve
çocuğu dünyaya getiriyorlar. Çocuğa bakmak zorundalar çünkü çocuk yapmak
Onların kararı. Çocuğa ellerinden geldiğince bakmak zorundalar çünkü karar
verip çocuk yapıyorlar. Çocuk doğuyor ve büyüyor, kendi kararlarını verebilecek
yaşa geliyor. O saatten sonra çocuğun -ya da artık gencin de diyebiliriz-
verdiği karar aileyi ilgilendirmez. Verdiği kararlara geldiğimde gelenek ve
göreneklerden bahsediyorum. Aile yaşlandığında, büyüyen çocuğun kendisine
bakmasını isterler. Bu haklı bir istek olabilir ama o çocuğu dünyaya getirirken
herhangi bir antlaşma imzalanmadı. Çocuğa "doğmak ister misin?" diye
sorulmadı. İşte çocuk, o aileye bakmak zorunda değil ya da aile bağlarını çok
geliştirmek zorunda değil. Çocuk isterse kimseyle görüşmeyebilir çünkü bu onun
tercihidir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki vicdan dediğimiz şey ayrıdır
ama kimse ama hiç kimse o çocuktan bir şey beklememelidir. O çocuk isteyerek
dünyaya gelmedi, ama eğer geldiyse de kendi kararlarını verir.
Sonuç olarak
bireylerin teker teker hür, karar verme hakkına sahip ve toplumun da bunu
gerçekleştirebilmeleri için ön ayak olmasını istiyorum. Yukarıda saydığım veya
buna benzer değer yargılarını, hakları ele almayıp duruma daha geniş bir
çerçeveden bakarsam -mesela; suç oranının olmadığını, insanın çıkarlarının
olmadığını varsayarsam; yani biraz pembe gözlüklerle bakarsam- buna ütopya
derim. Fakat bunları çıkartsam da çıkartmasam da Türkiye için bu saydığım
ufacık gibi görünen "şeyler" aslında büyük "şeyler". O
yüzden ben buna yine de ütopya demeyi tercih ediyorum.
28 Eylül 2011 Çarşamba
MEVSİMLER VE İNSANLAR
Tanıştığım insanları mevsimlere göre kategoriye koymayı çok seviyorum. Her arkadaşımın farklı bir mevsimi var benim gözümde. Çünkü; ben arkadaşlarımla ilk kez tanıştığım gün üzerinde ne olduklarını asla unutmam, onları öyle hatırlarım. Unutmam dediysem de, rengini veya şeklini değil elbet; hang,i havaya göre giyindiğini unutmamaktan bahsediyorum.
Mesela en yakın arkadaşlarımdan biri benim için sonbahara dönmüş bir baharı andırır. Onunla tanıştığımda üstünde yazlık kıyafetleri olmasına rağmen, her an soğuyabilir olan havaya karşı önlem olarak da hırkası vardı. İşte bu sonbaharın başlı başına bir özelliğidir; sabah evden çıkarken biraz kalın giyinirsin, çünkü; artık uyandığında yaz havasından eser kalmamıştır. Buna karşılık öğlen havasının yaza dönmesiyle üstündeki kazağı çıkartırsın ve askılılarınla dolaşırsın.
Erkek arkadaşımla tanıştığım günü hatırlıyorum. Üzerinde kocaman simsiyah montuyla ayaklarında ağır postallarıyla muhabbet etmeye başladığımız dakikayı hatırlıyorum. Kendisi benim için bir kış insanı; onu kışla özdeşleştiririm her zaman. Yazın da onun her halini görsem bile, onun ismi, duruşu, bakışı, konuşması bana kışı andırır hep.
Oniki senelik arkadaşımı yaz olarak tanımlıyorum, çünkü; o, benim için hiç üşümeyen bir insan gibidir. Benim gibi en ufak rüzgarda dahi üşüyen insanların aksine, her şartta kendisine sıcak basan bir kişidir o. Onunla yazın tanışmamama rağmen, o benim için yaz insanıdır. Bu belki de, beraber çıktığımız yaz tatilleri, girdiğimiz denizler ve güneşlendiğimiz sahillerden dolayı bir durumdur, kim bilir?
Diğer bir arkadaşımı ise ilkbahar olarak benimsiyorum. Bu tamamen onun giydiği kıyafetten ve kendi tarzından kaynaklanan bir durum. İçine giydiği beyaz t-shirt'lerin üzerine tercih ettiği bol kesim gömlekleri, ayağına giymekten hoşlandığı babet tarzı narin ayakkabılarıyla bana ilkbaharı anımsatıyor. Trench coat ise vazgeçilmezlerinden.
Birkaç ay önce tanıştığım bir insan var. Onu da yaz olarak tanımlıyorum. Fakat bunu tamamen daha yeni tanışmamıza ve tanıştığımızda havaların şimdikinden daha da sıcak olduğuna bağlıyorum. Ancak şunu biliyorum ki, onu hep yaz insanı olarak hatırlayacağım; en sevdiği havanın kasvetli, yağmur ve şimşekli olduğunu söylemesine rağmen.
Canım kadar çok sevdiğim manevi abim dediğim insanı da bahar olarak betimliyorum. Kışın da sürekli buluşmalarımıza, takılmalarımıza rağmen; onun kalın montlu hali asla gözümün önüne gelmiyor. Ancak onun baharını kasım aylarıyla bağdaştırıyorum. Montlu hayal edemediğim gibi incecik kıyafetlerle de hayal edemiyorum. Kendisi benim için her daim kazaklı, kot pantalonlu bir kişidir.
Mevsimler ve insanlar arasında kurduğum ilişkilerin benim için önemi çok büyük aslında. Hayal dünyamda onları gözümün önüne daha kolay getirebiliyorum bu şekilde. Daha birçok insanın betimlemesi var gözlerimin önünde ama bu saydıklarım en görünür olanlar benim için.
Mesela en yakın arkadaşlarımdan biri benim için sonbahara dönmüş bir baharı andırır. Onunla tanıştığımda üstünde yazlık kıyafetleri olmasına rağmen, her an soğuyabilir olan havaya karşı önlem olarak da hırkası vardı. İşte bu sonbaharın başlı başına bir özelliğidir; sabah evden çıkarken biraz kalın giyinirsin, çünkü; artık uyandığında yaz havasından eser kalmamıştır. Buna karşılık öğlen havasının yaza dönmesiyle üstündeki kazağı çıkartırsın ve askılılarınla dolaşırsın.
Erkek arkadaşımla tanıştığım günü hatırlıyorum. Üzerinde kocaman simsiyah montuyla ayaklarında ağır postallarıyla muhabbet etmeye başladığımız dakikayı hatırlıyorum. Kendisi benim için bir kış insanı; onu kışla özdeşleştiririm her zaman. Yazın da onun her halini görsem bile, onun ismi, duruşu, bakışı, konuşması bana kışı andırır hep.
Oniki senelik arkadaşımı yaz olarak tanımlıyorum, çünkü; o, benim için hiç üşümeyen bir insan gibidir. Benim gibi en ufak rüzgarda dahi üşüyen insanların aksine, her şartta kendisine sıcak basan bir kişidir o. Onunla yazın tanışmamama rağmen, o benim için yaz insanıdır. Bu belki de, beraber çıktığımız yaz tatilleri, girdiğimiz denizler ve güneşlendiğimiz sahillerden dolayı bir durumdur, kim bilir?
Diğer bir arkadaşımı ise ilkbahar olarak benimsiyorum. Bu tamamen onun giydiği kıyafetten ve kendi tarzından kaynaklanan bir durum. İçine giydiği beyaz t-shirt'lerin üzerine tercih ettiği bol kesim gömlekleri, ayağına giymekten hoşlandığı babet tarzı narin ayakkabılarıyla bana ilkbaharı anımsatıyor. Trench coat ise vazgeçilmezlerinden.
Birkaç ay önce tanıştığım bir insan var. Onu da yaz olarak tanımlıyorum. Fakat bunu tamamen daha yeni tanışmamıza ve tanıştığımızda havaların şimdikinden daha da sıcak olduğuna bağlıyorum. Ancak şunu biliyorum ki, onu hep yaz insanı olarak hatırlayacağım; en sevdiği havanın kasvetli, yağmur ve şimşekli olduğunu söylemesine rağmen.
