16 Ekim 2011 Pazar

HER ZAMANKİ AMA HİÇBİR ZAMANKİ TATİL


     Okullar kapandığı gibi bütün finallerime girerek ve okulla ilgili bütün uğraşlardan kurtulduğum gibi bavul hazırlamaya koyuldum. Neredeyse haziran ortasına gelmiştik ve bu sene Bodrum için çok geç kalmıştım bile. Babamın arkadaşı beni her gün arıyor, biletimi alıp almadığımı, gelmeye hazır olup olmadığımı, orada sezonun çoktan açıldığını ve her sene olduğu gibi bu sene de işi bilen birine -yani senelerdir her yaz onun butik otelinde çalıştığım için bana- ihtiyaçları olduklarını söyleyip duruyorlardı.
     Babamla arkadaşı senelerdir dostluklarını sürdürmeyi başarmış, evlendiklerinde bile her haftasonu beraber yemeğe -ya da en azından bir kahve içmeye- çıkmayı asla atlamamışlardı. Ne yazıkki, ben dünyaya geldikten ve kardeşim de benden beş sene sonra doğduktan sonra Mürsel Amca ve karısı hala çocuk yapmak için uğraşıyorlardı. Seneler var hala deniyorlar fakat dünyanın dört bir ucuna gittikleri doktorlar bile aynı şeyi yineliyorlardı: Çocukları olmayacaktı çünkü Esma Teyze -Mürsel Amcamın karısı- hamile kalamıyordu. Onlar da beni kendi çocukları gibi benimsemişlerdi ve iki tane ailem olduğu için kendimi çok şanslı hissediyordum. İşte ben de her sene çocukluğumdan beri onların Bodrum'daki butik otelinde gider kalırım. Ancak, büyümeye başladığımda bunun karşılığında onlara yardım etmemin gerekli olduğunu ve bunun yakışı kalacağını öğrenmeye başlamıştım.
     Bir gün yine bir yaz tatilinde Bodrum'dayken Mürsel Amcama bu konuyu açmak istedim. Artık sadece tatil yapmak istemediğimi, onlara bazı konularda yardım etmek istediğimi -özellikle mutfak konusunda çok başarılıydım- söylediğimde, önceleri kesinlikle olmaz, burası senin de otelin sayılır gibi bir azar işitmiştim. Daha sonraları bu işi yapmayı çok istediğimi, bana bir şans vermesinin beni çok mutlu edeceğini belirttiğimde ise birkaç gün düşündükten sonra kabul etti. İşte ben de üç yazdır -üniversiteye başladığımdan beri- bu küçük ve tatlı otelde mutfak işlerine yardım ediyorum, bazen barmenlik yapıyorum, otele gelip kalan benim yaşlarımda bir sürü gençle arkadaş oluyorum ve çoğu zaman da -özellikle akşamları- onlarla eğleniyorum.
     Böylece yeni bir Bodrum macerası beni bekliyordu ve ben bavullarımı hazırlamak için eve koşmuştum. Hemen babama telefon açarak bütün dersleri verdiğimi artık Bodrum için hazır olduğumu söyledim ve bana bir uçak bileti almak için onun akşam eve gelmesini bekledim. Her sene oraya gitmeme rağmen bu sene içimde çok garip duygular vardı. Aslında oraya biraz da rahatlamak ve kafamı dağıtmak için de gitmek istiyordum. Benim için çok değerli birinden daha yeni ayrılmıştım ve biraz tatil ve çalışma hiç de fena olmayacaktı. Ayrıca, biraz kendi ortamımdan da uzaklaşmak ve yeni insanlar tanımak, yeni ilgi alanları keşfetmek, yeni düşüncelerle tanışmak çok güzel bir fikirdi. Üstelik de en sevdiğim mevsimde.
     Uçağa bindiğimde heyecanın üç kat daha arttı. Bütün bir kış mevsimi ve okul zamanı boyunca gelmesini iple çektiğim zaman için sadece birkaç saat kalmıştı. Kulaklıklarımı taktım, en sevdiğim şarkıları shuffle'a koydum ve işte uçuşa hazırdım.
     Gözlerimi açtığımda havaalanına iniş yapmıştık bile. İnsanlarla beraber ben de uçaktan inmek için hazırlandım. Valizlerimi almak için alana doğru yürürken bir taraftan da babamı arıyordum. “İndiğin zaman hemen beni ara” demişti. Ben de isteğini yerine getirmek üzere telefonu elime aldım ve numarayı çevirdim. Aynı süre de bavulumu da görmüştüm ve hemen kaptığım gibi kendime çektim. Üç ay kalacağım için iki tane bavul yapmıştım ve ikisi de kocaman, birbirinden ağırdı. Neyseki sürükleme yeri de vardı ki, böylece ikisini elimde taşımak zorunda kalmayacaktım. Sadece yerde sürüklemeliydim, o da çok zor bir olay değildi.
