30 Ocak 2012 Pazartesi

YAKLAŞMA

"On dört yaşında ya var, ya yoktum, dedem, marangoz olan değil, öteki, ölüm döşeğinde yatıyordu. Günlerdir ağzından, hiçbir anlamı olmayan bir ses çıkıyordu; hatta bu bir inleme de değildi, çünkü acı çekmiyordu; bir sözcüğü söylemeye de çalışmıyordu, hayır, konuşma yetisini yitirmemişti; yalnızca, söyleyecek bir şeyi, iletecek somut bir mesajı yoktu, konuşacak birini de aramıyordu, artık kimseyle ilgilenmiyordu, ağzından çıkan sesle yalnız başınaydı, tek bir ses, yalnızca soluk alması gerektiğinde kesilen bir aaaaa sesi. Ona baktım, büyülenmiş gibiydim, ve o sesi hiç unutmadım, çünkü, çocuk sayılacak yaşta olsam da onu anladığımı sandım: İşte, diyordu, var olduğu biçimiyle var olan zamanla yüzleşen yaşam; ve ben bu yüzleşmenin, can sıkıntısı denen şey olduğunu anladım. Dedem, can sıkıntısını bu sesle, sonu gelmez aaaaa sesiyle ifade ediyordu; o aaaaa sesini çıkarmayacak olsaydı, zaman onu ezecekti; ve dedemin, zamana karşı doğrultabileceği tek bir silah vardı, o sonu gelmez, zavallı aaaaa sesi."

Milan Kundera, Kimlik, 78-79.

25 Ocak 2012 Çarşamba

BÜYÜMEK


Küçüktüm.
Annem ne zaman yerleri silmeye kalksa bana "koltuğa geç otur, yerler kuruduktan sonra kalkarsın" derdi. Oysaki, hiç de oturup beklemek istemezdim. İçten içe kıskanırdım annemi; "o geziyor ya evin içinde rahat rahat, ben niye gezemiyorum ya!" diye kızardım. Tabiki korkumdan kalkamazdım yerimden, yerler kuruyana kadar beklerdim. Yerler ıslakken evin içinde herkes otururken gezebilmenin ne demek olduğunu büyüdükten sonra öğrendim. Ev işi yapmak demekmiş. Şimdi anlıyorum babamın neden ses çıkarmadığını bu işe. Asıl işte şimdi "aman annem bir şey istemesin de ben de yerimden kalkmayayım" diye gözünün içine bakıyorum annemin.

Küçüktüm.
Benim yemekten sonra sofradan mutfağa tabak, bardak vb. eşyaları taşımama izin verilmezdi. "Sen geç otur, kırarsın şimdi bir şeyler, küçüksün daha" derlerdi. Çok gücüme giderdi. Büyüdükten sonra sofrayı hergün toplamak zorunda kalmanın yanında bir de bulaşık yıkamayı öğrendiğim gün düşüncem değişti tabi. Şimdiki aklım olsa hayatta kalkmazdım, geçer otururdum koltuğa.

Küçüktüm.
Babam beni markete göndermezdi. Hep kendi giderdi de beni göndermezdi diye sinir olurdum. "Hemen büyüsem de markete gidebilsem" derdim içimden. Şimdi de ya bir şey isterse marketten diye ödüm kopuyor.

İşte bu da büyümenin başka bir tarafı. Eskiden delice yapmak istenen, içten içe büyütülen şeylerin büyüdükçe asla yapmak istenmeyen ve istenmeyecek şeyler listesine girmesi budur işte. 

22 Ocak 2012 Pazar

ANI

Tam olarak kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Belki üç, belki de dört. Ama en fazla beş. Saçlarım omuzlarımdan aşağıya doğru döküldüğünü hatırlıyorum. Onları yarım at kuyruğu yapmış annem. Geri kalanı sırtımdan aşağıya doğru sarkıyor. Üzerimde beyaz bir elbise var. Yeni alınmış belli. Gıcır gıcır yeni ayakkabılarımla da uyumu yakalamış. Bir de krem rengi bir kuşağı var elbisenin. Üzerime giydiğim andan itibaren kendimi prenses gibi hissetmeme sebep olan böyle bir elbise.
Evde annem ve babamla beraber oturuyor muyum yoksa dışarı çıkmak mı üzereyiz, tam olarak hatırlamıyorum. Belki de eve bir yerden yeni gelmişizdir. İkisi bana şaka yapmak istemişler ve birden konuşmaya başlamışlar. Biz senin gerçek annen ve baban değiliz. Seni sokaktan aldık ve büyüttük. Gerçek annen ve babanın kim olduğunu da bilmiyoruz, sen de bilemeyeceksin. Bütün bu laflardan sonra kaçıp hemen her evde depo niyetine kullanılan yere, yani küçük tuvalete saklanmışlar. Ben başlıyorum ağlamaya. Nasıl ağlıyorum, bağırıyorum, çağırıyorum. Annemle babam da kıkır kıkır gülüyorlarmış. En sonunda bakmışlar ben ciddiyim ve hemen saklandıkları yerden çıkıp bana doğru koşmaya başlamışlar. Sonra hemen şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Seneler sonra büyüdüm. Dayımın kızı oldu. Hep beraber iki aile Göcek'e tatile gittik. Hiç unutmam 30 Ağustos Zafer Bayramı tatille birleşiyordu. Herkes izin aldı, eh okullar da açılmamıştı. Atladık gittik. Çok güzel bir tatil yaptıktan sonra İzmir'e döndük. Orada da biraz kalıp İstanbul'a, evimize dönecektik. İzmir'e dönerken, yolda hep beraber arabadayız. Annem, ben, dayım, diğer dayım, yengem, kuzenim... Kuzenim altı veya yedi yaşında olsa gerekti. Çok da net hatırlamasam da yaşını, büyük olmadığını biliyorum. Ben de lisedeydim. Bir anda dayım ve yengem başladılar kuzenime, biz senin gerçek annen ve baban değiliz demeye. Kuzenim şok oldu, gerçek annem kim diye sorgulamaya başladı. Benim annem, yani onun halası, senin gerçek annen benim dedi, üstüne de diğer dayım ben de senin babanım deyince, kuzenim başladı ağlamaya. Neyse tabi hemen gerçek söylendi. Yine şaka yaptık lafları... Sarılmalar... Öpüşmeler...
Şimdi diğer dayımın da kızı oldu. Şu anda dört-beş yaşlarında. Aynı "şaka"yı ona da yapmak için sabırsızlanıyoruz. Sanırım hepimizin genlerinde biraz psikopatlık ruhu var. Eh tabi biz evleneceğiz, sonra bizim de çocuklarımız olacak... Daha da bir şey söylememe gerek yok sanırım. Artık bu ailedeki küçük çocukların kaderi bir şekilde benim çocukluğum ile belirlenmiş oldu.

18 Ocak 2012 Çarşamba

SİNİR


Günlük yaşamda beni sinir eden birtakım olayla karşılaşıyorum; bu olaylar çoğu zaman incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz olaylar oluyor ama şehrin karmaşasından mıdır nedir çok sinirli bir insan haline dönüşmeye başladım. En ufak bir olayda hemen sinirlenip parlayıveriyorum, sonra kendi kendime kızıyorum bu kadar önemsiz bir olay yüzünden bile bile kendimi yıprattığım için. Bu süreç böyle devam ettikçe daha da sinirli oluyorum ve artık bunun önünü alamıyorum. Peki, neye mi kızıyorum? Başlayalım...
Telefonuma kızıyorum. En önemli zamanlarda kitlenmesine, internete en çok muhtaç olduğum zaman deli edercesine yavaşlamasına ve bir programın otuz saatte açılmamasına sinirleniyorum. Böyle zamanlarda fırlatıp atıp kırmak geliyor içimden ama tabii yapamıyorsun. Sonra ona da muhtaç kalacağımdan ötürü olsa gerek...
Sürekli bomboş olan, nadiren araba geçen sokaklardan ben karşı karşıya geçmek istediğimde, hemde acelem de varsa, sürekli şekilde bir araba konvoyu gördüğüm için sinirleniyorum. Sanki özellikle benim karşıya geçmemi bekliyorlarmış gibi geliyor. Böyle olunca da deli oluyorum.
Ne yapıp edip güç bela tatil mi ayarlıyorum? Reglimin ya gecikesi tutuyor ya da erken gelmesi tutuyor. Sanki bilerek en olmadık zamanda gelmek için vakit kolluyormuş gibi geliyor. Stajımın ilk günü mü ya da düğün mü var, akşam eğlenceye mi gideceğim; mutlaka özenle ona denk getiriyor.
Sınavım olsun ve ben şans eseri uyuyakalayım mesela, otobüsüm illaki geç gelir ya da ben binmek istediğimde çoktan kalkıp gitmiştir. Taksi mi tutmak istiyorum, asla durakta taksi kalmamış olur ve ben sinir krizleri geçiririm.
Restoranda siparişim unutuluyor. Kalabalık şekilde bir yere gittiğimizde mutlaka ya unutuluyor ya da en geç benimki geliyor. Bu mutlaka oluyor, olmazsa olmaz.
Bir ayakkabı beğeneyim mesela, numarasını asla bulamam. Asla ama asla. En küçük örneğini vereyim; siyah kısa converse almak istedim ya klasik siyah kısa converse. Kalmamış olma ihtimali nedir ki? Mutlaka bütün mağazalarda bulunan bir şey değil mi? Yok, ben istediğimde kısa kalmamış uzun verelim dedi adam ya. Bu kadar giyilen ve her gün binlerce insan tarafından tüketilen bu klasik ayakkabı nasıl bitmiş olabilir o gün?
Canım mı sıkıldı evde? Yapacak hiçbir şey bulamıyorum da. Haydi bari yeni kitaba başlıyorum diyorum; cart elektrik kesiliyor. Bekliyorum bekliyorum gelmiyor. Lanet olsun okumuyorum, hevesim de kaçtı zaten diyorum içimden ve o anda elektrikler geri geliyor.
Evde bir eşyamı bulamayınca sinir oluyorum mesela. Sinir krizine girebiliyorum hatta çoğu zaman. Sonra ben onu unutuyorum mesela, yenisini alıyorum ya da tamamen siliyorum; en olmaz zamanda ortaya çıkıyor ya işte buna daha çok sinir oluyorum.
Facebook ve twitter'da insanların sürekli duyarlı ayağına sosyal mesaj vermelerine gıcık oluyorum mesela. “bugün yine 8 şehit” diye yazıyorlar en bilindik örneğinden. Her gün şehit veriyoruz ama sayı çoğalınca hemen türk bayrağı koyuluyor profil resimlerine, hemen bir sürü twitler atılıyor.
Somali yardımlarını ele alıyorum mesela. Tamam üç yıldır yağmur yağmamış, tamam görülmemiş kuraklık var, milyarlarca insan aç... Somali'nin durumu hep böyleydi. Bu yeni bir şeymiş gibi her gün lanse edilmesine sinir oluyorum mesela. Erdoğan'ın şehitlerimiz için “ramazandan sonra icabına bakacağım” söylemini sürekli söylemesi ama hiçbir şey yapmamasına sinir oluyorum, kendi şehitlerini düşünmemesine ama Somali'ye yardıma koşarak gitmesine gıcık oluyorum.
Somali'yi çok önemsiyormuş gibi davranan ama aynı zamanda mülteci kamplarında, kaçak yollarda paralarını alıp, mücevherlerini çalıp, kadınlarına yavşayıp, tecavüz edip ortadan kaybolan ve o kadar insanı yarı yolda bırakan türk halkının duyarlı pozlarına girmesini kaldıramıyorum çünkü düşünmeye başladığımda midem bulanıyor ve kusmamak için kendimi zor tutuyorum.
İşte bütün bu olayların benzerleri hergün oluyor ve ben günden güne daha sabırsız ve sinirli olarak yaşamaya devam ediyorum.  

15 Ocak 2012 Pazar

TÜRK ERKEĞİ


Türk erkeğinin en büyük özelliğidir kendini namus bekçisi ilan etmek. Başkaların (özellikle kadınların) hayatlarına burnunu sokup da ahlak bekçisi olmak. Kiminle nerede geziyor? Elini tutuyor mu? Öpüşüyor da mı yoksa? Bir de kısacık şort ve etek giymiş zaten namussuz.... Bir tane yumruk atar suratına otobüste, bir de otobüsün penceresini atar, o zaman görürsün!
İkinci bir özelliği de topluma egemen olmak istemesidir ve sonuna kadar da bunun mücadelesini verir. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı her fırsatta dile getirir ve bundan kendine pay çıkarmaya çalışır. Seks yapan kadın hayat kadını olur, sevgilisiyle cinsel anlamda birlikte olan kadına orospu der, ama aynı seksi kendi yaptığında da “erkek” olur, “adam” olur. Kim bilir kaç tane kadın evlenmeden bekareti gitti diye öldürülmüştür? Kaç kadın töreye kurban edilmiştir? Ama bunların önemi yokki takmış bir namus, tutturuyor gidiyor.
Üçüncü bir özelliğidir hemen sinirlenmek, aşırı tepkilere kaçmak. En ufak bir şey olsun mesela, bir şeyi yer değiştirmiş olsun hemen parlar, bağırıp çağırmaya başlar.
Dördüncü bir özelliği araba kullanırken sinirlenip gaza basmalarıdır. Yollarda şoförler bir şeye mi sinirleniyorlar hemen bastıkları gibi gaza, uçuruyorlar adeta yolcuları. Adam insan mı taşıyor yoksa ot mu belli değil, umrumda da değil ki zaten...
Beşinci ve en komik özellikleridir belki de “Rusya” tepkileri. Her kafadan aynı ses; Rusya'ya vize kalktı ya hemen gidecekler de rus kadın peşinde koşacaklar. Türk kadınlarını beğenmiyorlarmışmış. Kendileri çünkü dünyanın en güzel erkek ırkı ya hani beğenmezler tabi, hakları var. Ne yapsınlar çapulcu türk kadınını, ohh mis gibi rus kadınlar varken.
Altıncı özellikleri; bütün gençliklerinde kimbilir kaç kadınla beraber olurlar, yatarlar kalkarlar. Evlenmeye gelince “temiz” kadın isterler, el değmemiş... Kadınlar mal oldukları için onların cinsel ihtiyaçları yoktur zaten. Evlenirlerse dünyada bir kişiyle beraber olmak zorundalar, evlenemeyip evde kalırlarsa da artık bakire toprağa gömülürler. Aksi takdirde cinayet işlerler valla. Çok var öyleleri, bir kadınla yatıp kalkıp, evlenmeye gelince de ben namuslu, temiz kadın isterim ayrılalım diyen. O kadının psikolojik durumu ne olacak peki? Yazık değil mi?
Yedinci özellikleri ise bencillikleri. Haydi kendini düşünüyorsun onu anlıyoruz ama bu kadar da bencil olunur mu? Ben bunu isterim, ben şunu isterim. Kadının istekleri olamaz zaten çünkü onun zaten altıncı maddede mal olduğunu açıklamıştık.
Sekizinci büyük özellikleridir kadını köle olarak görmeleri. Eşit haklara sahip, eşit bir birey olayını anlat bakalım anlarsa... Nato mermer, nato kafa. Girmez kafaya çünkü adamın beyninde zaten eşitlik hiç oluşmamış. Ayaklarını bile yıkatan bir varlıktır bu türk erkeği.
Dokuzuncu özellikleri de dövmeleri. Hatta önce döverler sonra tecavüz ederler, en son da ya öldürüp kaçarlar ya da baygın bırakıp kaçarlar. Bu türk halkı bunu yapar. Seneler önce dünya barışı için ülke ülke gezen kadına tecavüz edip öldürmediler mi? Çünkü cinsel içgüdüleri bastırılmamış ki bunların. Sorsan hepsine yatakta çok iyidir, mükemmel doyuma ulaştırır. Birinin de iyi olduğunu düşünmüyorum.
Lafta atıp tutmak çok kolay zaten türk erkeği için işte onuncu özellikleri de konuşurken ne diyeceğini şaşırıp artık saçmalama noktasına gelene kadar kafadan uydurma hikayeleridir. Geçen gün beş kişiye birden dalmıştır kendisi. Anlatır durur, sen de salaksan inanırsın...
Tabii ki, tanıdığım mükemmel kültürlü, medeni görüşlü bir sürü türk erkeği var. Bu saydığım özelliklere sahip olmayan bir sürü istisnalar var. Fakat, bana bunların hiçbirine sahip olmayan bir tane türk erkeği gösteremezsiniz. Varsa da, o tam türk değildir, inanmayın. Her gün gazetede okuyorsunuz, bir sürü kadın cinayetleri, töre cinayetleri, tecavüzler, dayaklar... Belki hiçbir maddeye girmeyen mükemmel adamla tanışmış olabilirsiniz ama en azından sinirlendiğinde arabanın gazına abanır! Türkiye'de kadın olmak zor iş...

12 Ocak 2012 Perşembe

KADINLAR NE İSTER?


Sevmek kelimesinin anlamını düşündüğümde kendime verdiğim cevaplar ne kadar moral bozucu olduğunu anladım. Birini sevmek sadece ona sevdiğini söylemekle bitmiyor. Bu belki herkesin bildiği bir durum olsa da iş uygulamaya gelince herkes türlü bahanelerle kaçıyor ve birtakım durumların arkasına saklanıyor. Sevmeyi birden çok nedene bölüp hepsini bir paragrafta uzunca ya da kısaca anlatamayız. Sevmenin sadece tek bir maddesi vardır. Oysaki kızlar neden hep bu maddeyi değiştirmek isterler?
Neden erkeğimizin giydiği kıyafetlere, küpesinin olmasına, söylenmemesi gereken şeylerin yanlış zamanlarda söylemesine kızarız? Ve bunlardan sonra neden hemen soğumaya başlarız? Herkesin yanlış dediği şeydir birini sevmek için yeteri kadar çaba göstermemek; en ufak şeyler yüzünden terk edip gitmek. Peki erkekler neden onlar için yeteri kadar çaba harcamadığımızı düşünür de birazcık olsun onları yeteri kadar sevmediğimizi düşünmek istemez? Yeteri kadar sevseydik belki de seçtikleri kötü kıyafetler bizim için bir ayrılık sebebi olmaktan çıkardı, veya kulağındaki küpe bizi rahatsız etmezdi, ya da yaşı küçük diye ilişki yaşamaktan vazgeçmezdik.
Peki neden erkekler biraz olsun işi bu yönünden bakmak istemezler? Onlar için her şey basit ve netken bizim de aslında basit ve net varlıklar olduğumuzu kabul etmek istemezler? Bu öyle bir basitliktir ki ayrıldıktan sonra sadece ufacık bir pişmanlıktan, birkaç gözyaşından sonra hemen hayata geri döndürür. Ancak asıl kilit nokta artık hayat daha çok çekilebilir ve daha eğlenceli görünmeye başlar. Sadece tek bir cümle bizim rahatlamamızı sağlar; ayrılalım. Aslında bunun anlamı şu demektir; seni, ilişkiye devam edicek çabayı gösterecek kadar sevmiyorum. Bu aslında anlaşılması zor bir cümle değildir. Neden anlamak istemezler erkekler bu cümleyi?
Belki de çok şey istiyoruz, çok fazla kriter istiyoruz; dövmesi olsun, sporcu olsun, uzun olsun, yapılı olsun, zayıf olsun, romantik olsun, düşünceli ve duygusal olsun... ama bazen sadece tek bir şey istiyoruz; sadece eğlenmeyi bilsin. İşte bu tamamen modumuza bağlı olan bir durum oluyor ama bunu da herkes bilir ki eğer bir kadın sadece eğlenmek istiyorsa ertesi gün onu aramaman gerekir.
Ya da en basit şekli; kadınlar eğer bir şeyi gerçekten paylaşmak isterlerse paylaşırlar. Ya da paylaşmamayı isteyebilirler. Neden erkekler kendilerini her şeyi öğrenmek zorunda hisseder? “Neredeydin?”, “bugün neler yaptın?”, “hafta sonun nasıl geçti?”, “dün gece neden beni çağırmadın?”, “bugün kimlerle buluşacaksın?” gibi sorulara ihtiyacımız yok. Ve emin olun ki bunlar her kadını sıkan sorulardır. En başta güzel ve düşünceli sorular gibi gelse de artık ciddiyet olan ilişkilerde belli bir zaman sonra önüne geçilmeyecek kadar sıkıcı bir hal alır. Haliyle yeni başlamış ilişkilerde de böyle sorular sormaya başlandığı anda kadın geri adım atar ve gider. Uzun lafın kısası; soru sormayı bırakın!
Böyle yazıldığında tamamen basit görünebiliyor. Yine de hiçbir zaman asla anlamayacak milyonlarca erkek doğuyor hergün. İşte kadınlar hergün bu erkeklerle uğraşmak zorunda kalıyor.

10 Ocak 2012 Salı

VEBA

Hiçbir fikrim yokken gelişti her şey. Birtakım şeyler düşünüyordum ama bunu kimseye söyleyemiyordum çünkü dile getirince atlatması daha zor oluyor. Kimseye güvenmiyorum diye geziniyordum ortalıklarda. Ona bile başta inanmamıştım ama şimdi her şey değişti, artık daha net. Bazen düşünüyorum bir gün giderse ve ben ne yaparım diye. Bu zamanlarda kurmaya başlıyorum, psikopatlar gibi. Olmayan ve belki de olmayacak şeyleri hayal ediyorum, deli gibi. Sonra bunların yersiz olduğunu düşünsem de bilinçaltımdan çıkmıyor bir türlü. Çünkü düşüncelerim benim ürünüm, benim cümlelerim ve benim aklımın içindeki kelimelerin yanyana getirilmiş hali.
Halbuki o bana mükemmelin ne olduğunu gösteriyor, bana sürprizler yapıyor, sıkıntımı önemsiz hale getiriyor ve beni içinde bulunduğum vebadan kurtarıyor; ilaç gibi. Her şeyin düzelip düzelemeyeceğini sorduğumda, beni kollarına alıp teselli ediyor, her şeyin mükemmel olacağını söylüyor. Tıpkı kendi gibi mükemmel olacağını düşünüyorum ve hayallere dalıyorum. Bana değerimi anlatıyor, üstelik bunu konuşarak değil, gözleriyle ve duygularıyla yapıyor. Mükemmele bu kadar yakın olmak bana bazen iyi gelmiyor; vebanın içimde büyümesine sebep oluyor. Oysaki o bunu bilmiyor.
Nasıl başladığını, önemli detayları hatırlamıyormuş gibi yapıyorum. Benim için bu kadar önemli olduğunu hissetmesini istiyorum fakat gösteremiyorum. Aslında ben de biliyorum onun diğerlerinden farklı olduğunu, ama kendimi savunma yöntemi olarak geliştiriyorum bunları. Bir şey yolunda gitmeyince kendimi uçurumun kenarında düşmeye hazırmış gibi hayal ediyorum tıpkı dünyanın sonu gelmiş ve ben de bu evrende yaşayan son kişi olarak ölmeyi hakediyormuşum gibi. İşler yoluna girdiğinde ise uçan kuş kadar hafifliyorum; bu sefer kendimi yeşilliklerin içinde önümdeki turkuaz bir denize bakarak uykuya dalıyormuşum gibi hayal ediyorum, tıpkı dünya yeniden anlam kazanmaya başlamış gibi.
Bu düşüncelerimi bilip bilmediği umrumda değil çünkü hiç merak etmiyorum ama gerçek fikrimi her zaman söylemekten korkuyorum. Sanki söylediğimde büyünün bozulacağından korkuyormuşum gibi. Aslında korkmak değil bu. Bu beynimin kendi kendine geliştirdiği savunma mekanizması. Belki de aslında korkmuyorum sadece kendimden emin değilim. Bunu hiçbir zaman bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var, o da; yanımdayken huzurlu ve güvende hissetmem.
Sıklıkla gidiyorum her akşam buluştuğumuz yere. Mükemmel bir ormanın sahile açılan, siyah kumlu, eski kayıklı, belki de dünyanın en yaşlı palmiyesinin orada olduğu bir yer burası. İki palmiyenin arasında, bana yaptığı hamakta oturuyorum, sallanıyorum, onu düşünüyorum. Birazdan saat gelecek ve tekrar kavuşacağız. Ona sımsıkı sarılmak için kalan azıcık dakikalar; saatlere, saatler; günlere, günler; aylara ve aylar yıllara dönüşüyor. Tanrım, beklemek bu kadar zor olmamalı!
Fakat, kavuştuğumuz zamanlarda, sımsıkı sarılamıyorum, düşlediğim gibi seni seviyorum diyemiyorum, rahat hissetmiyorum. Bu bir veba; sebebi onu az sevmemle ya da çok sevmemle alakalı değil. Bu sadece bir veba ve ben yapamıyorum. Bazı kelimeler gibi seni seviyorum cümlesi de benim için anlamını yitirdi. Sıcak ve içten değil. Sıcak ve içten hissetmediğim bir şeyi çok değer verdiğim birine söylemek, ona haksızlık yapmak demek olduğunu biliyorum. Ama çoğu zaman biliyorum ki onun da duymak istediği şey bu iki kelime; yanyana gelince dünyanın en anlamlı ve en tatlı cümlesi. Seni seviyorum. Oysaki bana göre seni seviyorum demek, senden nefret ediyorum demek kadar kolay. Önemli olan sevgiyi gösterebilmek ve sonuna kadar sahip çıkabilmek.