Canım kadar çok sevdiğim manevi abim dediğim insanı da bahar olarak betimliyorum. Kışın da sürekli buluşmalarımıza, takılmalarımıza rağmen; onun kalın montlu hali asla gözümün önüne gelmiyor. Ancak onun baharını kasım aylarıyla bağdaştırıyorum. Montlu hayal edemediğim gibi incecik kıyafetlerle de hayal edemiyorum. Kendisi benim için her daim kazaklı, kot pantalonlu bir kişidir.
Mevsimler ve insanlar arasında kurduğum ilişkilerin benim için önemi çok büyük aslında. Hayal dünyamda onları gözümün önüne daha kolay getirebiliyorum bu şekilde. Daha birçok insanın betimlemesi var gözlerimin önünde ama bu saydıklarım en görünür olanlar benim için.
21 Eylül 2011 Çarşamba
KIZIL DERİLİLER (3. BÖLÜM: ATLAR)
Arka bahçedeki
barakada tam tamına yedi tane at vardı. İçlerinden en güzelleri
iki tane kızıl attı. Ne kırmızıydılar, ne de turuncuydular;
kelimenin tam anlamıyla kızıldılar. Kimse daha önce bu kadar
güzel iki at görmemişti. Herkes onları satın almak için çok
büyük paralar teklif etmişlerdi fakat atların sahipleri onların
daha hazır olmadığını söylüyor, bu şekilde de fiyatlarının
daha çok artmasını sağlıyordu.
Doğduklarından
beri bu evde büyümüş ve yetişmiş olan bu atların başka hayvan
dostları da vardı elbette; öküzler, inekler, tavuklar, domuzlar,
köpekler. Sahipleri, onları mükemmel eğitiyordu ve hayvanlarının
ona sadık olduğundan hiç şüphesi yoktu. Oysaki, durum onun
sandığı kadar güllük gülistanlık da değildi.
Çok
çalıştırıldıklarından şikayet eden atlar, aralarında
konuşarak buna bir son vermelerinin gerektiği kanısına
varmışlardı. Artık üstlerine eyer vurulmasını istemiyorlardı,
özgürce atlayıp, dört nala koşmak, istedikleri zaman yemlerini
yemek istiyorlardı. Aslında hepsi sahibini seviyordu fakat günün
birinde, onlardan vazgeçileceğini de biliyorlardı ve bu düşünce
yüzünden her gün içlerindeki sevgi, nefrete dönüşüyordu.
Günün birinde bu konuyu diğer hayvanlara açmak isteyecekler,
fakat bekledikleri tepkiyi göremeyeceklerdi. Bu olayda yalnızdılar
ve hiçkimseden yardım gelmeyeceğini çok acı bir biçimde
öğreneceklerdi.
Başkaldırıya
öncelikle, arabayı sürmemekle başladılar. Ancak, buna ne zaman
kalkışırlarsa, sahip kırbacı sırtlarına öyle bir vuruyor ki,
acıdan kıvranıyorlar ve direnemeyerek arabayı sürmeye
başlıyorlardı. Hiçbir hayvan dostları, sahibin, bu dünyadaki en
güzel iki atı neden bu kadar çalıştırdığına bir anlam
veremiyorlardı. Fakat, nedeni çok açıktı; bir at ne kadar
tecrübeliyse, ne kadar çok iş yapabiliyorsa, o kadar da pahalıydı
bu kasabada. İşte bu yüzden her işi o ikisi yapıyorlardı ve
geriye kalan diğer beş at bütün gün yan gelip yatıyorlardı.
Kızıl
atlardan erkek olanı, dişiye göre daha dayanıklıydı. Kırbaç
zamanlarında bile erkek at bu denli büyük bir acıya
dayanabilirken, dişi onun yanında daha güçsüz kalıyordu ve en
ufak bir darbede hemen pes ediyordu. Erkek at ona, geceleri herkes
uyuduktan sonra, dayanıklılığını arttırmak için birtakım
antremanlar yaptırıyordu fakat bu antremanlar onun için
dayanıklılık testinden çok ertesi gün yorgunluğuna dönüşüyordu.
Böylece, çok daha fazla çelimsiz oluyordu.
Bir gece bu iki
kızıl at, bütün ev uykuya daldıktan sonra, bu konuyu diğer
atlar ile konuşmak için karar almışlardı. Bütün gün
yaşadıkları olayları, çektiği eziyetleri ve acıları onlarla
paylaştılar ve yardım istediler. Nasıl olsa onlar da attılar ve
onların halinden anlarlardı. Bütün umutlarının tükendiğini,
yapılacak tek şeyin birlik olup bunun üstesinden gelmek veya hep
beraber bu eziyetten kaçmak olduğunu söylediler. Ancak, olaylar
hiç de onların beklediği şekilde gelişmemişti:
-Ben bütün gün
otluyorum ve halimden çok memnunum, buradan kaçıp gitmek istediğim
en son şey olurdu, her gün yemek yiyebiliyorum. Siz bana her gün
yemek bulmamın garantisini verebiliyor musunuz?
diye sormuştu
içlerinden bir tanesi. Diğerleri de bu fikri çok sevmişlerdi ve
hep bir ağızdan bunun imkansız olduğunu ve en yakın zamanda bu
düşünceden vazgeçmeleri gerektiğini haykırdılar.
İşte yalnız
kalmışlardı. Dişi kızıl, diğer hayvan dostlarından yardım
almak için bir öneride bulunmuştu fakat erkek kızıl bunu
denemeye bile gerek olmadığını, cinslerinin bile kendilerine
sahip çıkmadıklarını, çareyi başka cinslerde aramamaları
gerektiğini söylemişti. Dişi kızıl, yine de şansını denemek
istiyordu. Erkek kızıl ile beraber ya da tek başına! Bunu
yapacaktı, sonucu ne olursa olsun.
Ertesi gün,
diğer ahıra giderek hayvan dostlarıyla konuşmak istediğini
bildirdi. Konuşması bittiğinde ne köpekler, ne öküzler, ne
domuzlar, ne tavuklar bu fikri beğenmemişti ve diğer atların
söylediklerinden farklı bir şey söylememişlerdi. Dişi kızıl
sinirlenerek:
-Şu anda rahat ve
konfor içinde yaşıyor olabilirsiniz ama öyle bir gün gelecek ki,
benimle birlik olmadığınıza pişman olacaksınız. Erkek kızıl
ve ben, sonuç ne olursa olsun bunu deneyeceğiz. Eğer ölürsek de,
gururumuzla ölürüz, diyerek ahırdan koşarak çıktı. Bir daha
da o ahıra ayak basmamıştı.
Artık resmi
olarak yalnızdılar. Tek yapmaları gereken bir kusursuz bir plandı
ve sonra özgürlüğe doğru yola çıkacaklardı. Daha önce bu
kasabadan dışarı çıkmamışlardı, uzak olarak gördükleri tek
yer sahibinin çocuğunun okuluydu. Fakat onlar, daha da uzağa
gitmek istiyorlardı. Bilmedikleri yerlerden geçip, dağları aşıp,
ovaları geçip, nehirlerden su içip, ağaç gölgelerinde
dinlenerek ulaşacakları o mükemmel yere. O yerin neresi olduğunu
kendileri de bilmiyorlardı. Tek bildikleri şey, yola çıktıktan
sonra çok dikkatli olmaları gerektiğiydi. Sonuçta herkes onların
peşine düşecekti, bunu biliyorlardı. Aynı zamanda da çok güzel
ve farklı iki attılar. Eğer bir insanoğluyla karşılaşırlarsa,
başına gelecekleri yine bu çiftliktekinin aynısı olacağını
çok iyi biliyorlardı. Yine de, kendi güçlerinin de
farkındaydılar. Bilhassa, özgür kaldıklarında insanoğlundan
çok daha fazla güçlü olduklarını biliyorlardı. Ancak tek sorun
özgür kalmalarıydı.
Günler ayları
kovaladı. İki kızıl, çiftlikten okula, okuldan çiftliğe
yolları arşınlamaya devam ettiler. Taa ki, planlarını yaptıkları
güne kadar. Planlarını uygulamaya başladıkları anda mükemmel
bir şey olmuştu. Onların da, hiçkimsenin de beklemediği bir şey.
İşte bu olaydan sonra her şey çok farklı olacaktı.
KIZIL DERİLİLER (2. BÖLÜM: BİR ŞEYLER TERS GİDİYOR)
Annem
beni sabah erkenden uyandırmıştı, kahvaltının hazır olduğunu
söyleyip, okul kıyafetlerimi giymeme yardımcı olmuştu. Beraber
aşağı kattaki mutfağa gitmek için odamdan çıktığımızda
babamı görmüştüm. Yüzü gülüyordu, ilk defa duygularını bir
şekilde anlatmaya çalıştığını o zaman hissetmiştim. Daima
içine kapalı olan bu adam ilk defa bana bakıyordu, bana gülüyordu
ve mutluydu.
Beraber
kahvaltı sofrasına oturmuştuk. Annem sofrayı donatmıştı;
sucuklar, salamlar, jambonlar, mükemmel domates-zeytinyağı-kekik
karışımı, fırından yeni çıkmış mis gibi ekmek ve hemen
arkasından gelen sıcacık bir çay. Aceleyle ama bir o kadar da
keyifle kahvaltımızı bitirdik. Okul servisine binmek için
barakada buluşmak için sözleştiğimiz çocuklar ve yanlarında
aileleri yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı bile. Herkes,
çocuğunu öpüyor, iyi dileklerle uğurluyor ve onların cebine
çaktırmadan para sıkıştırıyordu.
Nitekim,
annem de bana aynısını yapmak için yanıma geldiğinde babam da
oradaydı. Geç kaldığımızı, bir an önce yola koyulmamız
gerektiğini, okulun düşündükleri kadar yakında olmadığını
anlatmaya koyulmuştu. En sonunda bütün çocuklar servise binmiş,
babam şoför koltuğuna yerleşmiş ve herkes gitmeye hazırdı.
Anneler, arabanın arkasından su atmak için ellerinde şişelerle
gelmişlerdi. Arkama baktığımda annemin de onlardan biri olduğunu
gördüm; elinde koca bir tas arabanın gitmesini bekliyordu. Ama bir
türlü yola çıkamıyorduk. Bunun nedeni ise kızıl renkteki
atlardı.
Babam
bu atlara doğduklarından beri gözü gibi bakıyordu, atların
yemlerini hiç geciktirmiyordu, her gün temizliğini yapıyordu ve
onları şevkatle seviyordu. Hatta, kendilerini evlerinde
hissetsinler diye, onlar için barakayı genişletmiş ve büyük
bahçemizin bir kısmından vazgeçmek durumunda kalmıştı. Tabii
yaptığı bütün bu iyiliğin karşılığında onları sürekli
çalıştırıyor, her gün üstlerine binip saatlerce antreman
yapıyordu. Atlarla bu kadar çok ilgilenmesinin nedenini o zamanlar
bilmiyorduk ama daha sonra atları iyi bir paraya satabilmek için
sağlıklarına ve güçlerine dikkat ettiğini itiraf etmek zorunda
kalacaktı. Bunu biz bilmiyorduk ama atlar, o zamandan beri bunun
sebebini tahmin ediyorlardı. İşte huysuzlukları da bu yüzdendi.
Babam
yola koyulmak istiyordu ama atları buna bir türlü ikna edememişti.
Saniyeler dakikaları kovaladı ve biz çocuklar, artık okul ile
ilgili ümitlerimizi yitirmeye başlamıştık. Derken babam çok
sinirli bir şekilde kırbacı atlara öyle bir vurmuştu ki, atlar
mecburen şaha kalkmak durumunda kalmışlardı. Araba arkaya doğru
dengesini kaybetmişti. Neredeyse düşecektik ama çok sıkı
tutunuyorduk. Ve işte o an, atlar dört nala gitmeye başladılar.
Okula
vardığımızda babam bana doğru eğildi ve kendime dikkat etmemi,
derslerimi iyi dinlememi ve kimseyle dalaşmamam konusunda beni
uyardı ve böylece vedalaştık.
İlk
gün çok çabuk bitmişti; sınıf arkadaşlarımla tanışmıştım,
öğretmenimin iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım
ve üstelik de okulda yediğim yemeği de çok sevmiştim. Biz, aynı
kasabalı olan çocuklar, daha iyi anlaşıyorduk; birbirimizi
kolluyorduk. Bu durum aslında çok da normaldi. Büyük ve kalabalık
ortamlara girdiğinde, yanında durmak istediğin kişilerin hep
tanıdık olmasını istersin ve buna özellikle dikkat edersin.
Böylece, başına gelebilecek kötü bir durumda hem desteğin olmuş
olur hem de bu durumların senin başına gelmesi olasılığını
aza indirgemiş olursun. İşte biz de aynen böyle yapıyorduk. Yine
de, diğer çocuklarla da tanışmıştık ve şimdilik büyük bir
tehlike sezmemiştik. Aksine, herkesin ne kadar iyi ve dost canlısı
olduğunu aramızda konuşmuştuk bile.
İlk
günümün bu şekilde sonuna gelmiştim. Son dersten çıktığımda,
babamı kapının önünde gördüm, bana el sallıyordu. Hemen
koşarak yanına gitmiştim ve heyecanla olan biteni bir çırpıda
anlatmaya koyulmuştum ki, babam bana eliyle sus işareti yaparak
beni arabaya bindirdi. Günümün nasıl olduğunu evde konuşmamızı
önererek, diğer çocukları beklemeye başladı. Sonunda herkes
gelmişti ve biz kasabaya dönmeye hazırdık.
Ancak,
yine o anlam veremediğimiz durum belirmişti; atlar yine çok
huysuzdu ve gitmek istemiyorlardı. Aslında bu gitmek istememe
durumundan çok, babamın isteğini -daha doğrusu, insanoğlunun
isteğini- yerine getirmeyi istememe durumuydu. Ama babam
vazgeçmiyordu ve yine kırbacı bastığı gibi atlar dört nala
koşmaya başlamışlardı.
Akşam
eve geldiğimizde, annem hemen beni banyoya sürükledi. Ellerimi
yıkayana kadar başımda bekledi ve tertemiz bir havlu vererek,
ıslak ellerimi kurulamamı seyretti. Hemen yemeğe oturduk. Ben bir
taraftan yerken, bir taraftan da ilk günümü anlatıyordum. Bazen
yemek yemeği unutuyordum fakat annem hemen beni yemeğimi soğutmamam
konusunda uyarıyordu. Hemen ağzıma bir lokma atıp tekrar
anlatmaya başlıyordum. Yemekten kalktığımızda annem odama geldi
ve kafamı öptü. Benimle gurur duyduğunu ve benim okumamın onlar
için dünyada en çok istedikleri şey olduğunu söyledi. Çok
gururlanmıştım, ne de olsa ailem benimle gurur duyuyordu. Yapmaya
başladığım ödevlerimi daha da hırsla, bir o kadar da dikkatlice
bitirmiştim ve artık yatmaya hazırdım.
Ondan
sonraki bütün günlerde, atların huysuzlukları günden güne
artmaya devam etti. Her gün, bir önceki günden daha huysuz olmaya
başlamışlardı. Babam da, onlara her geçen gün daha çok şiddet
kullanmaya başlamıştı. Biz, çocuklar ise her geçen gün daha
çok korkmaya başlamıştık. Bir gün, bu konuyla ilgili annem ve
babamı mutfakta gizlice konuşurlarken yakalamıştım. Daha
doğrusu, annem konuşuyor babam her zamanki gibi dinliyordu. Bir
şeyler yapmazsa, atları tamamen kaybedeceğimizi söylüyor ve buna
bir çözüm bulmasını istiyordu. Babam, annemin aksine, sakin
görünerek anneme bir gülücük atıp, tartışmadan kaçmanın
yolunu arıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)