     Dışarı çıkar çıkmaz Mürsel Amcamı gördüm; beni karşılamaya gelmişti. Hemen birbirimize sarıldık, özleşmiştik. Hemen elimden bavulları aldı ve arabaya yükledi. Havaalanı Bodrum'a oldukça uzaktı ve özellikle bizim kaldığımız yer oranın diğer ucundaydı. Yine de yol boyu konuşup hasret giderdiğimiz için otele çabuk varmıştık. Garaja girer girmez tanıdığım simalarla karşılaştım. Bu kişiler de yıllarca bu otelde çalışmaya devam eden ve hepsi de çok tatlı birbirinden iyi insanlardı. Mürsel Amca hiçbirini ayırt etmez hepsine çok iyi davranırdı. Onların arasındaki bağ artık patron- işveren olayından çıkmış, ağabey-kardeş ilişkisine dönüşmüştü. Hemen Egemen Abi, bana odamı gösterdi, bavullarımı boşalttıktan sonra biraz deniz kenarına gidip yorgunluğumu atmam için dinlenmem gerektiğini söyledi. İşe yarın başlayacaktım böylece.
     Hemen bavulumu dolabıma yerleştirdim, bikinilerimi giydim ve plaj çantamı hazırlayarak dışarıya çıktım. Bana çok güzel bir menü hazırlamışlardı, karnımın aç olduğunu tahmin eden Mürsel Amca bugünün menüsünü günler önceden hazırlamış ve tüm yemeklerin benim en sevdiğim yemekler olması gerektiğine özen göstermişti. Bir kere daha teşekkür ederek masaya oturdum. Yemeklerin hepsi birbirinden güzel görünüyorlardı; hangisinden başlamam gerektiğine karar veremiyordum. Pesto soslu penne, domates çorbası -sadece bu çorbayı yaz kış içebilirdim- zeytinyağlı sos ve yanında çıtır ekmekler, zeytinyağlı fasulye, ızgara köfte tabağında püre, yoğurt ve salata... Hepsini silip süpürdükten sonra üstüne bir de çay içtim ve karnım patlamaya hazır bir bomba gibiydi.
     Bir saat dinlendikten sonra, yüzmeye hazırdım. Kendimi iskeleden denize doğru attım. Denizin ortasında tekneleri ve yüzen insanları ayıran bir ip vardı. Bu, her sahilde olması zorunluydu çünkü bu ipin sayesinde kazalar engelleniyordu. Ben de iplere kadar iki kere gidip geldikten sonra denizden çıktım. Biraz güneşte kuruduktan sonra gölgeye geçerek, kitabımı okumaya karar verdim. Saat akşamüstü altı olmuştu. Deniz iyice dalgalanmıştı, bazı insanlar korkup çıkmışlardı bile. Ben de çantamı alıp bir mutfağa da göz atayım derken onu gördüm; iskeleye doğru yürüyordu. Dağınık sarı saçları, çok uzaktan bile farkedilen masmavi cam gibi gözleri, bembeyaz teni ve omzuna attığı havlusuyla bana doğru geliyordu. Yanımdaki boş yere havlusunu fırlattığı gibi üstündeki t-shirt'ünü çıkardı. Onu da havlusunun yanına koyarak denize balıklama atladı. Bir dakika bile tereddüt etmeden hemen onun arkasından ben de denize atladım. İplere doğru yüzüyordu. Ben de arkasından gitmeye karar verdim. İplere vardığımda beni izlediğini farkederek ona doğru gülümsedim.
     -Bu kadar çok dalgalı bir deniz Türkiye'de başka yerde görmemiştim. Bu dalgada ipe yüzecek kadar cesaretli bir kızı da daha önce hiç görmemiştim, dedi ve o da bana gülümsedi. Ne diyeceğimi bilemeden teşekkür ederek kıyıya yüzmeye başladım. Merdivenlerden iskeleye çıktığımda arkama dönüp baktım. Hala iplerdeydi; dalıyor, çıkıyor, dalgalarla oynuyordu; denizden çıkana kadar onu izledim. Hayatımda bu kadar yakışıklı, bu kadar tatlı gülen birini daha önce hiç görmemiştim. Aslında kendime de şaşırmıştım. Daha önce hiçkimsenin arkasından gitmemiştim, özellikle yapacağım işi bırakarak. Ondan çok etkilendiğim doğruydu. O denizden çıktığında ben de kurumuştum ve çantamı alıp mutfağa göz atmak için ayağa kalktım.
     Mutfakta herkes bana sarılıyor, “Hoş geldin” diyordu. Bu akşam izinli olduğumu söyleyip durdular.                    Gerçekten de iş benim için yarın başlayacaktı. Ben de odama çekildim, duşumu aldım, akşam yemeği için hazırlandım ve bara indim. Barmen hala aynı çocuktu. O da küçüklüğünden beri burada çalışıyordu ve beraber büyüdük diyebilirim. Yunus beni görünce hemen bana sarılmak için davrandı. Hemen kahvelerimizi yaptı, hasret giderirken karşılıklı içtik. Yine okullarımızla ilgili şikayet ederken onu gördüm. Bu sefer üzerinde vücuduna mükemmel yakışmış bir siyah pantolon, üzerinde beyaz baskılı bir t-shirt, ayağında siyah Superga ayakkabıları vardı. Saçları yine sabahki gibi dağınıktı ama onu çekici yapan sanırım o altın sarısı dağınık saçlarıydı. Hemen Yunus'a döndüm ve çocuğu işaret ederek tanıyıp tanımadığını sordum. İsmini bilmediğini fakat üç gündür burada tek başına kalan bir müşteri olduğunu söyledi. Hatta, akşam yemeğe inmesine şaşırdığını, üç gün boyunca hiçbir akşam burada yemek yemediğini de belirtti. O akşam Yunus'la beraber yemek yemek için barda kaldım. Herkes odasına çekildikten sonra da hazırladığı içkilerle hafif çakırkeyif olup odalarımıza döndük.
     Sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yaptım ve mutfağa girdim. Aslında çalışma saatlerim çok esnekti ama benim erken kalkmamın sebebi akşamüstü gibi tüm işlerimi bitirip iskelede yine onu beklemekti. Otelin mutfağı diğer otellere göre çok farklıydı. Etrafında duvar değil, cam vardı. Böylece bütün müşteriler içeride neler yaptığımızı görebiliyordu. Ben iskeleye en yakın taraftaki tezgahı istemiştim, zaten orası boş olduğu için de bir sorun çıkmadan hemen istediğim oldu. Kahvaltıları hazırladıktan ve masalara götürecek garsonların alacağı tezgaha dizdikten sonra tekrar tezgahıma geri döndüm. Salata malzemelerini yıkadım, öğlen menüsü için yapılacak zeytinyağlı sebze yemeklerinin sebzelerini yıkadım, doğradım. Patates, soğan, biber, domates de doğradıktan sonra zaman neredeyse öğleni geçmişti; saat ikiye geliyordu. Çok hızlı çalışmıştım, yemekleri ocağa koyan aşçı benden ivedilikle maydonozların doğranmasını istedi. Hemen kasada duran maydonozları kendime doğru çektim ve ilk tutamı elime aldım. İyice yıkadım. Tahtamı ve bıçağımı da elime aldıktan sonra başladım doğramaya. Bir taraftan da önümdeki camı açıyordum. Hava iyice sıcak olmaya başlamıştı bile. Camın önünde duruyordum ve hafif bir esintinin gelmesini bekliyordum çaresizce, bir taraftan da maydonozları keserek. Elim bıçak işlerine çok yatkındı. Şefimiz bile buna inanamıyor, bütün aşçılara taş çıkartırsın valla diyerek beni övüyordu.
    Ben tüm bu işlerle meşgulken kafamda bir ses duydum. Ses benden bir bardak su istiyordu. Daha bir gün önce duyduğum sese çok benziyordu. Kafamı kaldırıp da sesin çıktığı kişiye baktığımda yine onu gördüm. Ve yine altın rengi saçları dağınıktı. Ve yine masmavi gözlerinin içi gülüyordu. Barı işaret ederek, burasının mutfak olduğunu, buradan müşterilere su verilmediğini, dilerse bardan alabileceğini söyledim. Teşekkür etti ve özür dileyerek bara doğru yürümeye başladı. O gittikten sonra işimi o kadar hızlı bitirdim ki, hemen mutfaktan çıkıp kendimi iskeleye attım.