Bütün bu sevgiyi onun gözünde görebiliyorum. Çabaladığını, değer verdiğini, karşılık beklemeden istediğini biliyorum, hissediyorum. Diğerleri gibi değil, onlardan çok daha farklı. Şaşırıyorum. Hiç alışık değildim ki ben buna. Seviniyorum. Şanslı olduğumu düşünüyorum. Buna sahip olduğum için bir sürü insandan daha da şanslıyım diyorum kendi kendime. Mutlu oluyorum. Ama sonrasında gelen, iç karartıcı bu his... ah bu his! Bütün güzel şeyleri alıp götürüyor benden.
Bu his tam olarak bilinmeyen bir şey. Bilinçaltımın bana oynadığı bir oyun bu. Kara bulutların beynimde dolandığını görebiliyorum. Şeytanın oracıkta, hemen yanımda durup kulağıma sürekli bir şeyler fısıldadığını, beni üzmeye çalıştığını duyuyorum. Her şey o kadar net ki. İşte sadece bu zamanlarda her şey bu kadar net oluyor. Bütün güzelliklerin bir anda kaybolduğu, cennetin benden uzaklaştığı o zamanlarda, bu kötü ve lanet dolu zamanlarda bu şeyler bu kadar net bana doğru koşarak geliyor. Kaçamıyorum çünkü veba gibi dolanıyor boynuma. Vampir gibi kanımı emiyor. İşte bu acıyla besliyor beni. Ne yapsam kaçamıyorum, nereye gitsem bilemiyorum. Tek bildiğim şey onun oracıkta durduğu ve beni günden güne yiyip bitirdiği.
Rüyalarıma giriyor çoğu zaman. Karabasan gibi, uyanamıyorum. Bu lanetten kurtulmanın yollarını arıyorum ama içine öyle bir alıyor ki beni, kaçamıyorum. Güçsüz oluyorum. Mantıklı düşünemiyorum. Aklıma onu getiriyorum, yaşadıklarımızı getiriyorum, küçük adamızı, beni nasıl sevdiğini, kollarına aldığını ve öptüğünü düşünüyorum. Biraz kurtulabiliyorum bu vebadan, ama sadece bu kadar. Günden güne daha da büyüyor. Beynimi ele geçiriyor.
İşte tam bu zamanlarda çıldırmaya başlıyorum ben. Tam bu zamanlarda kontrolüm kayboluyor. İnsanların bana deliymişim gibi bakmalarına alışıyorum. Bunları paylaşırken kim bilir neler düşünüyorlar; manyak veya ruh hastası olduğumu mu düşünüyorlar? Çok büyük bir ihtimalle, evet. Bana asla söylemiyorlar. O zaman anlıyorum ki, sadece ben değil onlar da sır saklıyor. Sonra biraz rahatlıyorum. Ama tekrar veba beni ele geçiriyor; çünkü benimkisi sır değil, bir veba. Günden güne beni ölüme sürükleyen, sevdiklerimi benden almaya çalışan ve hep başarılı olan bir veba.
Sonra bir gün, gözlerimi açıp uykumdan uyanıyorum ve onu yanımda görüyorum. Yanımda yatmış bana sarılıyor, benden önce uyanmış beni izliyor. O anda bu vebanın hiçbir önemi kalmıyor. “Bir tek benim vebamın ilacı var ve bu ilaç da O” diye düşünüyorum. Sarılıyorum ve uyumaya devam ediyorum. Ne yazık ki, bu durum sonsuza kadar sürmüyor. Çünkü her zaman yanımda olamıyor. Uzaklaştığı an radar alıyor veba, sanki biri ona gittiğini söylemiş gibi, hemen geri geliyor. Beynimi sarmaya ve uyuşturmaya devam ediyor.
Ben bu vebadan kurtulamayacağımı biliyorum, aslında benimle birlikte herkes biliyor. O bile bunu biliyor. Yine de dile getirmiyorum. Onlar da getirmiyor. Konuşmadığım müddetçe her şey daha güzel, daha anlamlı geliyor. Düşünüyorum; yıllardır tek kelime etmemiş olduğumuzu anımsıyorum. Şimdi her şey netleşiyor. Konuştuğumuz anda her şey bitecek çünkü; gerçek dünyaya döneceğiz. Bu yüzden konuşmamayı seçiyoruz. Yıllardır bunu sürdürüyoruz. “Beni konuşturma lütfen, konuşturduğun anda her şey bitecek” diyorum. Fakat cümlelerimle değil bakışlarımla. Hemen anlıyor, başımı okşuyor ve bakışlarıyla “tamam” diyor.
İşte böyle anlaşıyoruz biz; sessiz, sakin. Çıt çıkmıyor aramızda. Sevişmelerimiz bile usulca. Her gün beni bırakma bu vebayla, diye yalvarıyorum ona gözlerimi kullanarak. İnsanın gözüyle bir şeyler anlatabilmesi duygusunu seviyorum. Her şey daha içten ve daha samimi. Sonra birden yine anlıyorum ki, biz susmayı bu yüzden seçmişiz; samimi olmak için. Beni saran bu vebayı azaltmanın yolu kendisi. Fakat ben asla kurtulamayacağımı bilerek bu vebayla yaşamaya devam ediyorum.

7 Ocak 2012 Cumartesi

AYRILIK


Her zaman ilk cümle en zor olanıdır ama o zor ilk cümleyi söyledikten sonra açılır insan. Kelimeler ağzından deli gibi akar gider, ne söylediğini bilmeden. En doğru sözler de o sözlerdir aslında. Bilmeden, düşünmeden söylersin; kalbinden geçenleri sözlerle akıtırsın. Sonuç olarak, maalesef, hep yaralar birilerini bu sözler. Kaçınılmazdır bu son. Tıpkı bizim sonumuz gibi.
O ilk cümleyi söylene kadar kim bilir kaç gün geçti, saatler, günler birbirini kovaladı. En sonunda çıkıverdi saklandığı yerden. Bir daha asla kapanmayacak bir kapı açmış oldu böylece. Bir daha asla kapanmayacağını herkes biliyordu aslında. Bunu bilmeyen sadece bendim belki de. Ya da reddediyordum. Sonuçta o kapı açıldı, hem de hiç beklemediğin bir zamanda.
Belki etki altında kalındı, belki yüreğin sesi dinlendi belki de ikisi de değil. Belki de kimse bilemeyecek. Mükemmel birini kaybetmek ne çok zor kimse bilemez. Kaybedene kadar. Onun her zaman burada, yanında olacağını düşünür. Düşündükçe de bir sürü hata yapar. Yanlış kararlar, yanlış davranışlar, yanlış tanışmalar, yanlış düşünceler. Hepsi de o kapıyı açmak için sabırsızlıkla bekler. Aslında açılmak istenen kapı da yanlıştır. Ancak, bir kere açarsan, bir daha geri dönüş olmaz. Kapının ardındaki bir anda tarihe karışır. Gözyaşlarınla seni geride bırakır.
Yine de kendini rahatlatmak istersin. İlk tepki en doğru olanıdır ne de olsa. Ama kime göre? Neye göre? İşte bunun cevabını kimse veremez. Hiç de kibar olunmadı. Karşıdaki insan kırıldı, üzüldü. Elden bir şey gelmedi. Sadece izlendi ve ağlandı. Ne kadar zaman gerekir eskiye dönebilmek için bilinmez. Ayrılık berbat bir şey. Üstelik birbirini seven iki kişinin ayrılığı daha da kötü bir şey.
Bu süreçte akla kötü şeyler asla getirilmez. Hep en güzel günler, beraber gülünen olaylar, eğlenceli dakikalar düşünülür. Kendine eziyet edilir. Halbuki buna gerek yok. Zaten bittikten beş saniye sonra onun söylediği sözler sana bir ömür boyunca eziyet olacaktır. Bu o kadar büyük bir mükemmellik ki, günlerdir insanı dış dünyadan somutlar. Kafa dağıtmak için normalde son dakika başlayacağın makaleyi bile sana iki hafta öncesinden bitirtir. İşte bu öyle bir kafa dağıtımı. Asla boş oturmak istenmez. Elbet bir yere gidilir, birileri çağırılır, uğraş bulunur, günde iki kitap bitirilir, dekorasyon değişikliği düşünülür. Saçma sapan şeyler araştırılır. Tonlarca yemek yapılır, bir sürü tatlı yenir. Asla içki içilmez çünkü bu durumlarda sarhoş olmak kadar kötü bir zamanlama olmaz. İnsana yapmayacağı şeyi yaptırır.
Hayatında ilk defa kendini bu kadar kötü, dipte ve rezil hisseder insan. Keşke der. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Keşke. Sonra hemen biraz daha olsun normale dönülür ve ama olsun denir. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ama olsun. Ondan daha iyisi sanki yok mudur diye düşünülür. Belki daha mutlu olacağım der içinden insan. Ama içeride bir yerde o gerizekalı iç ses içine fısıldar: Nereden bulacaksın? Sonra hemen mutfağa gidilir ve nutella alınıp kaşıkla yenmeye başlanır. Dolabın içi boşaltılır ve tekrar toplanır. Televizyon hiç kapanmaz. Bulmaca çözülür. Yatma vakti gelir. Onun aldığı kitaba sarılarak, ilk sayfasına yazdığı “seni seviyorum” yazısı ve o anlar aklına gelir ve uyuyana kadar ağlamaya başlanır. Sabah kalktığında da kitabın sayfaları gözyaşları yüzünden büzüşmüş olarak bulunur.
Kitap yerine koyulur. Yine bir sürü uğraş bulunur yapılacak. Rafların tozu alınır. Onun aldığı hediyeler böylece daha da göze çarpar ve temizliğe beş saat ara verilip tekrar ağlamaya başlanır. Kendine ettiğin hakaretler de cabası. Ama evdeki her eşya, akıldaki her anı onu hatırlatır ve ne kadar yapacak iş bulursan bul kaçamazsın.  
Hani aylarca bile düşünsen içinden çıkamadığın durumlar olur ya, işte bazen insanlar karar veremez bu yüzden. Sanki vereceği her karar yanlıştır. Sanki vereceği her karar doğrudur. Bilemez. İrenç bir durum. Keşke insanlar karar vermek zorunda kalmasa. Keşke insan zamanı dondurabilse. Kendine gelip devam edebilse. Ama malesef mümkün değil ve karşındaki hayatı dondurduğunda dünyanın en bencil insanı olursun. Senin için hayat donabilir ama onun için hayat devam ediyor.
Her ne kadar güçlü gözükmeye çalışsam bile, her gün kafamı yastığa koyduğum andan uykuya daldığım ana kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Aslında pişman değilim. Ama pişmanım. Her şey bitmesine rağmen hala kararsızım. Çoktan bitmiş olmasına rağmen hala gözlerimle arıyorum. Bir şeyler öldü ve artık bu sondu.
Yanmasına izin verdim. Yanmama izin verdim. 

1 Ocak 2012 Pazar

OCAK

Ocak ayı... Benim için hiçbir şey ifade etmese de, aslında, diğer taraftan da çok şey ifade ediyor. Yeni bir yılın geldiği, yeni kararların alındığı, karın; hafif hafif yolda yürüyen uzun saçlı ve güzel kızların saçlarına damlamaya başladığı, birbirinden güzel eldivenlerin, atkıların moda olduğu, çizmelerin ayaktan hiç çıkmadığı bir dönemdir ocak.
Diğer taraftan, finallere harıl harıl çalışan öğrencilerin, şirketlerde yeni bütçe yapımına geçen insanların, soğuk havadan dolayı donarak yaşam savaşı veren evsiz insanların oluşturduğu, hastalık ve griplerin üremeye başladığı bir dönem aynı zamanda.
Aslında hiçbir ayın bir önemi yok. Duygulara, durumlara, düşüncelere göre değişiyor sadece. Önemli olan gelecek diğer ayları çıkarabilmek.