31 Ekim 2011 Pazartesi

WTA CHAMPIONSHIP

Bu sene bizimle birlikte İstanbul'da şampiyonaya katıldılar. Müthiş bir seyirci desteği ve mükemmel bir organizasyon ile dünyanın en iyi sekiz kadını İstanbul'da kortlarda birbirlerine meydan okudular. Elimden geldiği kadarıyla hep gitmeye özen gösterdim; ben de bir tenisçi olarak sonuna kadar destekçileriydim. Organizasyon ve seyirci kitlesiyle ilgili özlemlediğim bazı noktalar vardı elbette:
-Organizasyon tek kelime ile süperdi; maç aralarında, önce veya sonralarında sahanın dışına çıkıp, birbirinden güzel imkanlara ulaştırdılar bizi. Oriflame standına uğrayıp ankete katılıp hangi tenisçiye benzediğini öğrenebiliyordun. Acıbadem standına katılıp Marsel&İpek ile, iki gururumuz ile, maç yapma fırsatına katılabiliyordun. Wii ile sanal tenis maçı yapabiliyordun. Üstelik organizasyon fiyatları da sudan ucuzdu; ilk üç gün için ilk kategori 10TL, ikinci kategori 20TL, sonraki günler de iki katı fiyatıylaydı.
-Maçlar gerçekten mükemmeldi. Sharapova'nın turnuvadan çekilmesiyle birlikte Bartoli'yi kortta izleyebildik, müthiş keyifli bir maçtı.
-Güvenlik son derece iyi çalıştı ve hiçbir problem çıkmadı; çıktıysa da bize hissettirmediler.
-Bana göre tek sorun VIP kısmı, özel davetlilere ayrılan yerler ve davetiyeyle gelenlerdi. Bence bu gibi organizasyonlarda VIP kısmına pek gerek yok diye düşünüyorum çünkü neredeyse her gün bomboştu bu kısım ve onlar yerine gerçekten bu maçları izlemeyi çok isteyen ama bilet bulamayan biri için dezavantaj oldu.
-Özel davetlilere ayrılan yer için de aynı şeyi söyleyebilirim, final maçı hariç hemen hemen her gün bomboştu.
-Diğer bir sorun davetiyesi olan insanlardı. O kadar çok davetiye basıp dağıtmışlardı ki, bazı maçlarda saha neredeyse bomboştu. Bu hem tenisçilerin moralini bozdu, hem de başka insanların hakkının yenmesine sebep oldu.
-Son olarak yemek, atıştırma, ıvır zıvır fiyatları çok pahalıydı. Dışarıda aynı sandviç 5TL iken orada 8TL'ye satıldı. Aynı şekilde içecekler de normal fiyatların çok üzerindeydi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen -sadece bana göre olumsuzluk tabi- çok zevk aldığımı söyleyebilirim. Artık her sene burada olacaklar ve her sene tenisçilerimizi yalnız bırakmayacağım. Turnuva bittiğinde normal hayatıma adapte olmakta çok zorlandım. Mükemmel bir haftaydı.

Maçın şampiyonu olan Kvitova, bütün bir turnuva boyunca hiç maç kaybetmeden İstanbul'da bizimle birlikte ilk WTA kupasını kaldırmış oldu ve dünya sıralamasında üçüncülükten ikinciliğe yükseldi. Maç sonunda göz yaşlarını tutamadı, çok duygusal olduğu her halinden belliydi. Onunla birlikte bu tarihi ana şahit olduğumuz için çok mutluyum.

WTA süper bir organizasyon ama yetkililere sesleniyorum; AYNI ORGANİZASYONU ATP İÇİN DE İSTİYORUZ!

27 Ekim 2011 Perşembe

EKİM

Aylardan ekim. Sanki hep ekimmiş gibi, başladığı gibi bitmesini de bilse keşke. Ekim ayı benim için herhangi bir aydan farklı değil ancak çok uzun sürdüğünü hissediyorum ve bu beni deli ediyor. Artık bitmesini istiyorum, günler sayıyorum fakat hala aynı yerdeyim. Bu bir ay benim için bir yıl gibi geçiyor. Aslında kasımın gelmesini oldum olası hiç istememişimdir çünkü kasım ayının gelmesi demek kışın da gelmesi demek, soğuk havanın da gelmesi demek benim için. Bu geçmeyen ekim ayının yerinde temmuz ayı olsaydı ne kadar da mutlu olurdum. Temmuz ayı demek, çünkü, sıcak demek, tatil, deniz, kum, güneş, bikini, güneş gözlüğü, sandalet, şort demek benim için. Sanmayın ki öyle bütün bir yaz tatili boyunca tatil şehirlerinde yaşıyorum. Sadece iki hafta bu süreç ama bunun -ben yapmasam da- her gün gerçekleştiğini bilmek beni çok mutlu ediyor. Sabahları daha mutlu uyanıyorum, güneşin beni uyandırması hoşuma gidiyor. İşte bu yüzden, ekim ayının son günü bile bana birazcık kalmış yaz günlerini hatırlatsa da bu yılki ekim ayı bana çok uzun göründü. Artık bitmesini istiyorum!

21 Ekim 2011 Cuma

BENİM AŞKIM EDEBİYAT


Doyamadan yaşıyorum gibi bir hisse kapılıyorum, her zaman. Hayat, yaşam, dostluklar, o kadar kısa ki sanki elimi uzatıyorum birkaç saniye tutuyorum ve bıraktığım gibi hepsi bir anda uçuyor, hepsi değişiyor ve yerine yenileri geliyor. Başka hayatlar tanıyorum, ben tekrar değişiyorum, düşüncelerim bu yeni hayatımın içindekilere göre değişiyor ve yine elimi bıraktığımda hepsi uçuyor, yerine tekrar yenileri geliyor gibi.
Arkamda bir şeyler bırakmak istiyorum; tamamen gittiğimde benim adımı anacak, yaptıklarımı konuşacak belki de yazdıklarımı konuşacak insanlar istiyorum. Milyonlarcasından sıyrılmanın ne kadar zor da olduğunu bilsem bile, çabalamak istiyorum. En önemli şey de çabalamak değil midir zaten? Sayılamayacak kadar çok insan geldi, yaşadı ve gitti. Hiçbirinin adını bilmiyoruz. Benim korkum da bu işte. Hiç kimse arkasında önemli düşünceler, yapıtlar, yazınlar bırakamaz tabi. Ancak ben bunu istiyorum. Belki de çok komik düşünüyorum; belki de çok doğru düşünüyorum; belki de çok saçma. Sadece çabalamak istiyorum.
Yazarken mutlu oluyorum, hele ki okununca daha da mutlu oluyorum. Birilerinin bana ne kadar güzel yazdığımı söylemesi beni dünyanın en mutlu insanı yapıyor. Kendime daha mükemmel bir uğraş düşünemiyorum. Yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak, yazmak, okumak... arka arkaya yazdığımda bile sıkılmadan sayfalarca dökebilirim bu iki kelimeyi; hayatımın anlamını oluşturan bu iki kelimeyi.
Benim için hayat demek, yaşam demek, daha doğrusu yaşayabilmek demek; düşük sayılabilecek bir maddiyat, istediğim işi yaptığımda sonuç olarak maksimum hazı aldığım takdirde her zaman en son planda kalacak olması ve bunun hiçbir öneminin olmaması çünkü önemli olan benim mutlu yaşayacak olmam demektir. Uzun lafın kısası; istediğim işi yapabiliyorsam eğer gerisi önemsizdir. Örneğin siz de, sizin için en önemli olan durumu düşünün; bu durumdan maksimum zevki aldığınızı düşünün. Yolunuza bir engel çıksa dahi o işi yapmaya devam edersiniz, çünkü; mutlusunuz. İşte benim edebiyat aşkım da sizinkinden farksız.
Birtakım planlar kurdum, bu planların hiçbiri kötülük, çirkeflik içermeyen planlar. Aslında birkaç durum şans eseri karşımda belirdi ve benim bu aşkıma ulaşabilmemi ve onu gerçekleştirebilmemi sağlayacak kapılar açtı bana. Tamamen şanslıydım diyebilirim. Tabi sadece şimdilik. Zaman ne gösterir bilinmez ama eğer işler yolunda gitmez ise, ne demişler? İnsan kendi şansını kendi yaratır... Bakalım ben bu şansı yaratabilecek miyim yoksa ayağıma kadar gelen şansı mı kullanmayı seçeceğim. Her iki şartta da mutlu olmak istiyorum.

17 Ekim 2011 Pazartesi

DOĞRU KARAR

Ne kadar da iyi yapmışım. Evet, bir süredir iyi değildim ama artık kararımı verdim. Başkalarının sözlerine inanmakla ne kadar da doğru bir karar vermişim. Sonuçta onlar beni bilirler, beni tanırlar ve böylece benim isteklerime göre ne istediklerimi bilirler. Artık hiç korkmamam gerek. Her şeyden kurtulduğum için çok mutluyum. Bunun eninde sonunda olması gerekiyordu. Çok geçmeden de bir anda olması daha da iyi oldu. Böylece kendimi daha fazla kandırmadan bu işkenceden kurtulmuş oldum. Aslında başından beri de istediğim bu değil miydi? Buydu tabiki. Artık her şey çok daha net ve mükemmel. Bundan sonra çok daha iyi hissedeceğim. Yeni hayatım ve verdiğim bu doğru karar kutlu olsun!

HATA

Çok uzun zamandır -aslında kısa denilebilecek zamandır- kendimde değildim. Saçma sapan insanların beni etkilemesine izin verdim ve düşüncelerimi kendime kapayıp başka insanlara -aslında tek bir insana- açtım. Peki ben böyle bir hatayı nasıl yaptım? Yanımda güvendiğim dünya tatlısı, beni her şeyden çok seven ve bir bu kadar da düşünen biri varken ben diğerinin sözcüklerine nasıl kandım? Şimdi çok pişmanım ama neyseki "inceldiği yerden kopacak bir hata" yapmadım veya "geri dönüşü olmayan yola" girmedim. Sonu olmadığını bile bile kendimi ne kadar üzdüm, ne kadar çok saçmaladım. Neyseki çok geçmeden akıllandım ve bütün durumu berbat etmeden toparlamayı başardım. Artık her şey eskisinden daha da güzel ya da belki aynı ama ben öyle hissediyorum. Olabilir. Sonuç olarak mutluyum. Dersimi aldım ve bir daha asla!

SOSYAL MEDYA VS. İNSANLAR

İnsanların bencilliğinden, yalanlarından, aşağılamalarından, kendine bu kadar güvenenlerin gerekçelerinin komikliğinin, sürekli bitmek bilmeyen yarışlarından, düşünmeden konuşmalarından, davranışlarının yanlışlığından, inadına beni kötü söz söylemeye götürecek davranışlarından, kısacası bütün insanlardan bıktım usandım artık. Dünya sizin etrafınızda dönmüyor, hiçbir zaman da dönmedi. Bunu artık o kalın kafanıza sokun ve trilyonlarca insanlardan sadece biri olduğunuzu, hiçbir fark yaratmadığınızı hatta o kapasitenizin de olmadığını kabullenin artık. Bugün çok spesifik bir gruptan yola çıkarak çok büyük kitlelere değinmeyi planladım. Önce bu fikir nasıl ortaya çıktı onu öğrenelim.
Dün akşam kendi halimde evimde kitabımı alıp saatlerce okudum, birkaç nota baktım, internette takıldım ve yatmadan önce sosyal medyanın da içine gireyim diye düşünerek açtım siteyi. Hangi site olduğunu söylememe gerek yok çünkü hepsi birbirinin aynası olduğunu, aynı zamanda da kardeşi düşünüyorum. Açar açmaz bütün insanların aynı şeyleri yazdığını gördüm ve artık bu iş gerçekten çok canımı sıkmaya başladı: Acun yeni bir program çıkartmış. Yazılanlardan dans yarışması olduğunu anladım. Milyonlarca insan sadece bu programa kilitlenmiş ve kitleler halinde bir sürü yorum yapılmış. İşte tam o sırada bütün bu insanların ne kadar boş olduklarını, beyinlerini sadece bu tarz gereksiz yarışmalar için yorduklarını ve ciddi ciddi saatlerce bu yarışmaları izlediklerini gördüm. Aslında bu gerçeği daha önce de -yine Acun'un yaptığı- yapılan programlardan öğrenmiştim ama akşam saat sekizden gece yarıma kadar durmadan bu program ve içeriği hakkında yorumlar paylaşılmış.
Şimdi "sosyal medya bir anlamda da insanların hissettikleri, düşündüklerini de kapsamaz mı? Madem karşısın kardeşim okuma da girme de" deseniz haklısınız. İşte haklı olduğunuz için de bir dakika bile düşünmeden hemen hesabımı dondurdum ve bir daha asla açmamaya karar verdim, çünkü; bence sosyal medya amacını aştı. Benim için sosyal medya demek ne demektir peki? Birtakım haberlere, olaylara daha çabuk ulaşmak, eski ve daha yavaş olan gazete, radyo, dergi veya televizyon medyacılığından daha hızlı bir şekilde daha fazla ses duymak ve böylece daha fazla fikir edinmek demektir. Facebook'un olayını bile abarttık. Aslında ne demek istediğimi herkes çok iyi biliyor, aslında hepiniz bunun doğru olduğunu kabul ediyorsunuz ve zihninizin bir köşesinde sosyal medyaya her giriş yaptığınızda bu düşünce hep var ve de hep olacak.
Hesabımı neden kapattım? Her çarşamba akşamı Kıvanç Tatlıtuğ'lu yorumlar görmekten bıktım. Daha ilk günden Adriana Lima'lı yorumlar okumaktan fenalık geldi. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere bu yolla sürekli ve bitmek bilmez bir şekilde laf attıkları bir ortamda sürekli bu tarz yorumları okumaktan sıkıldım. Sosyal medya siyasetçilerinden usandım. Artık bu tarz siteler birbirlerine laf sokmak için can atan, bir durum ortaya çıksa da aksini düşünenlere haddini bildireyim yarışına giren insanlarla dolup taştı. En ufak bir örneğini vermem gerekirse yurtdışına çıkıp bunu herkese gösterme çabasına giren insanları ele almak isterim. "İstediğini paylaşır sanane" diyebilirsiniz fakat bunu gerçekten yol gösterici olarak tanıtmak farklıdır, milletin gözüne soka soka görgüsüzlük yapmak farklıdır. Bunun farklı olduğu kabul edilmelidir, böylece kimse kimseyi kandırmamış olur. Ancak, zaten önemli olan kendini kandırma meselesi. İnsan herkesi kandırabilir, sırf muhalefet olsun diye bile desteklediği birtakım düşüncelerin aksini düşündüğünü iddia edebilir ama kendi beyninden, düşüncelerinden kaçamaz. O yüzden gelin kendimizi kandırmayalım.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı ben -sosyal medyanın gerçekten işe yaradığını düşünen ben- bile bu ortamdan uzaklaştım. Duyarlı insan pozları, çevresini çok önemser görünümlüler, sosyal sorumluluk hastaları... Bunları geçelim ve biraz gerçekçi olalım. Üzerine sekizyüz liralık paltoyu giyen insandan kapitalist düşmanı olmaz, yere tüküren adamdan çevreci olmaz, iki tane pankart hazırlayıp asandan da ülkesine duyarlı vatandaş olmaz. Bu pozları bırakın önce adam olun, sonra iyi birer insan olmayı hedeflersiniz.

16 Ekim 2011 Pazar

HER ZAMANKİ AMA HİÇBİR ZAMANKİ TATİL


     Okullar kapandığı gibi bütün finallerime girerek ve okulla ilgili bütün uğraşlardan kurtulduğum gibi bavul hazırlamaya koyuldum. Neredeyse haziran ortasına gelmiştik ve bu sene Bodrum için çok geç kalmıştım bile. Babamın arkadaşı beni her gün arıyor, biletimi alıp almadığımı, gelmeye hazır olup olmadığımı, orada sezonun çoktan açıldığını ve her sene olduğu gibi bu sene de işi bilen birine -yani senelerdir her yaz onun butik otelinde çalıştığım için bana- ihtiyaçları olduklarını söyleyip duruyorlardı.
     Babamla arkadaşı senelerdir dostluklarını sürdürmeyi başarmış, evlendiklerinde bile her haftasonu beraber yemeğe -ya da en azından bir kahve içmeye- çıkmayı asla atlamamışlardı. Ne yazıkki, ben dünyaya geldikten ve kardeşim de benden beş sene sonra doğduktan sonra Mürsel Amca ve karısı hala çocuk yapmak için uğraşıyorlardı. Seneler var hala deniyorlar fakat dünyanın dört bir ucuna gittikleri doktorlar bile aynı şeyi yineliyorlardı: Çocukları olmayacaktı çünkü Esma Teyze -Mürsel Amcamın karısı- hamile kalamıyordu. Onlar da beni kendi çocukları gibi benimsemişlerdi ve iki tane ailem olduğu için kendimi çok şanslı hissediyordum. İşte ben de her sene çocukluğumdan beri onların Bodrum'daki butik otelinde gider kalırım. Ancak, büyümeye başladığımda bunun karşılığında onlara yardım etmemin gerekli olduğunu ve bunun yakışı kalacağını öğrenmeye başlamıştım.
     Bir gün yine bir yaz tatilinde Bodrum'dayken Mürsel Amcama bu konuyu açmak istedim. Artık sadece tatil yapmak istemediğimi, onlara bazı konularda yardım etmek istediğimi -özellikle mutfak konusunda çok başarılıydım- söylediğimde, önceleri kesinlikle olmaz, burası senin de otelin sayılır gibi bir azar işitmiştim. Daha sonraları bu işi yapmayı çok istediğimi, bana bir şans vermesinin beni çok mutlu edeceğini belirttiğimde ise birkaç gün düşündükten sonra kabul etti. İşte ben de üç yazdır -üniversiteye başladığımdan beri- bu küçük ve tatlı otelde mutfak işlerine yardım ediyorum, bazen barmenlik yapıyorum, otele gelip kalan benim yaşlarımda bir sürü gençle arkadaş oluyorum ve çoğu zaman da -özellikle akşamları- onlarla eğleniyorum.
     Böylece yeni bir Bodrum macerası beni bekliyordu ve ben bavullarımı hazırlamak için eve koşmuştum. Hemen babama telefon açarak bütün dersleri verdiğimi artık Bodrum için hazır olduğumu söyledim ve bana bir uçak bileti almak için onun akşam eve gelmesini bekledim. Her sene oraya gitmeme rağmen bu sene içimde çok garip duygular vardı. Aslında oraya biraz da rahatlamak ve kafamı dağıtmak için de gitmek istiyordum. Benim için çok değerli birinden daha yeni ayrılmıştım ve biraz tatil ve çalışma hiç de fena olmayacaktı. Ayrıca, biraz kendi ortamımdan da uzaklaşmak ve yeni insanlar tanımak, yeni ilgi alanları keşfetmek, yeni düşüncelerle tanışmak çok güzel bir fikirdi. Üstelik de en sevdiğim mevsimde.
     Uçağa bindiğimde heyecanın üç kat daha arttı. Bütün bir kış mevsimi ve okul zamanı boyunca gelmesini iple çektiğim zaman için sadece birkaç saat kalmıştı. Kulaklıklarımı taktım, en sevdiğim şarkıları shuffle'a koydum ve işte uçuşa hazırdım.
     Gözlerimi açtığımda havaalanına iniş yapmıştık bile. İnsanlarla beraber ben de uçaktan inmek için hazırlandım. Valizlerimi almak için alana doğru yürürken bir taraftan da babamı arıyordum. “İndiğin zaman hemen beni ara” demişti. Ben de isteğini yerine getirmek üzere telefonu elime aldım ve numarayı çevirdim. Aynı süre de bavulumu da görmüştüm ve hemen kaptığım gibi kendime çektim. Üç ay kalacağım için iki tane bavul yapmıştım ve ikisi de kocaman, birbirinden ağırdı. Neyseki sürükleme yeri de vardı ki, böylece ikisini elimde taşımak zorunda kalmayacaktım. Sadece yerde sürüklemeliydim, o da çok zor bir olay değildi.
     Dışarı çıkar çıkmaz Mürsel Amcamı gördüm; beni karşılamaya gelmişti. Hemen birbirimize sarıldık, özleşmiştik. Hemen elimden bavulları aldı ve arabaya yükledi. Havaalanı Bodrum'a oldukça uzaktı ve özellikle bizim kaldığımız yer oranın diğer ucundaydı. Yine de yol boyu konuşup hasret giderdiğimiz için otele çabuk varmıştık. Garaja girer girmez tanıdığım simalarla karşılaştım. Bu kişiler de yıllarca bu otelde çalışmaya devam eden ve hepsi de çok tatlı birbirinden iyi insanlardı. Mürsel Amca hiçbirini ayırt etmez hepsine çok iyi davranırdı. Onların arasındaki bağ artık patron- işveren olayından çıkmış, ağabey-kardeş ilişkisine dönüşmüştü. Hemen Egemen Abi, bana odamı gösterdi, bavullarımı boşalttıktan sonra biraz deniz kenarına gidip yorgunluğumu atmam için dinlenmem gerektiğini söyledi. İşe yarın başlayacaktım böylece.
     Hemen bavulumu dolabıma yerleştirdim, bikinilerimi giydim ve plaj çantamı hazırlayarak dışarıya çıktım. Bana çok güzel bir menü hazırlamışlardı, karnımın aç olduğunu tahmin eden Mürsel Amca bugünün menüsünü günler önceden hazırlamış ve tüm yemeklerin benim en sevdiğim yemekler olması gerektiğine özen göstermişti. Bir kere daha teşekkür ederek masaya oturdum. Yemeklerin hepsi birbirinden güzel görünüyorlardı; hangisinden başlamam gerektiğine karar veremiyordum. Pesto soslu penne, domates çorbası -sadece bu çorbayı yaz kış içebilirdim- zeytinyağlı sos ve yanında çıtır ekmekler, zeytinyağlı fasulye, ızgara köfte tabağında püre, yoğurt ve salata... Hepsini silip süpürdükten sonra üstüne bir de çay içtim ve karnım patlamaya hazır bir bomba gibiydi.
     Bir saat dinlendikten sonra, yüzmeye hazırdım. Kendimi iskeleden denize doğru attım. Denizin ortasında tekneleri ve yüzen insanları ayıran bir ip vardı. Bu, her sahilde olması zorunluydu çünkü bu ipin sayesinde kazalar engelleniyordu. Ben de iplere kadar iki kere gidip geldikten sonra denizden çıktım. Biraz güneşte kuruduktan sonra gölgeye geçerek, kitabımı okumaya karar verdim. Saat akşamüstü altı olmuştu. Deniz iyice dalgalanmıştı, bazı insanlar korkup çıkmışlardı bile. Ben de çantamı alıp bir mutfağa da göz atayım derken onu gördüm; iskeleye doğru yürüyordu. Dağınık sarı saçları, çok uzaktan bile farkedilen masmavi cam gibi gözleri, bembeyaz teni ve omzuna attığı havlusuyla bana doğru geliyordu. Yanımdaki boş yere havlusunu fırlattığı gibi üstündeki t-shirt'ünü çıkardı. Onu da havlusunun yanına koyarak denize balıklama atladı. Bir dakika bile tereddüt etmeden hemen onun arkasından ben de denize atladım. İplere doğru yüzüyordu. Ben de arkasından gitmeye karar verdim. İplere vardığımda beni izlediğini farkederek ona doğru gülümsedim.
     -Bu kadar çok dalgalı bir deniz Türkiye'de başka yerde görmemiştim. Bu dalgada ipe yüzecek kadar cesaretli bir kızı da daha önce hiç görmemiştim, dedi ve o da bana gülümsedi. Ne diyeceğimi bilemeden teşekkür ederek kıyıya yüzmeye başladım. Merdivenlerden iskeleye çıktığımda arkama dönüp baktım. Hala iplerdeydi; dalıyor, çıkıyor, dalgalarla oynuyordu; denizden çıkana kadar onu izledim. Hayatımda bu kadar yakışıklı, bu kadar tatlı gülen birini daha önce hiç görmemiştim. Aslında kendime de şaşırmıştım. Daha önce hiçkimsenin arkasından gitmemiştim, özellikle yapacağım işi bırakarak. Ondan çok etkilendiğim doğruydu. O denizden çıktığında ben de kurumuştum ve çantamı alıp mutfağa göz atmak için ayağa kalktım.
     Mutfakta herkes bana sarılıyor, “Hoş geldin” diyordu. Bu akşam izinli olduğumu söyleyip durdular.                    Gerçekten de iş benim için yarın başlayacaktı. Ben de odama çekildim, duşumu aldım, akşam yemeği için hazırlandım ve bara indim. Barmen hala aynı çocuktu. O da küçüklüğünden beri burada çalışıyordu ve beraber büyüdük diyebilirim. Yunus beni görünce hemen bana sarılmak için davrandı. Hemen kahvelerimizi yaptı, hasret giderirken karşılıklı içtik. Yine okullarımızla ilgili şikayet ederken onu gördüm. Bu sefer üzerinde vücuduna mükemmel yakışmış bir siyah pantolon, üzerinde beyaz baskılı bir t-shirt, ayağında siyah Superga ayakkabıları vardı. Saçları yine sabahki gibi dağınıktı ama onu çekici yapan sanırım o altın sarısı dağınık saçlarıydı. Hemen Yunus'a döndüm ve çocuğu işaret ederek tanıyıp tanımadığını sordum. İsmini bilmediğini fakat üç gündür burada tek başına kalan bir müşteri olduğunu söyledi. Hatta, akşam yemeğe inmesine şaşırdığını, üç gün boyunca hiçbir akşam burada yemek yemediğini de belirtti. O akşam Yunus'la beraber yemek yemek için barda kaldım. Herkes odasına çekildikten sonra da hazırladığı içkilerle hafif çakırkeyif olup odalarımıza döndük.
     Sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yaptım ve mutfağa girdim. Aslında çalışma saatlerim çok esnekti ama benim erken kalkmamın sebebi akşamüstü gibi tüm işlerimi bitirip iskelede yine onu beklemekti. Otelin mutfağı diğer otellere göre çok farklıydı. Etrafında duvar değil, cam vardı. Böylece bütün müşteriler içeride neler yaptığımızı görebiliyordu. Ben iskeleye en yakın taraftaki tezgahı istemiştim, zaten orası boş olduğu için de bir sorun çıkmadan hemen istediğim oldu. Kahvaltıları hazırladıktan ve masalara götürecek garsonların alacağı tezgaha dizdikten sonra tekrar tezgahıma geri döndüm. Salata malzemelerini yıkadım, öğlen menüsü için yapılacak zeytinyağlı sebze yemeklerinin sebzelerini yıkadım, doğradım. Patates, soğan, biber, domates de doğradıktan sonra zaman neredeyse öğleni geçmişti; saat ikiye geliyordu. Çok hızlı çalışmıştım, yemekleri ocağa koyan aşçı benden ivedilikle maydonozların doğranmasını istedi. Hemen kasada duran maydonozları kendime doğru çektim ve ilk tutamı elime aldım. İyice yıkadım. Tahtamı ve bıçağımı da elime aldıktan sonra başladım doğramaya. Bir taraftan da önümdeki camı açıyordum. Hava iyice sıcak olmaya başlamıştı bile. Camın önünde duruyordum ve hafif bir esintinin gelmesini bekliyordum çaresizce, bir taraftan da maydonozları keserek. Elim bıçak işlerine çok yatkındı. Şefimiz bile buna inanamıyor, bütün aşçılara taş çıkartırsın valla diyerek beni övüyordu.
    Ben tüm bu işlerle meşgulken kafamda bir ses duydum. Ses benden bir bardak su istiyordu. Daha bir gün önce duyduğum sese çok benziyordu. Kafamı kaldırıp da sesin çıktığı kişiye baktığımda yine onu gördüm. Ve yine altın rengi saçları dağınıktı. Ve yine masmavi gözlerinin içi gülüyordu. Barı işaret ederek, burasının mutfak olduğunu, buradan müşterilere su verilmediğini, dilerse bardan alabileceğini söyledim. Teşekkür etti ve özür dileyerek bara doğru yürümeye başladı. O gittikten sonra işimi o kadar hızlı bitirdim ki, hemen mutfaktan çıkıp kendimi iskeleye attım.
     O da oradaydı. Benim geldiğimi görünce kafasını olduğum tarafa çevirdi. Hemen üstümdekileri çıkardım ve denize atlamaya karar verdim. Mutfakta çok yorulmuştum ve terlemiştim. Hemen dünkü yaptığım gibi iskeleden balıklama atladım ve durmadan iplere yüzdüm. Oraya ulaştığımda yüzümü iskelenin olduğu tarafa doğru döndüm ve onun da bana doğru yüzdüğünü gördüm. Heyecanım her geçen saniye daha da fazla artmaya başlıyordu. En sonunda o da iplere ulaşıp yanımda durdu.
     -Burada çalıştığını bilmiyordum, dedi. Ben de ona Mürsel amcadan bahsettim, istediğim için çalıştığımı belirttim ve aslında bana konukmuşum gibi davranıldığını da eklemeden geçmedim. Etkilenmiş gibi gözlerimin içine bakıyordu. Sonra bir anda akşam için programım olup olmadığını sordu. “yok” diyerek soracağı teklifi bekledim.
     -Akşam belki Bodrum'a ineriz, bir şeyler yeriz, dedi. Bu teklifi asla reddedemezdim. Tabiki de olur, diyerek konuşmayı bitirdim. Şimdi yapmam gereken tek şey akşam için ne giyeceğime karar vermekti.
     Odama döndüğümde bir sürü kıyafet denedim, çıkardım, tekrar giydim. Akşam sekizde lobide buluşup öyle çıkacaktık. Yarım saat kalmıştı ve ben daha hiçbir şeye karar verememiştim. En sonunda siyah şort, beyaz askılı bluz ve geçen sene buradan aldığım Bodrum sandaletlerimde karar kıldım. Ellerime siyah oje sürdüm, yüzüklerimi taktım, saçımı açık ve dalgalı bıraktım. Hafif bir makyajdan sonra çantamı da kaparak odadan çıktım.
     Aslında beş dakika erken çıkmıştım. Lobiye yürürken Yunus'a bunu söylesem mi diye düşündüm ama onun gelmiş olduğunu görünce hemen vazgeçtim. Bu akşam üzerinde kot vardı, üstünde siyah bir t-shirt ve yine dün giydiği siyah Superga ayakkabıları. Saçları yine dağınıktı ve gözleri yine cam gibiydi. Onu her gördüğümde daha da çok etkileniyordum. Özellikle bana gülümsediğinde onun kadar yakışıklı biriyle daha önce tanışmadığımı düşünüyordum. Yine bana doğru gülümsedi. Elimi sıktı ve yanağımdan öptü, hazır olup olmadığımı sordu. Böylece otelden çıktık.
     Bodrum'a indiğimizde bildiği çok güzel bir restoran olduğunu söyleyerek beni oraya götürdü. Siparişlerimizi verdikten sonra sohbet etmeye başladık. O kadar iyi anlaşmıştık ki, buna ben bile şaşırmıştım; hatta o bile şaşırmış gibiydi. Bütün zevklerimiz aynıydı, o da benim gibi yemek yapmaya bayılırmış, en sevdiği spor tenismiş ve uzun yıllardır oynuyormuş. Annesini iki sene önce trafik kazasında kaybetmiş, tıpkı benim de annemi iki yıl önce kanserden kaybetmem gibi. En şaşırdığımız kısım doğumgünlerimizin aynı gün olduğunu öğrendiğimiz kısımdı sanırım. Gerçi o benden bir sene daha büyüktü fakat yine de aynı gün doğmamız beni şok etmişti.

-İstanbul'dan mı geliyorsun?
-Evet, sanırım sen de İstanbulda oturuyorsun?
-Annemi kaybettikten sonra yurtdışına taşındık, iki senedir Hollanda'da yaşıyorum. Üniversiteye orada tekrar başladım. Babamla beraber kendimize buradan uzak bir hayat kurduk fakat ben burayı yine de özlüyorum. O yüzden tatillerde tek başıma da olsa atlayıp geliyorum.
-...
-Tabiki sürekli gelemiyorum. En fazla yılda bir kere gelebiliyorum. Bodrum'dan önce İstanbul'daydım. Eski arkadaşlarımı gördüm, şimdi de buradayım. Bodrum'da yazlığımız vardı. Annem öldükten sonra sattık. Bir daha da gelmemeye karar verdik. Ancak ben dediğim gibi çok özlüyorum. Babam artık buradan nefret ediyor.
-Sizin için üzüldüm, ama kaçmak ne kadar mantıklı?
-Hiç mantıklı değil haklısın, ama sen de anlarsın; bazı şeyler çok zor.
-Evet, anlıyorum.

     Bu konuşmadan sonra iyice moralim bozulmuştu. İlk görüşte hoşlandığım çocuğu bir daha göremeyecektim. Üstelik birkaç gün sonra da döneceğini söylemişti. Artık o dakikadan sonra hiçbir şekilde iyi olamadım. Ne vardı kalsaydı bütün yaz burada? Hem belki o da çalışırdı benim gibi? Ben Mürsel Amcamı ikna ederdim, benim mutlu olduğumu görse hemen düşünmeden izin verirdi. Ancak gitmeyi kafasına koyduysa bunu değiştiremezdim tabiki. İşte bu soru işaretleriyle otele geri döndük ve odalarımıza çekildik.
Sabah daha da erken uyandım. Onunla daha fazla zaman geçirebilmek için işlerimi daha da erken bitirmek istiyordum. Nitekim de öyle yaptım. İskeleye vardığımda o da yeni geliyordu. Hemen beni gördü ve yanıma oturdu. Biraz sohbet ettikten sonra denize girmeye karar verdik. Hazırlanıp iskeleden balıklama atladıktan sonra iplere kadar yüzdük. Dinlenirken de sohbete başladık.

-Dün gece çok eğlendim, teşekkür ediyorum. Fakat, adını bile bilmiyorum.
-Ne kadar aptalım. İsmim Bora.
-Benimki de Mine, tekrar memnun oldum.
-Çok güzel bir ismin varmış. Tıpkı yüzün gibi. Çok güzel bir kızsın, aslında seni ilk gördüğüm saniyeden beri senden çok etkilendiğimi söylemeliyim.
     Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece bana doğru yaklaşmasına ve beni öpmesine izin verdim. İçimden ağlamak geldi, bağırıp kendimi parçalamak geldi. Onu kaybetmek istemiyordum. Kendimi çok fazla kaptırmamalıydım.

     Bu saatten sonra artık sevgili gibiydik. Sürekli beraberdik, her akşam merkeze inip kendimizden geçercesine eğleniyorduk ve sabaha karşı dönüyorduk otele. Ben hiç uyumadan bütün işlerimi bitiriyordum sadece sahilde onunla beraber birkaç saat kestirdiğim zamanlarda ve akşamüstü odama hazırlanmak için döndüğümde birkaç saat kestirdiğim vakitlerde dinlenebiliyordum. O gidene kadar her günümüz böyle geçti. Ancak, artık bu sabah veda etme zamanı gelmişti.

-Seni arayacağım, benim için değerlisin.
-Gitmek zorunda mısın?
-Babamı yalnız bırakamam, hala iyileşemedi.
-Bana arada sırada kart atmayı unutma.
-Belki Hollanda'ya gelirsin, seni gezdiririm.
-Belki...
-Ben İstanbul'a geldiğimde de sen bana oraları gezdirirsin.
-Olur.
-Hoşçakal!
-Güle güle.

     O gittikten sonra her gün benim için işkence gibi geçti. Üç ay bitmeyecek sandım. Bana birkaç kere mesaj atmıştı, birkaç kere de aramıştı ama yurtdışıydı işte. Ulaşım zordu. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin her şey yine de zordu. İstanbul'a döndükten sonra ona üzerinde boğaz köprüsü olan bir kart attım, arkasına da “İstanbul'u özlediğinde bakman için” yazdım. Okullar da yavaş yavaş açılmıştı. Kayıt işlemleri, ders seçimleri derken dersteydim bile. Havalar birden soğumuştu ve çok mutsuzdum. Kıştan nefret eden biri için sonbahar yaşamadan direk kışa geçmek çok büyük bir işkenceydi. Akşam eve gittiğimde hava durumunu izledim ve yarından itibaren tekrar yaz havasına kavuşacağımızı müjdeleyen bir haber sunucusu ve yüzünde kocaman bir gülümseme gördüm. Tam o sırada telefonuma gelen mesajı açıp okumaya başladım: “Son senemi İstanbul'da bitirmeye karar verdim, bütün bir yaz boyunca bu işlerle uğraştım, sınava girdim ve burada okuduğum okula denk bir okula kaydımı aldırdım. Yarın sabah oradayım: Sürpriz!”
     Yarından itibaren neden tekrar yaz havasına gireceğimize bir türlü anlam veremeyen ben bu mesaj ile sebebini anlamıştım. Benim için yaz gelmişti bile ve artık hiç kışım olmayacaktı. İnanılmaz mutluydum!

13 Ekim 2011 Perşembe

DENİZ

Saatlerdir yoldaydık, bitkin düştük ama nihayet varabildik otelimize. Girdiğimiz andan itibaren bütün otel çalışanları peşimizde dört dönüyorlar, ölesiye yardım etmeye çalışıyorlar ve daha şimdiden, odalarımızın hazırlanmasını beklerken, bir bardak şampanya ve çikolatayı mideye indirdik bile. Seninle yaptığımız ilk tatilimiz olacak bu ve sonsuza kadar hatırlayacağız, ileride evlendiğimizde çocuklarımıza, torunlarımıza, onların da çocuklarına anlatacağımız bir sürü anımız olacak bu otelde. Daha girer girmez seziyorum bunun olacağını. İşte böyle bir atmosferi var bu küçük, sevimli butik otelin.
Ne de çok seviyoruz arkadaşlarımızı. Onlar olmadan asla diyerek hep beraber geldik buraya. Aslında hepsini ikna etmek çok da zor olmadı. Bir çılgınlık yaptık, internetten beğendiğimiz bir otel seçtik ve bum! Buradayız.
Sonunda odalarımız hazırlandı, teker teker odalarımıza çıkıyoruz. Saat daha sabahın yedisi olduğu için ve bütün bir gece direksiyon salladığımız için uyku en çok ihtiyacımız olan şey şu anda. Biraz kestirdikten sonra kahvaltıya inmeyi düşünüyoruz. Mayolarımızın üstüne pareolarımızı bağlayıp, plaj çantamızı da hazırladıktan sonra artık inmeye hazırız.
Mükemmel bir kahvaltı büfesiyle karşılaştığımız anda ne kadar da çok acıktığımız aklımıza geliyor ve yemekleri adeta saldırırcasına tabağımıza doldurmaya başlıyoruz. Sen kahvaltının yanında hep meyve suyu içersin. Bu alışkanlığın seni tanıdığım ilk günden beri süregelen bir durum; tıpkı benim her kahvaltıda bardaklarca çay içmem gibi. Elma suyunu kaptığın gibi yanıma oturuyorsun, diğer elinde de benim için alınmış bir fincan çay ve çay tabağında tonlarca şeker ile birlikte. Kahvaltımızı yapmaya başlıyoruz; kimse konuşmuyor, herkes tıkanırcasına kahvaltısına gömülmüş vaziyette. Ne zaman karnımız doymaya başlıyor işte o zaman senin açtığın sohbete teker teker katılmaya başlıyoruz.
Tıka basa yiyip masadan kalktıktan sonra, türk kahvelerimizi deniz kenarına söylüyoruz. Bir taraftan görevliye şemsiyeyi açtırmak için el işareti yapıyorum. Biliyorsun ki, güneşin altında saatlerce yatıp kavrulan insanları hiç sevmem; daha doğrusu ben hiçbir zaman öyle bir insan olamadığımı bildiğim için ve güneşe çıktığım anda kıpkırmızı kesildiğim için, bronzlaşmanın da ne demek olduğunu anlayamadığım için siz saatlerce yanmaya çabalarken ben gölgeye çekilip kitap okuyor oluyorum. Sahi ne kadar güzeldir aslında kıpkırmızı olmadan, bir kerede bronzlaşarak yanmak. Bunun tadını hiçbir zaman alamayacak olmak aslında eksiklik duygusu benim için; tıpkı asla et yemediğim için etin nasıl bir şey olduğunu bilmemenin eksikliği gibi; tıpkı senin asla araba kullanmayı öğrenememenin eksikliği gibi.
Bazı duyguları tatmadıktan, onları hissedemedikten, dokunamadıktan sonra o duygular hakkında kesin çizgileri olabilir mi insanların? Bir duygunun nasıl bir his olduğunu bilemeden yorum yapabilir mi insan? İşte herkesin; bilmediği, kendi içine sır gibi tutunmuş birtakım belirsizlikleri vardır. Bu nedenden dolayı kimsenin sadece siyah ve beyazı olmaz. Hayattaki griler, işte bu bilinmezliktir; bilinmeyen, keşfedilmeyen somut veya soyut şeylerdir.
Elimi tutuyorsun ve beni yattığım yerden kaldırıyorsun. Kuma inmek istediğini, orasının daha güzel ve eğlenceli olabileceğini söylüyorsun. Sana hayır diyebilmek mümkün mü? Hiçbir zaman mümkün olmadı. Beni sevme tarzın, ateşli ve tutkulu aşkın, her zaman düşünceli tavrınla sana asla hayır diyemedim. Senin yanında kendimi, benliğimi kaybediyorum. Aslında bundan hiçbir zaman da şikayetçi olmadım, çünkü; bu benim yaşama şeklimdi. Seninle beraberken senden öyle bir güç alıyorum ki, yanında kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki, sanki sen yanımdan uçup gittiğin anda karanlığa gömülüp gidecekmişim gibi bir his kaplıyor içimi adeta. Beni kuma çağırdığın anda ne yapmak istediğimi unuttum ve sana koştum; tıpkı her zaman yaptığım gibi.
İki tane şezlong bulabiliyoruz sonunda ve bir de şemsiye. Sen, tam olarak uzanmadan oturma pozisyonuna geçmeyi tercih ediyorsun. Kumlarla oynamayı oldun olası sevdiğini biliyorum. Ben nefret ederim. Ama bunun hiçbir önemi yok. Sen ayakların kumdayken mutlusun ve ben bütün bedenim şezlongun üzerinde mutluyum. Derken konuşmaya başlıyoruz, beni ne kadar çok sevdiğini, benden asla vazgeçemeyeceğini söylüyorsun. Her seferinde sözüne inanıyorum; belki de duymak istediğim sözlerin hepsini sırayla bana söylediğin için senden hiçbir zaman kuşku duymamışımdır. Yine öyle yapıyorum. Sana sarılıyorum. Derken bir anda patlayıveriyorsun; KAHVEM HALA GELMEDİ. Bu patlamalarına o kadar çok alıştım ki, ani sinir krizlerin, öfke kontrolü yoksunluğun, gözünün hiçbir şey görmemesi, hatta bana bile bazen tokat atacakmışsın gibi hissediyorum. Tersine, bir o kadar da çabuk sönüyor alevlerin. Sendeki bu hızlı değişime aşığım ben. Beni, bizi besliyor.
Kahvelerimiz geliyor, denizin kıyıya vuran sesi, cıvıl cıvıl kuş sesleri, denizde top oynayan çocukların ciyaklamaları, bebek ağlamaları, genç bir grubun kahkaha sesleri, arkadan gelen Edith Piaf müziği... Hepsi bir ahenk, hepsi bir bütünlük oluşturuyor zihnimde. En önemlisi bu ahengin içinde sen de varsın. İşte ben şu anda dünyanın en mutlu insanıyım.
Yavaş yavaş öğlen sıcaklığı etkisini kaybediyor; ama hala akşamüstüne hazır değiliz. İnsanlar hala denize giriyor, iskeleden atlıyor, güneşleniyor, hafif atıştırmalıklar ile ağızlarını oyalıyorlar. Önümüzdeki şezlonglar boşalır boşalmaz bana öne geçme teklifi sunuyorsun; hemen kabul ediyorum. Denizin tam önündeki şezlonglar bunlar. Dalgaların sesini daha net duyabiliriz artık.
İşte yine bir kriz anı daha! Soğuk birer içki almaya gittikten sonra, şezlongumuza döndüğümüz an havlularımızın yok olduğunu görüyoruz. KİM ALMIŞ OLABİLİR? KİM ALDI BU HAVLULARI? LANET OLSUN BANA HAVLUMU GERİ VERİN. HEPİNİZDEN NEFRET EDİYORUM SİZİ BEYİNLERİ ÇALIŞMAYAN HIRSIZLAR. GEBERİN GİDİN BU DÜNYADAN. BÖYLECE REFAH DÜZEYİMİZ GİTTİKÇE YÜKSELİR. SİZİN GİBİ ASALAKLARDAN KURTULMUŞ OLURUZ SİZİ PİÇLER.
Aynen bu cümleleri bağırarak tekrar ediyorsun. Bu sefer daha da heyecanlanıyorum. Aslında tanıştığımız andan beri ne kadar çok sinirlendiysen, ben de o kadar fazla miktarda stres olmuşumdur. Günden güne bu öfke haline alışacağıma, tam tersine daha da korkuyorum. Aslında tam olarak korku da denemez bunun ismine. Tarif edilemez bir şey.
Ve işte arkadaşımız elinde bizim havlularımızla görünüyor karşıda. Meğer bizi göremeyince merak etmiş, acaba unuttuk mu diye yanına almaya karar vermiş. Eğer geldiğimizi görürse geri getirecekmiş ve nitekim de öyle oldu. Yine yerin dbine geçiyorsun. Binlerce kez özür diliyorsun, yanlış anladığını söylüyorsun ama her seferinde bu kadar utanmana gerek yok. Hele ki bizim kendi dostlarımızdan. Çünkü onlar da senin nasıl biri olduğunu biliyorlar ve seni böyle kabul ettiler.
İçkimi bitiriyorum. Son yudumuna geldiğimde yaptığım shot, içkinin ne kadar sert olduğunu bir kez daha anlamama sebep oluyor; yüzüm buruşuyor. İçme şu ağır viskiyi, eline hiç yakışmıyor diyorsun. Oysaki bence bir kadının eline yakışan en güzel içkidir viski. Özgürlüğü, kendine güveni, ağırbaşlılığı ve asaleti simgeler bana göre. İtiraf edemiyorsun ama beni ilk gördüğün gün, yanıma gelip de benimle tanışmama sebep olan şey, o gün elimde duran sayısız içtiğim viskilerdi.
Denize girmeye karar veriyorum. Geldiğimden beri sana o kadar çok dalmışım ki, suya girmeyi atladığımı farkediyorum. Pareomu ve üzerimdeki bluzumu çıkartıyorum. Bedenim bikinim ile adeta çırılçıplak. Bana bakıyorsun ve beni o anda arzuladığını anlıyorum. Sanki bikinimden daha ötesini de görüyor gibisin. İçimden "bu isteğini yerine getireceğim ama odamıza gittiğimizde" diye geçirirken buluyorum kendimi. Daha sonra güneş gözlüklerimi çıkartıyorum, saçımdaki tokayı çözüyorum ve upuzun sarı saçlarım omuzlarıma, oradan da belime düşüyor. Suya ayağım, daha sonra bacaklarım, daha sonra kasıklarım, daha sonra göbeğim giriyor. Balıklama dalmak istiyorum ama bu kadar güzel bir denizin tadını yavaş yavaş çıkarmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Daha sonra göğüslerim giriyor suyun içine, daha sonra boynum ve nihayet kafam ve en son saçlarım. Dalıyorum suya, kendimden geçiyorum; aklımda sen...

10 Ekim 2011 Pazartesi

DEREOTU


Bu yazıyı yazmaya başlamamın tek amacı annemin zeytinyağlı yemeklerin üstüne sürekli dere otu doğramasıdır. Annem otlara bayılır, sevdiği için de bizim de her otu sevmemizi bekler -aslında beklemez, sormadan her yere dereotu koyar- ve ne kadar "istemiyorum şunu koyma" desek bile asla vazgeçmez.
Dere otundan nefret etmemin o kadar çok sebebi var ki hangisinden başlasam bilemiyorum. Öncelikle tadı gerçekten yok. Kesinlikle gereksiz bir tat. Nereye koyarsan koy, en güzel yemeği bile çirkinleştirme gücüne sahip bir ot. Normalde otlarla aram iyidir yani her türlü yeşilliği yerim ama bir dere otu iki maydonoz. "Çıkın hayatımdan" diye bağırsam bile faydası yok. Annem hayatımda olduğu sürece onlarla birlikte olacağım. Maydonozla yaşamayı öğrendim fakat dere otuyla hala problemlerimiz var. Ben bağlanmayı sevmiyorum ama o beni asla bırakmıyor. Her akşam karşıma çıkıp bana sürpriz yapıyor ama her akşam onu görmek benim kabusum oluyor. Özel hayatıma hiç saygısı yok. Ben biraz ara vermek istiyorum ama o hep benimle beraber olmak istiyor. Onu yemek istemiyorum, hep yemeklerden onu ayıklıyorum ama o, ne yapıp ne edip, bir yolunu buluyor. Bir bakmışım ki yemişim.
Bir diğer olay ise, dere otu HER YERDE. Onu bir kere doğradınız mı yandınız. Mutfak tezgahı, yerler, yemek masası... Bazen köfteye bile bulaşıyor tıpkı havuç gibi. Havuç doğradığınız zaman yatak odasından bile havuç çıkabilme ihtimali var. God dammit! oraya nasıl gidiyor?
Hiç unutmam yakın bir arkadaşımla bir gün akşam yemeği hazırlıyorduk ve yoğurtlu havuç hazırlamaya karar verdik. Havuç arttı ve salataya da kullandık. Yetmedi, kalanlarını da havuç suyu yapıp içtik -sonuncusunu abartmış olabilirim, kabul ediyorum-. O akşam arkadaşımın saçından havuç çıktı. Havuç işte bu kadar sinsi bir sebze. Siz siz olun havuç ve dere otundan uzak durun.
Eliniz ıslakken dere otundan uzak durun. Elinize yapışır ve asla bırakmaz. İşte bu kadar yapışkan, yüzsüz bir ot. Eliniz kuruyunca alıp çöpe atabilirsiniz. Kuru ele de yapışmaya başladığına dair birtakım söylentiler var ama inanmak istemezsiniz. En iyisi inanmayın. Yaşayın ve görün.
Dere otu tat verir ama? söylentilerinden direk uzaklaşın. Çocuk mu kandırıyoruz? Dere otunun tadı yok. Kesinlikle işe yaramaz, gereksiz bir ot. Neden var hala anlamış değilim. Annem neden bu kadar çok seviyor hala bilmiyorum.
Bildiğim tek bir şey var ki dere otuyla olan ilişkimi yavaş yavaş noktalayabiliyorum ama bunu dış güçlere borçluyum. Artık zeytinyağlı yemeğin üstünde beni tehdit edecek dere otu yok. Onu sevmediğimi anlamış olmalı ki ayrı bir tabakta geldi bugün. İsteyen onu kolayca kullandı ve yedi.

     -Dikkat buradan sonrası dereotuna açık bir mektup-

  Sevgili dere otu,
Seninle aramız hiçbir zaman iyi olmadı, senden hep nefret ettim ve bunu sana hep göstermek için elimden ne geliyorsa yaptım. Fakat, sen benim senden ne kadar nefret ettiğimi anlamadın ve ısrar ettin. Ben baskılara dayanamayan bir insanım bunu çok iyi biliyordun ama kabul et, sorun ben değildim, sorun sendin. En başından beri sana hep açık olmaya çalıştım ama göz gerçeği değil, istediğini görürmüş. Hergün seni bir gün sevebilme ihtimalimi düşündün durdun ve bunun için hiç beni terketmedin. Ama ben sana hiç ümit vermedim. Bunu bilmene rağmen bana daha çok bağlandın. Artık zamanı geldi. Bugünkü soğukluğun kesinlikle artık beni istemediğini gösteriyordu çünkü ayrı bir tabakla masama geldin. Senin adına ne kadar çok sevindiğimi anlatamam. Artık beni aşıyorsun ve hayatına devam ediyorsun işte buna çok mutlu oldum.
  Seninde bir gün gerçekten seni seven biriyle ciddi bir ilişkin olacak,
  Bunun için ümidini asla yitirme,
  Sevgiler,
  Seni hiçbir zaman sevmemiş olan,
  Nil. 

5 Ekim 2011 Çarşamba

ÜTOPYA YA DA DEĞİL


İnsanların inandığı doğruların çoğu, birtakım -hatta hepsi- değer yargıları, gelenekler ve görenekler, aile bağları gibi kavramlar benim ilgimi çekmiyor. Hatta o kadar ilgimi çekmiyor ki bazen başıma bela açabiliyor. Ancak, benim inandığım ve "kendimce" doğruluğunu kanıtladığım bir şey var. İşte bu "şey" yüzünden inanmıyorum.
Önce doğrulardan başlamak istiyorum. Bu dünyada "doğru" dediğimiz bir şey hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Halkın çoğunluğunun kabul ettiği ve olması gerektiği bazı tezlere biz doğru diyoruz ve bu doğrulardan yasalar oluşuyor. Böylece insanlar birlikte yaşamayı öğreniyorlar çünkü bu çoğunluğun kabul ettiği "doğru"lar olmadan insan birlikte yaşayamaz. Buraya kadar katılıyorum. Ancak bu noktadan sonra ortaya çıkan bir antitez var. Çoğunluğun isteklerini uyguladığımız takdirde azınlığın isteklerini hiçe sayıyoruzdur. İnsan tek bir varlıktır ve istediğini düşünüp uygulamakta özgürdür, çoğunluğa uymak zorunda değildir çünkü çoğunluğun bazı hakları olduğu gibi azınlığın da hakları vardır ve bunu inkar edemeyiz. Eğer inkar edersek bu demokrasiden yoksun olduğumuzu gösterir. Buna karşın, iki tarafında isteklerini doğru olarak kabul ettiğimiz takdirde toplumda yine demokrasiden söz edemeyiz. Bu durumda artık benim ütopyam devreye giriyor ve istediği gibi davranabilen insanları, o toplumu düşünüyorum ve suç oranının en aza indiğini "hayal" ediyorum. Bu tabiki imkansız bir şey. İşte o zaman yine ütopyam devreye giriyor ve günlük ve küçük isteklerden bahsetmeye başlıyorum. Nedir bu küçük istekler? Herkesin istediğini yapabildiği mahalle baskısı olmayan bir bölge hayal ediyorum (ve bunu hayal ederken, büyük kriminal suçları hesaba katmıyorum). Baskılardan bahsettiğim zaman da bu beni ikinci düşünceme götürüyor: Değer yargıları.
Her toplumda değer yargıları farklıdır ama ben Türkiye'de yaşadığım için buradan yola çıkarak düşünüp ütopyamı oluşturmaya devam ediyorum. Tekrar belirtmek isterim ki değer yargılarını da ele aldığımda yukarıdaki gibi kriminal veya maximum değersizlikten bahsetmiyorum. Ne demek istediğimi hemen açıklayayım; bu ülkede cinsellik bilinçaltına itilmiş bir dürtü, insanlar cinselliğin ayıp olduğunu düşünüyor. Bu ülkede sigara içmek, alkol tüketmek yasaklanıyor, bu ülkede engellilerle "özürlü" diye dalga geçiliyor, bu ülkede insanlar cahilleştiriliyor, bu ülkenin bazı mahallelerinde kadın-erkek yan yana yürüyemiyor ve yine bu ülkede insanların cinsel tercihini seçme gibi bir lüksleri yok; gay ve lezbiyenlere kötü yola düşmüş olarak bakılıyor. Aslında bunların hepsini biz kendimiz yaptık. Burdan politikaya girmeye niyetim yok ama bahsettiğim değer yargılarına örnek vermek istedim. Şimdi benim ütopyam buradan sonra tekrar devreye giriyor; cinselliği, cinsel seçimleri aşmış bir toplum, birbirlerine saygı gösteren bir toplum. Kadın ve erkek mahallede yürüdüğünde ortaçağdan kalmış meraklı teyzelerin kafalarının basmaya başlayıp modern düşünebildiği bir ülke. İnsanların tükettiği alkol ve sigaraya karışmayan bir hükümet. Peki ben buna neden ütopya diyorum çünkü aslında bu olabilecek bir şey ki birtakım gelişmiş ülkelerde bu olağan bir şey. Buna ütopya dememin sebebi Türkiye adına konuşuyor olmam.
Gelenekleri, görenekleri ve aile bağlarını bu kısımda toplayacağım. Kısaca şöyle anlatmak gerekirse; iki kişi hayat arkadaşı oluyorlar, çocuk yapmaya karar veriyorlar ve çocuğu dünyaya getiriyorlar. Çocuğa bakmak zorundalar çünkü çocuk yapmak Onların kararı. Çocuğa ellerinden geldiğince bakmak zorundalar çünkü karar verip çocuk yapıyorlar. Çocuk doğuyor ve büyüyor, kendi kararlarını verebilecek yaşa geliyor. O saatten sonra çocuğun -ya da artık gencin de diyebiliriz- verdiği karar aileyi ilgilendirmez. Verdiği kararlara geldiğimde gelenek ve göreneklerden bahsediyorum. Aile yaşlandığında, büyüyen çocuğun kendisine bakmasını isterler. Bu haklı bir istek olabilir ama o çocuğu dünyaya getirirken herhangi bir antlaşma imzalanmadı. Çocuğa "doğmak ister misin?" diye sorulmadı. İşte çocuk, o aileye bakmak zorunda değil ya da aile bağlarını çok geliştirmek zorunda değil. Çocuk isterse kimseyle görüşmeyebilir çünkü bu onun tercihidir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki vicdan dediğimiz şey ayrıdır ama kimse ama hiç kimse o çocuktan bir şey beklememelidir. O çocuk isteyerek dünyaya gelmedi, ama eğer geldiyse de kendi kararlarını verir.
Sonuç olarak bireylerin teker teker hür, karar verme hakkına sahip ve toplumun da bunu gerçekleştirebilmeleri için ön ayak olmasını istiyorum. Yukarıda saydığım veya buna benzer değer yargılarını, hakları ele almayıp duruma daha geniş bir çerçeveden bakarsam -mesela; suç oranının olmadığını, insanın çıkarlarının olmadığını varsayarsam; yani biraz pembe gözlüklerle bakarsam- buna ütopya derim. Fakat bunları çıkartsam da çıkartmasam da Türkiye için bu saydığım ufacık gibi görünen "şeyler" aslında büyük "şeyler". O yüzden ben buna yine de ütopya demeyi tercih ediyorum.