     O da oradaydı. Benim geldiğimi görünce kafasını olduğum tarafa çevirdi. Hemen üstümdekileri çıkardım ve denize atlamaya karar verdim. Mutfakta çok yorulmuştum ve terlemiştim. Hemen dünkü yaptığım gibi iskeleden balıklama atladım ve durmadan iplere yüzdüm. Oraya ulaştığımda yüzümü iskelenin olduğu tarafa doğru döndüm ve onun da bana doğru yüzdüğünü gördüm. Heyecanım her geçen saniye daha da fazla artmaya başlıyordu. En sonunda o da iplere ulaşıp yanımda durdu.
     -Burada çalıştığını bilmiyordum, dedi. Ben de ona Mürsel amcadan bahsettim, istediğim için çalıştığımı belirttim ve aslında bana konukmuşum gibi davranıldığını da eklemeden geçmedim. Etkilenmiş gibi gözlerimin içine bakıyordu. Sonra bir anda akşam için programım olup olmadığını sordu. “yok” diyerek soracağı teklifi bekledim.
     -Akşam belki Bodrum'a ineriz, bir şeyler yeriz, dedi. Bu teklifi asla reddedemezdim. Tabiki de olur, diyerek konuşmayı bitirdim. Şimdi yapmam gereken tek şey akşam için ne giyeceğime karar vermekti.
     Odama döndüğümde bir sürü kıyafet denedim, çıkardım, tekrar giydim. Akşam sekizde lobide buluşup öyle çıkacaktık. Yarım saat kalmıştı ve ben daha hiçbir şeye karar verememiştim. En sonunda siyah şort, beyaz askılı bluz ve geçen sene buradan aldığım Bodrum sandaletlerimde karar kıldım. Ellerime siyah oje sürdüm, yüzüklerimi taktım, saçımı açık ve dalgalı bıraktım. Hafif bir makyajdan sonra çantamı da kaparak odadan çıktım.
     Aslında beş dakika erken çıkmıştım. Lobiye yürürken Yunus'a bunu söylesem mi diye düşündüm ama onun gelmiş olduğunu görünce hemen vazgeçtim. Bu akşam üzerinde kot vardı, üstünde siyah bir t-shirt ve yine dün giydiği siyah Superga ayakkabıları. Saçları yine dağınıktı ve gözleri yine cam gibiydi. Onu her gördüğümde daha da çok etkileniyordum. Özellikle bana gülümsediğinde onun kadar yakışıklı biriyle daha önce tanışmadığımı düşünüyordum. Yine bana doğru gülümsedi. Elimi sıktı ve yanağımdan öptü, hazır olup olmadığımı sordu. Böylece otelden çıktık.
     Bodrum'a indiğimizde bildiği çok güzel bir restoran olduğunu söyleyerek beni oraya götürdü. Siparişlerimizi verdikten sonra sohbet etmeye başladık. O kadar iyi anlaşmıştık ki, buna ben bile şaşırmıştım; hatta o bile şaşırmış gibiydi. Bütün zevklerimiz aynıydı, o da benim gibi yemek yapmaya bayılırmış, en sevdiği spor tenismiş ve uzun yıllardır oynuyormuş. Annesini iki sene önce trafik kazasında kaybetmiş, tıpkı benim de annemi iki yıl önce kanserden kaybetmem gibi. En şaşırdığımız kısım doğumgünlerimizin aynı gün olduğunu öğrendiğimiz kısımdı sanırım. Gerçi o benden bir sene daha büyüktü fakat yine de aynı gün doğmamız beni şok etmişti.

-İstanbul'dan mı geliyorsun?
-Evet, sanırım sen de İstanbulda oturuyorsun?
-Annemi kaybettikten sonra yurtdışına taşındık, iki senedir Hollanda'da yaşıyorum. Üniversiteye orada tekrar başladım. Babamla beraber kendimize buradan uzak bir hayat kurduk fakat ben burayı yine de özlüyorum. O yüzden tatillerde tek başıma da olsa atlayıp geliyorum.
-...
-Tabiki sürekli gelemiyorum. En fazla yılda bir kere gelebiliyorum. Bodrum'dan önce İstanbul'daydım. Eski arkadaşlarımı gördüm, şimdi de buradayım. Bodrum'da yazlığımız vardı. Annem öldükten sonra sattık. Bir daha da gelmemeye karar verdik. Ancak ben dediğim gibi çok özlüyorum. Babam artık buradan nefret ediyor.
-Sizin için üzüldüm, ama kaçmak ne kadar mantıklı?
-Hiç mantıklı değil haklısın, ama sen de anlarsın; bazı şeyler çok zor.
