13 Ekim 2011 Perşembe

DENİZ

Saatlerdir yoldaydık, bitkin düştük ama nihayet varabildik otelimize. Girdiğimiz andan itibaren bütün otel çalışanları peşimizde dört dönüyorlar, ölesiye yardım etmeye çalışıyorlar ve daha şimdiden, odalarımızın hazırlanmasını beklerken, bir bardak şampanya ve çikolatayı mideye indirdik bile. Seninle yaptığımız ilk tatilimiz olacak bu ve sonsuza kadar hatırlayacağız, ileride evlendiğimizde çocuklarımıza, torunlarımıza, onların da çocuklarına anlatacağımız bir sürü anımız olacak bu otelde. Daha girer girmez seziyorum bunun olacağını. İşte böyle bir atmosferi var bu küçük, sevimli butik otelin.
Ne de çok seviyoruz arkadaşlarımızı. Onlar olmadan asla diyerek hep beraber geldik buraya. Aslında hepsini ikna etmek çok da zor olmadı. Bir çılgınlık yaptık, internetten beğendiğimiz bir otel seçtik ve bum! Buradayız.
Sonunda odalarımız hazırlandı, teker teker odalarımıza çıkıyoruz. Saat daha sabahın yedisi olduğu için ve bütün bir gece direksiyon salladığımız için uyku en çok ihtiyacımız olan şey şu anda. Biraz kestirdikten sonra kahvaltıya inmeyi düşünüyoruz. Mayolarımızın üstüne pareolarımızı bağlayıp, plaj çantamızı da hazırladıktan sonra artık inmeye hazırız.
Mükemmel bir kahvaltı büfesiyle karşılaştığımız anda ne kadar da çok acıktığımız aklımıza geliyor ve yemekleri adeta saldırırcasına tabağımıza doldurmaya başlıyoruz. Sen kahvaltının yanında hep meyve suyu içersin. Bu alışkanlığın seni tanıdığım ilk günden beri süregelen bir durum; tıpkı benim her kahvaltıda bardaklarca çay içmem gibi. Elma suyunu kaptığın gibi yanıma oturuyorsun, diğer elinde de benim için alınmış bir fincan çay ve çay tabağında tonlarca şeker ile birlikte. Kahvaltımızı yapmaya başlıyoruz; kimse konuşmuyor, herkes tıkanırcasına kahvaltısına gömülmüş vaziyette. Ne zaman karnımız doymaya başlıyor işte o zaman senin açtığın sohbete teker teker katılmaya başlıyoruz.
Tıka basa yiyip masadan kalktıktan sonra, türk kahvelerimizi deniz kenarına söylüyoruz. Bir taraftan görevliye şemsiyeyi açtırmak için el işareti yapıyorum. Biliyorsun ki, güneşin altında saatlerce yatıp kavrulan insanları hiç sevmem; daha doğrusu ben hiçbir zaman öyle bir insan olamadığımı bildiğim için ve güneşe çıktığım anda kıpkırmızı kesildiğim için, bronzlaşmanın da ne demek olduğunu anlayamadığım için siz saatlerce yanmaya çabalarken ben gölgeye çekilip kitap okuyor oluyorum. Sahi ne kadar güzeldir aslında kıpkırmızı olmadan, bir kerede bronzlaşarak yanmak. Bunun tadını hiçbir zaman alamayacak olmak aslında eksiklik duygusu benim için; tıpkı asla et yemediğim için etin nasıl bir şey olduğunu bilmemenin eksikliği gibi; tıpkı senin asla araba kullanmayı öğrenememenin eksikliği gibi.
Bazı duyguları tatmadıktan, onları hissedemedikten, dokunamadıktan sonra o duygular hakkında kesin çizgileri olabilir mi insanların? Bir duygunun nasıl bir his olduğunu bilemeden yorum yapabilir mi insan? İşte herkesin; bilmediği, kendi içine sır gibi tutunmuş birtakım belirsizlikleri vardır. Bu nedenden dolayı kimsenin sadece siyah ve beyazı olmaz. Hayattaki griler, işte bu bilinmezliktir; bilinmeyen, keşfedilmeyen somut veya soyut şeylerdir.
Elimi tutuyorsun ve beni yattığım yerden kaldırıyorsun. Kuma inmek istediğini, orasının daha güzel ve eğlenceli olabileceğini söylüyorsun. Sana hayır diyebilmek mümkün mü? Hiçbir zaman mümkün olmadı. Beni sevme tarzın, ateşli ve tutkulu aşkın, her zaman düşünceli tavrınla sana asla hayır diyemedim. Senin yanında kendimi, benliğimi kaybediyorum. Aslında bundan hiçbir zaman da şikayetçi olmadım, çünkü; bu benim yaşama şeklimdi. Seninle beraberken senden öyle bir güç alıyorum ki, yanında kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki, sanki sen yanımdan uçup gittiğin anda karanlığa gömülüp gidecekmişim gibi bir his kaplıyor içimi adeta. Beni kuma çağırdığın anda ne yapmak istediğimi unuttum ve sana koştum; tıpkı her zaman yaptığım gibi.
İki tane şezlong bulabiliyoruz sonunda ve bir de şemsiye. Sen, tam olarak uzanmadan oturma pozisyonuna geçmeyi tercih ediyorsun. Kumlarla oynamayı oldun olası sevdiğini biliyorum. Ben nefret ederim. Ama bunun hiçbir önemi yok. Sen ayakların kumdayken mutlusun ve ben bütün bedenim şezlongun üzerinde mutluyum. Derken konuşmaya başlıyoruz, beni ne kadar çok sevdiğini, benden asla vazgeçemeyeceğini söylüyorsun. Her seferinde sözüne inanıyorum; belki de duymak istediğim sözlerin hepsini sırayla bana söylediğin için senden hiçbir zaman kuşku duymamışımdır. Yine öyle yapıyorum. Sana sarılıyorum. Derken bir anda patlayıveriyorsun; KAHVEM HALA GELMEDİ. Bu patlamalarına o kadar çok alıştım ki, ani sinir krizlerin, öfke kontrolü yoksunluğun, gözünün hiçbir şey görmemesi, hatta bana bile bazen tokat atacakmışsın gibi hissediyorum. Tersine, bir o kadar da çabuk sönüyor alevlerin. Sendeki bu hızlı değişime aşığım ben. Beni, bizi besliyor.
Kahvelerimiz geliyor, denizin kıyıya vuran sesi, cıvıl cıvıl kuş sesleri, denizde top oynayan çocukların ciyaklamaları, bebek ağlamaları, genç bir grubun kahkaha sesleri, arkadan gelen Edith Piaf müziği... Hepsi bir ahenk, hepsi bir bütünlük oluşturuyor zihnimde. En önemlisi bu ahengin içinde sen de varsın. İşte ben şu anda dünyanın en mutlu insanıyım.
Yavaş yavaş öğlen sıcaklığı etkisini kaybediyor; ama hala akşamüstüne hazır değiliz. İnsanlar hala denize giriyor, iskeleden atlıyor, güneşleniyor, hafif atıştırmalıklar ile ağızlarını oyalıyorlar. Önümüzdeki şezlonglar boşalır boşalmaz bana öne geçme teklifi sunuyorsun; hemen kabul ediyorum. Denizin tam önündeki şezlonglar bunlar. Dalgaların sesini daha net duyabiliriz artık.
İşte yine bir kriz anı daha! Soğuk birer içki almaya gittikten sonra, şezlongumuza döndüğümüz an havlularımızın yok olduğunu görüyoruz. KİM ALMIŞ OLABİLİR? KİM ALDI BU HAVLULARI? LANET OLSUN BANA HAVLUMU GERİ VERİN. HEPİNİZDEN NEFRET EDİYORUM SİZİ BEYİNLERİ ÇALIŞMAYAN HIRSIZLAR. GEBERİN GİDİN BU DÜNYADAN. BÖYLECE REFAH DÜZEYİMİZ GİTTİKÇE YÜKSELİR. SİZİN GİBİ ASALAKLARDAN KURTULMUŞ OLURUZ SİZİ PİÇLER.
Aynen bu cümleleri bağırarak tekrar ediyorsun. Bu sefer daha da heyecanlanıyorum. Aslında tanıştığımız andan beri ne kadar çok sinirlendiysen, ben de o kadar fazla miktarda stres olmuşumdur. Günden güne bu öfke haline alışacağıma, tam tersine daha da korkuyorum. Aslında tam olarak korku da denemez bunun ismine. Tarif edilemez bir şey.
Ve işte arkadaşımız elinde bizim havlularımızla görünüyor karşıda. Meğer bizi göremeyince merak etmiş, acaba unuttuk mu diye yanına almaya karar vermiş. Eğer geldiğimizi görürse geri getirecekmiş ve nitekim de öyle oldu. Yine yerin dbine geçiyorsun. Binlerce kez özür diliyorsun, yanlış anladığını söylüyorsun ama her seferinde bu kadar utanmana gerek yok. Hele ki bizim kendi dostlarımızdan. Çünkü onlar da senin nasıl biri olduğunu biliyorlar ve seni böyle kabul ettiler.
İçkimi bitiriyorum. Son yudumuna geldiğimde yaptığım shot, içkinin ne kadar sert olduğunu bir kez daha anlamama sebep oluyor; yüzüm buruşuyor. İçme şu ağır viskiyi, eline hiç yakışmıyor diyorsun. Oysaki bence bir kadının eline yakışan en güzel içkidir viski. Özgürlüğü, kendine güveni, ağırbaşlılığı ve asaleti simgeler bana göre. İtiraf edemiyorsun ama beni ilk gördüğün gün, yanıma gelip de benimle tanışmama sebep olan şey, o gün elimde duran sayısız içtiğim viskilerdi.
Denize girmeye karar veriyorum. Geldiğimden beri sana o kadar çok dalmışım ki, suya girmeyi atladığımı farkediyorum. Pareomu ve üzerimdeki bluzumu çıkartıyorum. Bedenim bikinim ile adeta çırılçıplak. Bana bakıyorsun ve beni o anda arzuladığını anlıyorum. Sanki bikinimden daha ötesini de görüyor gibisin. İçimden "bu isteğini yerine getireceğim ama odamıza gittiğimizde" diye geçirirken buluyorum kendimi. Daha sonra güneş gözlüklerimi çıkartıyorum, saçımdaki tokayı çözüyorum ve upuzun sarı saçlarım omuzlarıma, oradan da belime düşüyor. Suya ayağım, daha sonra bacaklarım, daha sonra kasıklarım, daha sonra göbeğim giriyor. Balıklama dalmak istiyorum ama bu kadar güzel bir denizin tadını yavaş yavaş çıkarmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Daha sonra göğüslerim giriyor suyun içine, daha sonra boynum ve nihayet kafam ve en son saçlarım. Dalıyorum suya, kendimden geçiyorum; aklımda sen...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder