"On dört yaşında ya var, ya yoktum, dedem, marangoz olan değil, öteki, ölüm döşeğinde yatıyordu. Günlerdir ağzından, hiçbir anlamı olmayan bir ses çıkıyordu; hatta bu bir inleme de değildi, çünkü acı çekmiyordu; bir sözcüğü söylemeye de çalışmıyordu, hayır, konuşma yetisini yitirmemişti; yalnızca, söyleyecek bir şeyi, iletecek somut bir mesajı yoktu, konuşacak birini de aramıyordu, artık kimseyle ilgilenmiyordu, ağzından çıkan sesle yalnız başınaydı, tek bir ses, yalnızca soluk alması gerektiğinde kesilen bir aaaaa sesi. Ona baktım, büyülenmiş gibiydim, ve o sesi hiç unutmadım, çünkü, çocuk sayılacak yaşta olsam da onu anladığımı sandım: İşte, diyordu, var olduğu biçimiyle var olan zamanla yüzleşen yaşam; ve ben bu yüzleşmenin, can sıkıntısı denen şey olduğunu anladım. Dedem, can sıkıntısını bu sesle, sonu gelmez aaaaa sesiyle ifade ediyordu; o aaaaa sesini çıkarmayacak olsaydı, zaman onu ezecekti; ve dedemin, zamana karşı doğrultabileceği tek bir silah vardı, o sonu gelmez, zavallı aaaaa sesi."
Milan Kundera, Kimlik, 78-79.
30 Ocak 2012 Pazartesi
25 Ocak 2012 Çarşamba
BÜYÜMEK
Küçüktüm.
Annem ne zaman yerleri silmeye kalksa bana "koltuğa geç
otur, yerler kuruduktan sonra kalkarsın" derdi. Oysaki, hiç de oturup
beklemek istemezdim. İçten içe kıskanırdım annemi; "o geziyor ya evin
içinde rahat rahat, ben niye gezemiyorum ya!" diye kızardım. Tabiki
korkumdan kalkamazdım yerimden, yerler kuruyana kadar beklerdim. Yerler
ıslakken evin içinde herkes otururken gezebilmenin ne demek olduğunu büyüdükten
sonra öğrendim. Ev işi yapmak demekmiş. Şimdi anlıyorum babamın neden ses
çıkarmadığını bu işe. Asıl işte şimdi "aman annem bir şey istemesin de ben
de yerimden kalkmayayım" diye gözünün içine bakıyorum annemin.
Küçüktüm.
Benim yemekten sonra sofradan mutfağa tabak, bardak vb.
eşyaları taşımama izin verilmezdi. "Sen geç otur, kırarsın şimdi bir
şeyler, küçüksün daha" derlerdi. Çok gücüme giderdi. Büyüdükten sonra
sofrayı hergün toplamak zorunda kalmanın yanında bir de bulaşık yıkamayı
öğrendiğim gün düşüncem değişti tabi. Şimdiki aklım olsa hayatta kalkmazdım,
geçer otururdum koltuğa.
Küçüktüm.
Babam beni markete göndermezdi. Hep kendi giderdi de beni
göndermezdi diye sinir olurdum. "Hemen büyüsem de markete gidebilsem"
derdim içimden. Şimdi de ya bir şey isterse marketten diye ödüm kopuyor.
İşte bu da büyümenin başka bir tarafı. Eskiden delice yapmak
istenen, içten içe büyütülen şeylerin büyüdükçe asla yapmak istenmeyen ve
istenmeyecek şeyler listesine girmesi budur işte.
22 Ocak 2012 Pazar
ANI
Tam olarak kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Belki üç, belki de dört. Ama en fazla beş. Saçlarım omuzlarımdan aşağıya doğru döküldüğünü hatırlıyorum. Onları yarım at kuyruğu yapmış annem. Geri kalanı sırtımdan aşağıya doğru sarkıyor. Üzerimde beyaz bir elbise var. Yeni alınmış belli. Gıcır gıcır yeni ayakkabılarımla da uyumu yakalamış. Bir de krem rengi bir kuşağı var elbisenin. Üzerime giydiğim andan itibaren kendimi prenses gibi hissetmeme sebep olan böyle bir elbise.
Evde annem ve babamla beraber oturuyor muyum yoksa dışarı çıkmak mı üzereyiz, tam olarak hatırlamıyorum. Belki de eve bir yerden yeni gelmişizdir. İkisi bana şaka yapmak istemişler ve birden konuşmaya başlamışlar. Biz senin gerçek annen ve baban değiliz. Seni sokaktan aldık ve büyüttük. Gerçek annen ve babanın kim olduğunu da bilmiyoruz, sen de bilemeyeceksin. Bütün bu laflardan sonra kaçıp hemen her evde depo niyetine kullanılan yere, yani küçük tuvalete saklanmışlar. Ben başlıyorum ağlamaya. Nasıl ağlıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum. Annemle babam da kıkır kıkır gülüyorlarmış. En sonunda bakmışlar ben ciddiyim ve hemen saklandıkları yerden çıkıp bana doğru koşmaya başlamışlar. Sonra hemen şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Seneler sonra büyüdüm. Dayımın kızı oldu. Hep beraber iki aile Göcek'e tatile gittik. Hiç unutmam 30 Ağustos Zafer Bayramı tatille birleşiyordu. Herkes izin aldı, eh okullar da açılmamıştı. Atladık gittik. Çok güzel bir tatil yaptıktan sonra İzmir'e döndük. Orada da biraz kalıp İstanbul'a, evimize dönecektik. İzmir'e dönerken, yolda hep beraber arabadayız. Annem, ben, dayım, diğer dayım, yengem, kuzenim... Kuzenim altı veya yedi yaşında olsa gerekti. Çok da net hatırlamasam da yaşını, büyük olmadığını biliyorum. Ben de lisedeydim. Bir anda dayım ve yengem başladılar kuzenime, biz senin gerçek annen ve baban değiliz demeye. Kuzenim şok oldu, gerçek annem kim diye sorgulamaya başladı. Benim annem, yani onun halası, senin gerçek annen benim dedi, üstüne de diğer dayım ben de senin babanım deyince, kuzenim başladı ağlamaya. Neyse tabi hemen gerçek söylendi. Yine şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Şimdi diğer dayımın da kızı oldu. Şu anda dört-beş yaşlarında. Aynı "şaka"yı ona da yapmak için sabırsızlanıyoruz. Sanırım hepimizin genlerinde biraz psikopatlık ruhu var. Eh tabi biz evleneceğiz, sonra bizim de çocuklarımız olacak... Daha da bir şey söylememe gerek yok sanırım. Artık bu ailedeki küçük çocukların kaderi bir şekilde benim çocukluğum ile belirlenmiş oldu.
Evde annem ve babamla beraber oturuyor muyum yoksa dışarı çıkmak mı üzereyiz, tam olarak hatırlamıyorum. Belki de eve bir yerden yeni gelmişizdir. İkisi bana şaka yapmak istemişler ve birden konuşmaya başlamışlar. Biz senin gerçek annen ve baban değiliz. Seni sokaktan aldık ve büyüttük. Gerçek annen ve babanın kim olduğunu da bilmiyoruz, sen de bilemeyeceksin. Bütün bu laflardan sonra kaçıp hemen her evde depo niyetine kullanılan yere, yani küçük tuvalete saklanmışlar. Ben başlıyorum ağlamaya. Nasıl ağlıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum. Annemle babam da kıkır kıkır gülüyorlarmış. En sonunda bakmışlar ben ciddiyim ve hemen saklandıkları yerden çıkıp bana doğru koşmaya başlamışlar. Sonra hemen şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Seneler sonra büyüdüm. Dayımın kızı oldu. Hep beraber iki aile Göcek'e tatile gittik. Hiç unutmam 30 Ağustos Zafer Bayramı tatille birleşiyordu. Herkes izin aldı, eh okullar da açılmamıştı. Atladık gittik. Çok güzel bir tatil yaptıktan sonra İzmir'e döndük. Orada da biraz kalıp İstanbul'a, evimize dönecektik. İzmir'e dönerken, yolda hep beraber arabadayız. Annem, ben, dayım, diğer dayım, yengem, kuzenim... Kuzenim altı veya yedi yaşında olsa gerekti. Çok da net hatırlamasam da yaşını, büyük olmadığını biliyorum. Ben de lisedeydim. Bir anda dayım ve yengem başladılar kuzenime, biz senin gerçek annen ve baban değiliz demeye. Kuzenim şok oldu, gerçek annem kim diye sorgulamaya başladı. Benim annem, yani onun halası, senin gerçek annen benim dedi, üstüne de diğer dayım ben de senin babanım deyince, kuzenim başladı ağlamaya. Neyse tabi hemen gerçek söylendi. Yine şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Şimdi diğer dayımın da kızı oldu. Şu anda dört-beş yaşlarında. Aynı "şaka"yı ona da yapmak için sabırsızlanıyoruz. Sanırım hepimizin genlerinde biraz psikopatlık ruhu var. Eh tabi biz evleneceğiz, sonra bizim de çocuklarımız olacak... Daha da bir şey söylememe gerek yok sanırım. Artık bu ailedeki küçük çocukların kaderi bir şekilde benim çocukluğum ile belirlenmiş oldu.
18 Ocak 2012 Çarşamba
SİNİR
Günlük yaşamda beni sinir eden birtakım olayla
karşılaşıyorum; bu olaylar çoğu zaman incir çekirdeğini doldurmayacak kadar
önemsiz olaylar oluyor ama şehrin karmaşasından mıdır nedir çok sinirli bir
insan haline dönüşmeye başladım. En ufak bir olayda hemen sinirlenip
parlayıveriyorum, sonra kendi kendime kızıyorum bu kadar önemsiz bir olay
yüzünden bile bile kendimi yıprattığım için. Bu süreç böyle devam ettikçe daha
da sinirli oluyorum ve artık bunun önünü alamıyorum. Peki, neye mi kızıyorum?
Başlayalım...
Telefonuma kızıyorum. En önemli zamanlarda kitlenmesine,
internete en çok muhtaç olduğum zaman deli edercesine yavaşlamasına ve bir
programın otuz saatte açılmamasına sinirleniyorum. Böyle zamanlarda fırlatıp
atıp kırmak geliyor içimden ama tabii yapamıyorsun. Sonra ona da muhtaç
kalacağımdan ötürü olsa gerek...
Sürekli bomboş olan, nadiren araba geçen sokaklardan ben
karşı karşıya geçmek istediğimde, hemde acelem de varsa, sürekli şekilde bir
araba konvoyu gördüğüm için sinirleniyorum. Sanki özellikle benim karşıya
geçmemi bekliyorlarmış gibi geliyor. Böyle olunca da deli oluyorum.
Ne yapıp edip güç bela tatil mi ayarlıyorum? Reglimin ya
gecikesi tutuyor ya da erken gelmesi tutuyor. Sanki bilerek en olmadık zamanda
gelmek için vakit kolluyormuş gibi geliyor. Stajımın ilk günü mü ya da düğün mü
var, akşam eğlenceye mi gideceğim; mutlaka özenle ona denk getiriyor.
Sınavım olsun ve ben şans eseri uyuyakalayım mesela,
otobüsüm illaki geç gelir ya da ben binmek istediğimde çoktan kalkıp gitmiştir.
Taksi mi tutmak istiyorum, asla durakta taksi kalmamış olur ve ben sinir
krizleri geçiririm.
Restoranda siparişim unutuluyor. Kalabalık şekilde bir yere
gittiğimizde mutlaka ya unutuluyor ya da en geç benimki geliyor. Bu mutlaka
oluyor, olmazsa olmaz.
Bir ayakkabı beğeneyim mesela, numarasını asla bulamam. Asla
ama asla. En küçük örneğini vereyim; siyah kısa converse almak istedim ya
klasik siyah kısa converse. Kalmamış olma ihtimali nedir ki? Mutlaka bütün
mağazalarda bulunan bir şey değil mi? Yok, ben istediğimde kısa kalmamış uzun
verelim dedi adam ya. Bu kadar giyilen ve her gün binlerce insan tarafından
tüketilen bu klasik ayakkabı nasıl bitmiş olabilir o gün?
Canım mı sıkıldı evde? Yapacak hiçbir şey bulamıyorum da.
Haydi bari yeni kitaba başlıyorum diyorum; cart elektrik kesiliyor. Bekliyorum
bekliyorum gelmiyor. Lanet olsun okumuyorum, hevesim de kaçtı zaten diyorum
içimden ve o anda elektrikler geri geliyor.
Evde bir eşyamı bulamayınca sinir oluyorum mesela. Sinir
krizine girebiliyorum hatta çoğu zaman. Sonra ben onu unutuyorum mesela,
yenisini alıyorum ya da tamamen siliyorum; en olmaz zamanda ortaya çıkıyor ya
işte buna daha çok sinir oluyorum.
Facebook ve twitter'da insanların sürekli duyarlı ayağına
sosyal mesaj vermelerine gıcık oluyorum mesela. “bugün yine 8 şehit” diye
yazıyorlar en bilindik örneğinden. Her gün şehit veriyoruz ama sayı çoğalınca
hemen türk bayrağı koyuluyor profil resimlerine, hemen bir sürü twitler
atılıyor.
Somali yardımlarını ele alıyorum mesela. Tamam üç yıldır
yağmur yağmamış, tamam görülmemiş kuraklık var, milyarlarca insan aç...
Somali'nin durumu hep böyleydi. Bu yeni bir şeymiş gibi her gün lanse
edilmesine sinir oluyorum mesela. Erdoğan'ın şehitlerimiz için “ramazandan
sonra icabına bakacağım” söylemini sürekli söylemesi ama hiçbir şey yapmamasına
sinir oluyorum, kendi şehitlerini düşünmemesine ama Somali'ye yardıma koşarak
gitmesine gıcık oluyorum.
Somali'yi çok önemsiyormuş gibi davranan ama aynı zamanda
mülteci kamplarında, kaçak yollarda paralarını alıp, mücevherlerini çalıp,
kadınlarına yavşayıp, tecavüz edip ortadan kaybolan ve o kadar insanı yarı
yolda bırakan türk halkının duyarlı pozlarına girmesini kaldıramıyorum çünkü
düşünmeye başladığımda midem bulanıyor ve kusmamak için kendimi zor tutuyorum.
İşte bütün bu olayların benzerleri hergün oluyor ve ben
günden güne daha sabırsız ve sinirli olarak yaşamaya devam ediyorum.
15 Ocak 2012 Pazar
TÜRK ERKEĞİ
Türk erkeğinin en büyük özelliğidir kendini namus bekçisi
ilan etmek. Başkaların (özellikle kadınların) hayatlarına burnunu sokup da
ahlak bekçisi olmak. Kiminle nerede geziyor? Elini tutuyor mu? Öpüşüyor da mı
yoksa? Bir de kısacık şort ve etek giymiş zaten namussuz.... Bir tane yumruk
atar suratına otobüste, bir de otobüsün penceresini atar, o zaman görürsün!
İkinci bir
özelliği de topluma egemen olmak istemesidir ve sonuna kadar da bunun
mücadelesini verir. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı her fırsatta dile
getirir ve bundan kendine pay çıkarmaya çalışır. Seks yapan kadın hayat kadını
olur, sevgilisiyle cinsel anlamda birlikte olan kadına orospu der, ama aynı
seksi kendi yaptığında da “erkek” olur, “adam” olur. Kim bilir kaç tane kadın
evlenmeden bekareti gitti diye öldürülmüştür? Kaç kadın töreye kurban
edilmiştir? Ama bunların önemi yokki takmış bir namus, tutturuyor gidiyor.
Üçüncü bir
özelliğidir hemen sinirlenmek, aşırı tepkilere kaçmak. En ufak bir şey olsun
mesela, bir şeyi yer değiştirmiş olsun hemen parlar, bağırıp çağırmaya başlar.
Dördüncü bir
özelliği araba kullanırken sinirlenip gaza basmalarıdır. Yollarda şoförler bir
şeye mi sinirleniyorlar hemen bastıkları gibi gaza, uçuruyorlar adeta
yolcuları. Adam insan mı taşıyor yoksa ot mu belli değil, umrumda da değil ki
zaten...
Beşinci ve en
komik özellikleridir belki de “Rusya” tepkileri. Her kafadan aynı ses; Rusya'ya
vize kalktı ya hemen gidecekler de rus kadın peşinde koşacaklar. Türk
kadınlarını beğenmiyorlarmışmış. Kendileri çünkü dünyanın en güzel erkek ırkı
ya hani beğenmezler tabi, hakları var. Ne yapsınlar çapulcu türk kadınını, ohh
mis gibi rus kadınlar varken.
Altıncı
özellikleri; bütün gençliklerinde kimbilir kaç kadınla beraber olurlar,
yatarlar kalkarlar. Evlenmeye gelince “temiz” kadın isterler, el değmemiş...
Kadınlar mal oldukları için onların cinsel ihtiyaçları yoktur zaten.
Evlenirlerse dünyada bir kişiyle beraber olmak zorundalar, evlenemeyip evde
kalırlarsa da artık bakire toprağa gömülürler. Aksi takdirde cinayet işlerler
valla. Çok var öyleleri, bir kadınla yatıp kalkıp, evlenmeye gelince de ben
namuslu, temiz kadın isterim ayrılalım diyen. O kadının psikolojik durumu ne
olacak peki? Yazık değil mi?
Yedinci
özellikleri ise bencillikleri. Haydi kendini düşünüyorsun onu anlıyoruz ama bu
kadar da bencil olunur mu? Ben bunu isterim, ben şunu isterim. Kadının
istekleri olamaz zaten çünkü onun zaten altıncı maddede mal olduğunu
açıklamıştık.
Sekizinci büyük
özellikleridir kadını köle olarak görmeleri. Eşit haklara sahip, eşit bir birey
olayını anlat bakalım anlarsa... Nato mermer, nato kafa. Girmez kafaya çünkü
adamın beyninde zaten eşitlik hiç oluşmamış. Ayaklarını bile yıkatan bir
varlıktır bu türk erkeği.
Dokuzuncu
özellikleri de dövmeleri. Hatta önce döverler sonra tecavüz ederler, en son da
ya öldürüp kaçarlar ya da baygın bırakıp kaçarlar. Bu türk halkı bunu yapar.
Seneler önce dünya barışı için ülke ülke gezen kadına tecavüz edip öldürmediler
mi? Çünkü cinsel içgüdüleri bastırılmamış ki bunların. Sorsan hepsine yatakta
çok iyidir, mükemmel doyuma ulaştırır. Birinin de iyi olduğunu düşünmüyorum.
Lafta atıp tutmak
çok kolay zaten türk erkeği için işte onuncu özellikleri de konuşurken ne
diyeceğini şaşırıp artık saçmalama noktasına gelene kadar kafadan uydurma
hikayeleridir. Geçen gün beş kişiye birden dalmıştır kendisi. Anlatır durur,
sen de salaksan inanırsın...
Tabii ki,
tanıdığım mükemmel kültürlü, medeni görüşlü bir sürü türk erkeği var. Bu
saydığım özelliklere sahip olmayan bir sürü istisnalar var. Fakat, bana
bunların hiçbirine sahip olmayan bir tane türk erkeği gösteremezsiniz. Varsa
da, o tam türk değildir, inanmayın. Her gün gazetede okuyorsunuz, bir sürü
kadın cinayetleri, töre cinayetleri, tecavüzler, dayaklar... Belki hiçbir
maddeye girmeyen mükemmel adamla tanışmış olabilirsiniz ama en azından
sinirlendiğinde arabanın gazına abanır! Türkiye'de kadın olmak zor iş...
12 Ocak 2012 Perşembe
KADINLAR NE İSTER?
Sevmek kelimesinin anlamını düşündüğümde kendime verdiğim
cevaplar ne kadar moral bozucu olduğunu anladım. Birini sevmek sadece ona
sevdiğini söylemekle bitmiyor. Bu belki herkesin bildiği bir durum olsa da iş
uygulamaya gelince herkes türlü bahanelerle kaçıyor ve birtakım durumların
arkasına saklanıyor. Sevmeyi birden çok nedene bölüp hepsini bir paragrafta
uzunca ya da kısaca anlatamayız. Sevmenin sadece tek bir maddesi vardır. Oysaki
kızlar neden hep bu maddeyi değiştirmek isterler?
Neden erkeğimizin giydiği kıyafetlere, küpesinin olmasına,
söylenmemesi gereken şeylerin yanlış zamanlarda söylemesine kızarız? Ve bunlardan
sonra neden hemen soğumaya başlarız? Herkesin yanlış dediği şeydir birini
sevmek için yeteri kadar çaba göstermemek; en ufak şeyler yüzünden terk edip
gitmek. Peki erkekler neden onlar için yeteri kadar çaba harcamadığımızı
düşünür de birazcık olsun onları yeteri kadar sevmediğimizi düşünmek istemez? Yeteri
kadar sevseydik belki de seçtikleri kötü kıyafetler bizim için bir ayrılık
sebebi olmaktan çıkardı, veya kulağındaki küpe bizi rahatsız etmezdi, ya da
yaşı küçük diye ilişki yaşamaktan vazgeçmezdik.
Peki neden erkekler biraz olsun işi bu yönünden bakmak
istemezler? Onlar için her şey basit ve netken bizim de aslında basit ve net
varlıklar olduğumuzu kabul etmek istemezler? Bu öyle bir basitliktir ki
ayrıldıktan sonra sadece ufacık bir pişmanlıktan, birkaç gözyaşından sonra
hemen hayata geri döndürür. Ancak asıl kilit nokta artık hayat daha çok
çekilebilir ve daha eğlenceli görünmeye başlar. Sadece tek bir cümle bizim
rahatlamamızı sağlar; ayrılalım. Aslında bunun anlamı şu demektir; seni,
ilişkiye devam edicek çabayı gösterecek kadar sevmiyorum. Bu aslında anlaşılması
zor bir cümle değildir. Neden anlamak istemezler erkekler bu cümleyi?
Belki de çok şey istiyoruz, çok fazla kriter istiyoruz;
dövmesi olsun, sporcu olsun, uzun olsun, yapılı olsun, zayıf olsun, romantik
olsun, düşünceli ve duygusal olsun... ama bazen sadece tek bir şey istiyoruz;
sadece eğlenmeyi bilsin. İşte bu tamamen modumuza bağlı olan bir durum oluyor
ama bunu da herkes bilir ki eğer bir kadın sadece eğlenmek istiyorsa ertesi gün
onu aramaman gerekir.
Ya da en basit şekli; kadınlar eğer bir şeyi gerçekten paylaşmak
isterlerse paylaşırlar. Ya da paylaşmamayı isteyebilirler. Neden erkekler
kendilerini her şeyi öğrenmek zorunda hisseder? “Neredeydin?”, “bugün neler
yaptın?”, “hafta sonun nasıl geçti?”, “dün gece neden beni çağırmadın?”, “bugün
kimlerle buluşacaksın?” gibi sorulara ihtiyacımız yok. Ve emin olun ki bunlar
her kadını sıkan sorulardır. En başta güzel ve düşünceli sorular gibi gelse de
artık ciddiyet olan ilişkilerde belli bir zaman sonra önüne geçilmeyecek kadar
sıkıcı bir hal alır. Haliyle yeni başlamış ilişkilerde de böyle sorular sormaya
başlandığı anda kadın geri adım atar ve gider. Uzun lafın kısası; soru sormayı
bırakın!
Böyle yazıldığında tamamen basit görünebiliyor. Yine de
hiçbir zaman asla anlamayacak milyonlarca erkek doğuyor hergün. İşte kadınlar
hergün bu erkeklerle uğraşmak zorunda kalıyor.
10 Ocak 2012 Salı
VEBA
Hiçbir fikrim yokken gelişti her şey. Birtakım şeyler
düşünüyordum ama bunu kimseye söyleyemiyordum çünkü dile getirince atlatması
daha zor oluyor. Kimseye güvenmiyorum diye geziniyordum ortalıklarda. Ona bile
başta inanmamıştım ama şimdi her şey değişti, artık daha net. Bazen düşünüyorum
bir gün giderse ve ben ne yaparım diye. Bu zamanlarda kurmaya başlıyorum,
psikopatlar gibi. Olmayan ve belki de olmayacak şeyleri hayal ediyorum, deli
gibi. Sonra bunların yersiz olduğunu düşünsem de bilinçaltımdan çıkmıyor bir
türlü. Çünkü düşüncelerim benim ürünüm, benim cümlelerim ve benim aklımın
içindeki kelimelerin yanyana getirilmiş hali.
Halbuki o bana mükemmelin ne olduğunu gösteriyor, bana
sürprizler yapıyor, sıkıntımı önemsiz hale getiriyor ve beni içinde bulunduğum
vebadan kurtarıyor; ilaç gibi. Her şeyin düzelip düzelemeyeceğini sorduğumda,
beni kollarına alıp teselli ediyor, her şeyin mükemmel olacağını söylüyor.
Tıpkı kendi gibi mükemmel olacağını düşünüyorum ve hayallere dalıyorum. Bana
değerimi anlatıyor, üstelik bunu konuşarak değil, gözleriyle ve duygularıyla
yapıyor. Mükemmele bu kadar yakın olmak bana bazen iyi gelmiyor; vebanın içimde
büyümesine sebep oluyor. Oysaki o bunu bilmiyor.
Nasıl başladığını, önemli detayları hatırlamıyormuş gibi
yapıyorum. Benim için bu kadar önemli olduğunu hissetmesini istiyorum fakat
gösteremiyorum. Aslında ben de biliyorum onun diğerlerinden farklı olduğunu,
ama kendimi savunma yöntemi olarak geliştiriyorum bunları. Bir şey yolunda
gitmeyince kendimi uçurumun kenarında düşmeye hazırmış gibi hayal ediyorum
tıpkı dünyanın sonu gelmiş ve ben de bu evrende yaşayan son kişi olarak ölmeyi
hakediyormuşum gibi. İşler yoluna girdiğinde ise uçan kuş kadar hafifliyorum;
bu sefer kendimi yeşilliklerin içinde önümdeki turkuaz bir denize bakarak
uykuya dalıyormuşum gibi hayal ediyorum, tıpkı dünya yeniden anlam kazanmaya
başlamış gibi.
Bu düşüncelerimi bilip bilmediği umrumda değil çünkü hiç
merak etmiyorum ama gerçek fikrimi her zaman söylemekten korkuyorum. Sanki
söylediğimde büyünün bozulacağından korkuyormuşum gibi. Aslında korkmak değil
bu. Bu beynimin kendi kendine geliştirdiği savunma mekanizması. Belki de
aslında korkmuyorum sadece kendimden emin değilim. Bunu hiçbir zaman
bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var, o da; yanımdayken huzurlu ve güvende hissetmem.
Sıklıkla gidiyorum her akşam buluştuğumuz yere. Mükemmel bir
ormanın sahile açılan, siyah kumlu, eski kayıklı, belki de dünyanın en yaşlı
palmiyesinin orada olduğu bir yer burası. İki palmiyenin arasında, bana yaptığı
hamakta oturuyorum, sallanıyorum, onu düşünüyorum. Birazdan saat gelecek ve
tekrar kavuşacağız. Ona sımsıkı sarılmak için kalan azıcık dakikalar; saatlere,
saatler; günlere, günler; aylara ve aylar yıllara dönüşüyor. Tanrım, beklemek
bu kadar zor olmamalı!
Fakat, kavuştuğumuz zamanlarda, sımsıkı sarılamıyorum,
düşlediğim gibi seni seviyorum diyemiyorum, rahat hissetmiyorum. Bu bir veba;
sebebi onu az sevmemle ya da çok sevmemle alakalı değil. Bu sadece bir veba ve
ben yapamıyorum. Bazı kelimeler gibi seni seviyorum cümlesi de benim için
anlamını yitirdi. Sıcak ve içten değil. Sıcak ve içten hissetmediğim bir şeyi
çok değer verdiğim birine söylemek, ona haksızlık yapmak demek olduğunu
biliyorum. Ama çoğu zaman biliyorum ki onun da duymak istediği şey bu iki kelime;
yanyana gelince dünyanın en anlamlı ve en tatlı cümlesi. Seni seviyorum. Oysaki
bana göre seni seviyorum demek, senden nefret ediyorum demek kadar kolay.
Önemli olan sevgiyi gösterebilmek ve sonuna kadar sahip çıkabilmek.
Bütün bu sevgiyi onun gözünde görebiliyorum. Çabaladığını,
değer verdiğini, karşılık beklemeden istediğini biliyorum, hissediyorum.
Diğerleri gibi değil, onlardan çok daha farklı. Şaşırıyorum. Hiç alışık
değildim ki ben buna. Seviniyorum. Şanslı olduğumu düşünüyorum. Buna sahip olduğum
için bir sürü insandan daha da şanslıyım diyorum kendi kendime. Mutlu oluyorum.
Ama sonrasında gelen, iç karartıcı bu his... ah bu his! Bütün güzel şeyleri
alıp götürüyor benden.
Bu his tam olarak bilinmeyen bir şey. Bilinçaltımın bana
oynadığı bir oyun bu. Kara bulutların beynimde dolandığını görebiliyorum.
Şeytanın oracıkta, hemen yanımda durup kulağıma sürekli bir şeyler
fısıldadığını, beni üzmeye çalıştığını duyuyorum. Her şey o kadar net ki. İşte
sadece bu zamanlarda her şey bu kadar net oluyor. Bütün güzelliklerin bir anda
kaybolduğu, cennetin benden uzaklaştığı o zamanlarda, bu kötü ve lanet dolu
zamanlarda bu şeyler bu kadar net bana doğru koşarak geliyor. Kaçamıyorum çünkü
veba gibi dolanıyor boynuma. Vampir gibi kanımı emiyor. İşte bu acıyla besliyor
beni. Ne yapsam kaçamıyorum, nereye gitsem bilemiyorum. Tek bildiğim şey onun
oracıkta durduğu ve beni günden güne yiyip bitirdiği.
Rüyalarıma giriyor çoğu zaman. Karabasan gibi, uyanamıyorum.
Bu lanetten kurtulmanın yollarını arıyorum ama içine öyle bir alıyor ki beni,
kaçamıyorum. Güçsüz oluyorum. Mantıklı düşünemiyorum. Aklıma onu getiriyorum,
yaşadıklarımızı getiriyorum, küçük adamızı, beni nasıl sevdiğini, kollarına
aldığını ve öptüğünü düşünüyorum. Biraz kurtulabiliyorum bu vebadan, ama sadece
bu kadar. Günden güne daha da büyüyor. Beynimi ele geçiriyor.
İşte tam bu zamanlarda çıldırmaya başlıyorum ben. Tam bu
zamanlarda kontrolüm kayboluyor. İnsanların bana deliymişim gibi bakmalarına
alışıyorum. Bunları paylaşırken kim bilir neler düşünüyorlar; manyak veya ruh
hastası olduğumu mu düşünüyorlar? Çok büyük bir ihtimalle, evet. Bana asla
söylemiyorlar. O zaman anlıyorum ki, sadece ben değil onlar da sır saklıyor.
Sonra biraz rahatlıyorum. Ama tekrar veba beni ele geçiriyor; çünkü benimkisi
sır değil, bir veba. Günden güne beni ölüme sürükleyen, sevdiklerimi benden
almaya çalışan ve hep başarılı olan bir veba.
Sonra bir gün, gözlerimi açıp uykumdan uyanıyorum ve onu
yanımda görüyorum. Yanımda yatmış bana sarılıyor, benden önce uyanmış beni
izliyor. O anda bu vebanın hiçbir önemi kalmıyor. “Bir tek benim vebamın ilacı
var ve bu ilaç da O” diye düşünüyorum. Sarılıyorum ve uyumaya devam ediyorum.
Ne yazık ki, bu durum sonsuza kadar sürmüyor. Çünkü her zaman yanımda olamıyor.
Uzaklaştığı an radar alıyor veba, sanki biri ona gittiğini söylemiş gibi, hemen
geri geliyor. Beynimi sarmaya ve uyuşturmaya devam ediyor.
Ben bu vebadan kurtulamayacağımı biliyorum, aslında benimle
birlikte herkes biliyor. O bile bunu biliyor. Yine de dile getirmiyorum. Onlar
da getirmiyor. Konuşmadığım müddetçe her şey daha güzel, daha anlamlı geliyor.
Düşünüyorum; yıllardır tek kelime etmemiş olduğumuzu anımsıyorum. Şimdi her şey
netleşiyor. Konuştuğumuz anda her şey bitecek çünkü; gerçek dünyaya döneceğiz.
Bu yüzden konuşmamayı seçiyoruz. Yıllardır bunu sürdürüyoruz. “Beni konuşturma
lütfen, konuşturduğun anda her şey bitecek” diyorum. Fakat cümlelerimle değil
bakışlarımla. Hemen anlıyor, başımı okşuyor ve bakışlarıyla “tamam” diyor.
İşte böyle anlaşıyoruz biz; sessiz, sakin. Çıt çıkmıyor
aramızda. Sevişmelerimiz bile usulca. Her gün beni bırakma bu vebayla, diye
yalvarıyorum ona gözlerimi kullanarak. İnsanın gözüyle bir şeyler anlatabilmesi
duygusunu seviyorum. Her şey daha içten ve daha samimi. Sonra birden yine
anlıyorum ki, biz susmayı bu yüzden seçmişiz; samimi olmak için. Beni saran bu
vebayı azaltmanın yolu kendisi. Fakat ben asla kurtulamayacağımı bilerek bu
vebayla yaşamaya devam ediyorum.
7 Ocak 2012 Cumartesi
AYRILIK
Her zaman ilk cümle en zor olanıdır ama o zor ilk cümleyi
söyledikten sonra açılır insan. Kelimeler ağzından deli gibi akar gider, ne
söylediğini bilmeden. En doğru sözler de o sözlerdir aslında. Bilmeden,
düşünmeden söylersin; kalbinden geçenleri sözlerle akıtırsın. Sonuç olarak,
maalesef, hep yaralar birilerini bu sözler. Kaçınılmazdır bu son. Tıpkı bizim
sonumuz gibi.
O ilk cümleyi söylene kadar kim bilir kaç gün geçti,
saatler, günler birbirini kovaladı. En sonunda çıkıverdi saklandığı yerden. Bir
daha asla kapanmayacak bir kapı açmış oldu böylece. Bir daha asla
kapanmayacağını herkes biliyordu aslında. Bunu bilmeyen sadece bendim belki de.
Ya da reddediyordum. Sonuçta o kapı açıldı, hem de hiç beklemediğin bir
zamanda.
Belki etki altında kalındı, belki yüreğin sesi dinlendi
belki de ikisi de değil. Belki de kimse bilemeyecek. Mükemmel birini kaybetmek
ne çok zor kimse bilemez. Kaybedene kadar. Onun her zaman burada, yanında
olacağını düşünür. Düşündükçe de bir sürü hata yapar. Yanlış kararlar, yanlış
davranışlar, yanlış tanışmalar, yanlış düşünceler. Hepsi de o kapıyı açmak için
sabırsızlıkla bekler. Aslında açılmak istenen kapı da yanlıştır. Ancak, bir
kere açarsan, bir daha geri dönüş olmaz. Kapının ardındaki bir anda tarihe
karışır. Gözyaşlarınla seni geride bırakır.
Yine de kendini rahatlatmak istersin. İlk tepki en doğru
olanıdır ne de olsa. Ama kime göre? Neye göre? İşte bunun cevabını kimse
veremez. Hiç de kibar olunmadı. Karşıdaki insan kırıldı, üzüldü. Elden bir şey
gelmedi. Sadece izlendi ve ağlandı. Ne kadar zaman gerekir eskiye dönebilmek
için bilinmez. Ayrılık berbat bir şey. Üstelik birbirini seven iki kişinin
ayrılığı daha da kötü bir şey.
Bu süreçte akla kötü şeyler asla getirilmez. Hep en güzel
günler, beraber gülünen olaylar, eğlenceli dakikalar düşünülür. Kendine eziyet
edilir. Halbuki buna gerek yok. Zaten bittikten beş saniye sonra onun söylediği
sözler sana bir ömür boyunca eziyet olacaktır. Bu o kadar büyük bir mükemmellik
ki, günlerdir insanı dış dünyadan somutlar. Kafa dağıtmak için normalde son
dakika başlayacağın makaleyi bile sana iki hafta öncesinden bitirtir. İşte bu
öyle bir kafa dağıtımı. Asla boş oturmak istenmez. Elbet bir yere gidilir,
birileri çağırılır, uğraş bulunur, günde iki kitap bitirilir, dekorasyon
değişikliği düşünülür. Saçma sapan şeyler araştırılır. Tonlarca yemek yapılır,
bir sürü tatlı yenir. Asla içki içilmez çünkü bu durumlarda sarhoş olmak kadar
kötü bir zamanlama olmaz. İnsana yapmayacağı şeyi yaptırır.
Hayatında ilk defa kendini bu kadar kötü, dipte ve rezil
hisseder insan. Keşke der. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke.
Keşke. Keşke. Keşke. Sonra hemen biraz daha olsun normale dönülür ve ama olsun
denir. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ondan daha iyisi sanki yok
mudur diye düşünülür. Belki daha mutlu olacağım der içinden insan. Ama içeride
bir yerde o gerizekalı iç ses içine fısıldar: Nereden bulacaksın? Sonra hemen
mutfağa gidilir ve nutella alınıp kaşıkla yenmeye başlanır. Dolabın içi
boşaltılır ve tekrar toplanır. Televizyon hiç kapanmaz. Bulmaca çözülür. Yatma vakti
gelir. Onun aldığı kitaba sarılarak, ilk sayfasına yazdığı “seni seviyorum”
yazısı ve o anlar aklına gelir ve uyuyana kadar ağlamaya başlanır. Sabah kalktığında
da kitabın sayfaları gözyaşları yüzünden büzüşmüş olarak bulunur.
Kitap yerine koyulur. Yine bir sürü uğraş bulunur yapılacak.
Rafların tozu alınır. Onun aldığı hediyeler böylece daha da göze çarpar ve
temizliğe beş saat ara verilip tekrar ağlamaya başlanır. Kendine ettiğin
hakaretler de cabası. Ama evdeki her eşya, akıldaki her anı onu hatırlatır ve
ne kadar yapacak iş bulursan bul kaçamazsın.
Hani aylarca bile düşünsen içinden çıkamadığın durumlar olur
ya, işte bazen insanlar karar veremez bu yüzden. Sanki vereceği her karar
yanlıştır. Sanki vereceği her karar doğrudur. Bilemez. İrenç bir durum. Keşke insanlar
karar vermek zorunda kalmasa. Keşke insan zamanı dondurabilse. Kendine gelip
devam edebilse. Ama malesef mümkün değil ve karşındaki hayatı dondurduğunda
dünyanın en bencil insanı olursun. Senin için hayat donabilir ama onun için
hayat devam ediyor.
Her ne kadar güçlü gözükmeye çalışsam bile, her gün kafamı
yastığa koyduğum andan uykuya daldığım ana kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Aslında
pişman değilim. Ama pişmanım. Her şey bitmesine rağmen hala kararsızım. Çoktan bitmiş
olmasına rağmen hala gözlerimle arıyorum. Bir şeyler öldü ve artık bu sondu.
Yanmasına izin verdim. Yanmama izin verdim.
Yanmasına izin verdim. Yanmama izin verdim.
1 Ocak 2012 Pazar
OCAK
Ocak ayı... Benim için hiçbir şey ifade etmese de, aslında, diğer taraftan da çok şey ifade ediyor. Yeni bir yılın geldiği, yeni kararların alındığı, karın; hafif hafif yolda yürüyen uzun saçlı ve güzel kızların saçlarına damlamaya başladığı, birbirinden güzel eldivenlerin, atkıların moda olduğu, çizmelerin ayaktan hiç çıkmadığı bir dönemdir ocak.
Diğer taraftan, finallere harıl harıl çalışan öğrencilerin, şirketlerde yeni bütçe yapımına geçen insanların, soğuk havadan dolayı donarak yaşam savaşı veren evsiz insanların oluşturduğu, hastalık ve griplerin üremeye başladığı bir dönem aynı zamanda.
Aslında hiçbir ayın bir önemi yok. Duygulara, durumlara, düşüncelere göre değişiyor sadece. Önemli olan gelecek diğer ayları çıkarabilmek.
Diğer taraftan, finallere harıl harıl çalışan öğrencilerin, şirketlerde yeni bütçe yapımına geçen insanların, soğuk havadan dolayı donarak yaşam savaşı veren evsiz insanların oluşturduğu, hastalık ve griplerin üremeye başladığı bir dönem aynı zamanda.
Aslında hiçbir ayın bir önemi yok. Duygulara, durumlara, düşüncelere göre değişiyor sadece. Önemli olan gelecek diğer ayları çıkarabilmek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)