-Evet, anlıyorum.

     Bu konuşmadan sonra iyice moralim bozulmuştu. İlk görüşte hoşlandığım çocuğu bir daha göremeyecektim. Üstelik birkaç gün sonra da döneceğini söylemişti. Artık o dakikadan sonra hiçbir şekilde iyi olamadım. Ne vardı kalsaydı bütün yaz burada? Hem belki o da çalışırdı benim gibi? Ben Mürsel Amcamı ikna ederdim, benim mutlu olduğumu görse hemen düşünmeden izin verirdi. Ancak gitmeyi kafasına koyduysa bunu değiştiremezdim tabiki. İşte bu soru işaretleriyle otele geri döndük ve odalarımıza çekildik.
Sabah daha da erken uyandım. Onunla daha fazla zaman geçirebilmek için işlerimi daha da erken bitirmek istiyordum. Nitekim de öyle yaptım. İskeleye vardığımda o da yeni geliyordu. Hemen beni gördü ve yanıma oturdu. Biraz sohbet ettikten sonra denize girmeye karar verdik. Hazırlanıp iskeleden balıklama atladıktan sonra iplere kadar yüzdük. Dinlenirken de sohbete başladık.

-Dün gece çok eğlendim, teşekkür ediyorum. Fakat, adını bile bilmiyorum.
-Ne kadar aptalım. İsmim Bora.
-Benimki de Mine, tekrar memnun oldum.
-Çok güzel bir ismin varmış. Tıpkı yüzün gibi. Çok güzel bir kızsın, aslında seni ilk gördüğüm saniyeden beri senden çok etkilendiğimi söylemeliyim.
     Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece bana doğru yaklaşmasına ve beni öpmesine izin verdim. İçimden ağlamak geldi, bağırıp kendimi parçalamak geldi. Onu kaybetmek istemiyordum. Kendimi çok fazla kaptırmamalıydım.

     Bu saatten sonra artık sevgili gibiydik. Sürekli beraberdik, her akşam merkeze inip kendimizden geçercesine eğleniyorduk ve sabaha karşı dönüyorduk otele. Ben hiç uyumadan bütün işlerimi bitiriyordum sadece sahilde onunla beraber birkaç saat kestirdiğim zamanlarda ve akşamüstü odama hazırlanmak için döndüğümde birkaç saat kestirdiğim vakitlerde dinlenebiliyordum. O gidene kadar her günümüz böyle geçti. Ancak, artık bu sabah veda etme zamanı gelmişti.

-Seni arayacağım, benim için değerlisin.
-Gitmek zorunda mısın?
-Babamı yalnız bırakamam, hala iyileşemedi.
-Bana arada sırada kart atmayı unutma.
-Belki Hollanda'ya gelirsin, seni gezdiririm.
-Belki...
-Ben İstanbul'a geldiğimde de sen bana oraları gezdirirsin.
-Olur.
-Hoşçakal!
-Güle güle.

     O gittikten sonra her gün benim için işkence gibi geçti. Üç ay bitmeyecek sandım. Bana birkaç kere mesaj atmıştı, birkaç kere de aramıştı ama yurtdışıydı işte. Ulaşım zordu. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin her şey yine de zordu. İstanbul'a döndükten sonra ona üzerinde boğaz köprüsü olan bir kart attım, arkasına da “İstanbul'u özlediğinde bakman için” yazdım. Okullar da yavaş yavaş açılmıştı. Kayıt işlemleri, ders seçimleri derken dersteydim bile. Havalar birden soğumuştu ve çok mutsuzdum. Kıştan nefret eden biri için sonbahar yaşamadan direk kışa geçmek çok büyük bir işkenceydi. Akşam eve gittiğimde hava durumunu izledim ve yarından itibaren tekrar yaz havasına kavuşacağımızı müjdeleyen bir haber sunucusu ve yüzünde kocaman bir gülümseme gördüm. Tam o sırada telefonuma gelen mesajı açıp okumaya başladım: “Son senemi İstanbul'da bitirmeye karar verdim, bütün bir yaz boyunca bu işlerle uğraştım, sınava girdim ve burada okuduğum okula denk bir okula kaydımı aldırdım. Yarın sabah oradayım: Sürpriz!”
     Yarından itibaren neden tekrar yaz havasına gireceğimize bir türlü anlam veremeyen ben bu mesaj ile sebebini anlamıştım. Benim için yaz gelmişti bile ve artık hiç kışım olmayacaktı. İnanılmaz mutluydum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder