18 Kasım 2012 Pazar

EŞİTLİK, FARKLILIK/ÇEŞİTLİLİK VE ÇOKLU KAMULAR

Habermas'ın burjuva kamusal alanının tek kamusal alan olma iddiasında bulunduğunu hatırlayarak başlayalım. Habermas'ın anlatısının arkasında, bizzat burjuva kavrayışında olduğu gibi, değer yargısı içeren varsayım yatmaktadır: "Kamusal yaşamın kuramsal yapısının tek kamusal alan içinde sınırlanması olumlu bir durum iken, kamuların çeşitliliğindeki çoğalma demokrasiye doğru bir ilerleme olmaktan çok, ondan ayrılışı temsil eder." Bu bölümde iki modern toplum, yani tabakalı toplumlar ve eşitlikçi, çokkültürlü toplumlarda, tekil, kapsayıcı kamusal alanlarla çoklu kamusal alanların birbirlerine karşı görece üstünlükleri ele alınacak.

Önce tabakalaşmış toplumlar: Bu tür toplumlarda kamusal tartışma ve müzakere süreçlerine tam bir katılım eşitliğinin olanaksız olması durumu vardır. Bu ideale en çok yaklaşacak kamusal yaşam biçimi nedir? Hakim ve bağımlı gruplar arasında varolan uçurumu, katılım eşitliği açısından daraltmada en çok hangi kurumsal düzenlemeler yardımcı olur?

Tabakalı toplumlarda, rakip kamular çoğulluğu içindeki mücadeleyi yerleştiren düzenlemelerin, katılım eşitliği idealini daha fazla teşvik edeceğini ileri sürüyorum. Kamusal alandaki müzakere süreçleri hakim grupların lehine, bağımlı grupların aleyhine olarak gelişiyor. Toplumsal eşitsizliğin etkileri, yalnızca tek ve kapsayıcı bir kamusal alanın bulunduğu yerde şiddetlenecektir. Bu durumda, bağımlı grup üyelerinin kendi gereksinim, hedef ve stratejileri hakkında kendi aralarında müzakerede bulunabilecekleri herhangi bir alanları bulunmayacak; bu grupların, egemenlerin denetim altında olmayan bir iletişim sürecine girişecekleri yerleri olmayacaktır. Böylece bağımlı gruplar, çoğul kamular düzenlemesinin olduğu duruma nazaran düşüncelerini ifade edecek doğru sesi ve sözcükleri bulmada çok daha az şanslı olacaklar; kendi isteklerini gelişkin kılmaktan çok daha fazla alıkonulacaklardır. Sonuç olarak bu koşullar bağımlı grupları, daha güçsüz olanları, daha güçlü olanı yansıtan sahte bir biz içinde eritecektir.

Revizyonist tarih, bağımlı grup üyelerinin alternatif kamular oluşturmayı tekrar tekrar kendi yararlarına bulduklarını kaydetmektedir. Bu alternatif kamuları, madun karşı-kamular olarak adlandırmayı öneriyorum; çünkü bağımlı toplumsal grup üyeleri, kendi kimlik, çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif yorumlar formüle etmelerine izin veren karşıt-söylemler türetip bunları yayarlar. Egemen kamular içindeki dışlamalara tepki olarak bu tür karşıt-kamuların ortaya çıkması, söylemsel alanın genişlemesini hızlandıracaktır. Bu durumda ilke olarak önceleri tartışma dışı olan önkabuller, artık kamusal olarak tartışılmak zorunda kalacaktır, söylemsel mücadele alanları genişleyecektir.

Ayrılıkçılık meselesi: Karşıt-kamu kavramı uzun vadede ayrılıkçılığa karşı işleyen bir tavrı içerir çünkü kamusalcı bir yönelimi vardır. Bunlar kamu olabildikleri sürece ayrı birer cep olarak kalmayıp kendi istekleri dışında birer cep haline gelirler. Bir kamunun üyesi olarak söylemsel etkileşimde bulunmak, kendi bireysel söylemini giderek genişleyen alanlara yaymak demektir. Habermas, bir kamunun kendi olgusal dışavurumu ne kadar sınırlı olursa olsun, üyelerinin kendilerini potansiyel olarak daha geniş bir kamunun parçası olarak algılayacaklarını belirtmiştir. Önemli olan nokta, tabakalı toplumlardaki madun karşıt-kamuların ikili bir karaktere sahip olmalarıdır. Bunlar, bir yandan geri çekilme ve yeniden gruplaşma alanları olarak işlev görürken, diğer yandan, daha geniş kamulara yönelik ajitatif etkinlikler için bir üs ve eğitim zemini olma işlevini de üstlenmektedirler. Zaten bu alanların özgürleştirici potansiyeli de tam bu 2 işlev arasındaki diyalektikte yatar. Bu diyalektik ilişki, madun-karşıt kamulara, tabakalı toplumlarda hakim toplumsal grupların kullandığı katılım ayrıcalıklarının yol açtığı haksızlığı tümüyle yok etme olanağı vermese de dengeleme yeteneği sağlar. 

Rakip kamular arasındaki mücadele, kamu içi söylemsel etkileşimin varlığını da varsayar. Geoff Eley, kamusal alanı, tabakalı toplumlarda, birbirinden farklı kamular arasında kültürel ve ideolojik mücadelenin ya da anlaşmak için müzakerenin gerçekleştiği yapılanmış ortam olarak düşünmemizi önerir. Bu formülasyon, değişik kamuların varlığını tanıyarak, katmanlı toplumlardaki kamusal alanlar çokluğunun hakkını teslim eder.

Eşitlikçi ve Çokkültürlü Toplumlar: Eşitlikçi toplumlar, cinsel ya da ırksal işbölümüne yer vermeyen sınıfsız toplumlardır. Bu toplumların kültürel açıdan homojen olmaları gerekmez. Tersine, bu toplumlar ifade ve örgütlenme özgürlüğüne izin verdikleri ölçüde, çeşitli değerleri, kimlikleri ve kültürel üslupları olan toplumsal grupları barındıracak ve dolayısıyla da çokkültürlü olabileceklerdir. Bu toplumlarda, tekil ve kapsayıcı bir kamusal alan, çoklu kamulara tercih edilebilir mi?

Burjuva kavrayışının aksine, kamusal alanlar yalnızca söylemsel fikirlerin oluşum ortamları değil, aynı zamanda toplumsal kimliklerin oluşum ve gerçekleşme alanlarıdır. Katılım, kendi sesinle konuşabilmek, dolayısıyla da kendi kültürel kimliğini kendi deyiş ve üslubunu kullanarak aynı anda hem oluşturup hem de ifade etmektir. Kamusal alanlar daha çok kültürel açıdan spesifik kurumlardan oluşurlar. Bu kurumlar, çerçevesini çizdikleri söylemleri süzüp dönüştüren, kültürel açıdan özgül retokrisel mercekler olarak anlaşılabilirler yani; bazı ifade tarzlarını barındıracak, diğerlerini barındırmayacaklardır. (yani birtakım alt kurumlar var ve bu kurumlar spesifik yani; hepsinin bir alanı var ve söylemler bu spesifik kurumlara göre ayrıştırılıp süzülüyor, ifade tarzlarını ayrıştırıyor.)

Sonuç: Eşitlikçi, çokkültürlü toplumlardaki kamusal yaşamın sadece tekil ve kapsayıcı bir kamusal alandan ibaret olamaz çünkü; böyle bir durum, birbirinden değişik retokrisel ve üslupsal normların tek ve kuşatıcı bir mercek aracılığıyla süzülmesi demektir. Üstelik, kültürel açıdan tamamen nötr olan böyle bir mercek olamayacağından, kültürel gruplardan birinin ifade normları diğerleri karşısında fiilen ayrıcalık kazanacak ve böylece de söylemsel asimilasyon kamusal tartışmalara katılımın bir koşulu haline getirilmiş olacaktır. Bu durumda sonuç; çok kültürlülüğün sonu olur. Şu halde genel olarak eşitlikçi ve çokkültürlü bir toplum fikrinin ancak ve ancak farklı değerlere ve retokrilere sahip grupların katıldığı kamusal alanların çoğulluğunu veri olarak almamız koşuluyla bir anlam ifade edeceği sonucunu çıkarabiliriz.

Buna karşılık bu sonuç, bu tür toplumlarda birbirinden farklı kamulara ait bireylerin kültürel çeşitliliği, daha ortak bir platformda konuşmaya girmelerini sağlayacak daha kapsayıcı bir kamusal alanın bulunması olasılığını dışlamaz. Yani çeşitli kamuların yanında bir genel kamu da olabilir.

Genel olarak, katılım eşitliği idealini, çoklu kamuların tek bir kamudan daha iyi başarabileceği nettir.

NANCY FRAZER

SERBEST ERİŞİM, EŞİT KATILIM VE TOPLUMSAL EŞİTLİK

Habermas'ın burjuva kamusal alan anlayışına ilişkin yorumu, bu alanın herkese açık ve erişilebilir olma iddiasını vurgular. Tabii ki bu erişilebilir olma iddiasının olgusal olarak gerçekleşmediğini biliyoruz. Plepyen erkekler mülkiyet özellikleri nedeniyle dışlanırken, genel olarak kadınlar toplumsal cinsiyet statüsü temelindeki resmi politik katılımdan dışlanmışlardı. Etnik nitelikleri ırksallaştırılmış kadın ve erkekler de ırksal temellerde dışlanmışlardır. Bu dışlamalar ilke olarak aşılabilir olduklarından dolayı, serbest erişme ideali etkilenmeden kalır. Serbest erişim meselesi, formel dışlamaların varlığı ya da yokluğu meselesine, değerini kaybetmeksizin indirgenemez. Yani formel dışlamaların yanında içerici (kapsayıcı) olan kamusal alanlardaki söylemsel etkileşim sürecine de bakmalıyız. Burada burjuva kamusal alan anlayışının statü eşitsizliklerini paranteze almalıyız. Bu kamusal alan, katılımcıların doğumdan ve servet farklılıklarından kaynaklanan özelliklerini bir tarafa bırakarak, birbirleriyle sanki toplumsal ve ekonomik olarak denklermiş gibi konuştukları bir alan olacaktı. Buradaki etkin tabir "gibi" tabiridir: Gerçekten de konuşmacılar arasındaki eşitsizlikler ortadan kaldırılmıyor; paranteze alınıyor.

Revizyonist tarih yazımı bu eşitsizliklerin etkili bir şekilde paranteze alınmadığını, hatta tam tersine, burjuva kamusal alanındaki söylemsel etkileşimin bizzat eşitsizliğin bağlantıları ve işaretleri olan üslup ve adap-edep protokolleriyle yönetildiğini söylüyor. Katılım eşitliğinin hala önünde duran enformel engellerden söz ediyoruz. Örnek: Feminist araştırmalar, fakülte toplantılarında ve erkeklerle kadınların karışık oldukları müzakere gruplarında hepimizin gözlemlediği bir sendromu belgelemiş bulunuyor: Erkekler kadınların sözlerini kadınların onlara yaptığından daha çok kesiyorlar, daha çok söz alıyorlar, daha uzun konuşuyorlar ve kadınların müdahaleleri erkeklerinkine oranla daha çok duymazdan geliniyor ya da müdahalelere tepki verilmiyor. Müzakerenin kendisinin hakimiyet yararına işleyen bir maske olduğunu söylemek de yanlış olmaz böylece. Kuramcı Jane Mansbridge bunun sadece toplumsal cinsiyetle ilgili olmadığını, ötesinde sınıf ve etniklik üzerinde temellenmiş eşitsizlikler için de geçerli olduğunu söyler.

Çoğu durumda bu eşitsizlikler etrafındaki parantezleri, bunları açık açık temalaştırmak yoluyla kaldırmak çok daha uygundur. Parantezlemenin yararına ilişkin bu yersiz inanç, burjuva anlayışındaki bir başka hatayı daha ortaya koyuyor. Bu anlayışın varsaydığı şey: Kamusal alanın mükemmel bir nötrlükte ve eşit kolaylıkta barınabilecek derecede herhangi bir ethostan tamamen yoksun, sıfır derecede bir kültür alanı olduğu ya da olabileceğidir. Tabakalaşmış toplumlarda, eşitsiz biçimde güçlenmiş olan toplumsal gruplar, eşitsiz biçimde değer biçilen kültürel üsluplar geliştirirler. Sonuç: bağımlı grupların üyelerinin katkılarını, hem gündelik yaşam bağlamında hem de resmi kamusal alanlarda marjinalize eden güçlü enformel baskıların gelişmesi. Dahası bu baskılar, burjuva kamusal alanının kendine has ekonomi politiği ile çoğaltılırlar. Bu kamusal alanda görüşlerin dolaşımı için maddi destek oluşturan medya, özel mülkiyettedir ve kâr amacıyla işletilir. Böylelikle bağımlı toplumsal gruplar, eşit katılımın maddi araçlarına eşit olarak erişiminden mahrum kalırlar. Böylece kültürün enformel olarak başardığı şeyi, ekonomi politik, yapısal olarak mecbur kılar.

Durum, katılımcıların eşitlermiş gibi tartışabileceği bir kamusal alana sahip olabilmeleri için toplumsal eşitsizlikleri yalnızca paranteze almanın yeterli olmadığını göstermektedir. Sisteme ait eşitsizliklerin ortadan kaldırılması, katılımda eşitlik için gerekli olan koşuldur. Bu herkesin tamamıyla aynı gelire sahip olması gerektiği anlamına gelmez; ama sistem tarafından yaratılmış tahakküm ve ezilme ilişkileriyle uzlaşmayan bir tür genel eşitliği gerektirir.

NANCY FRAZER

KAMUSAL ALAN: ALTERNATİF TARİHLER, YARIŞAN ANLAYIŞLAR

Habermas'a göre kamusal alan fikri, kamusal ilgi konusu olan ya da ortak yarar'a dair meseleleri tartışmak üzere toplanmış bir özel kişiler gövdesine dayanır. Bu fikrin güç ve gerçeklik kazanması, "burjuva kamusal alanlarının" mutlaki devletlere bir karşı-ağırlık olarak kurulduğu erken modern Avrupa'da gerçekleşti. Bu kamular, devleti topluma karşı sorumlu tutarak toplumla devlet arasında aracı olmayı amaçladılar.

Kamusal alan fikri, bir düzeyde, devletleri bir kesim yurttaşa karşı sorumlu kılarak, politik hakimiyeti rasyonelleştirmenin kurumsal mekanizmasına işaret ediyordu. Başka bir düzeyde ise özgül bir söylemsel etkileşim türüne: yani kamusal alanın kamusal meseleler üzerinde kısıtlanmamış rasyonel bir idealinin olduğu bir düzeye. Tartışma herkese açık ve herkesçe erişilebilir olacaktı; yalnızca özel çıkarlar tartışma konusu olarak kabul edilmeyecek, statü eşitsizlikleri paranteze alınacak ve tartışmacılar birbirinin dengi olarak müzakere edeceklerdi. Böyle bir tartışmanın sonucu ise, ortak iyi üzerinde güçlü bir konsensus anlamına gelen kamuoyu olacaktı.

Habermas'a göre, burjuva kamusal alan anlayışının ütopik potansiyeli pratikte hiçbir zaman bütünüyle gerçekleşmedi. Özellikle bilgi ve tartışmanın herkese açık ve serbestçe erişilebilir olması talebi gerçekleştirilemedi. Dahası, bu burjuva anlayışla yeni yeni özelleşen pazar ekonomisi kesin olarak ayrıştırılamadı. Böylece toplumla devletin apaçık ayrımı görülemedi. Ve burjuva dışı kesimler kamusal alana ulaşım kazandıkça, bu koşullar giderek erimeye başladı. Toplumsal sorun öne çıktı; toplum; sınıf mücadelesiyle kutuplaştı ve kamu; birbiriyle çatışan çıkar gruplarına dönüştü. Refah devleti kitle demokrasisinin ortaya çıkmasıyla da toplum ve devlet karşılıklı olarak iç içe geçtiler. Devletin eleştirsel sorgulanması anlamındaki kamusallık da ortadan kalktı. Yerine kitle iletişim araçları aracılığıyla sahnelenen gösteriler, kamuoyunun imali ve manipülasyonu halini aldı.

Bazı araştırmacılar Habermas'ın yorumunun liberal kamusal alanı idealize ettiğini ileri sürüyorlar. Bu kamusal alanın bir dizi önemli dışlamaya dayandığını, hatta önemle bu dışlamalar aracılığıyla oluşturulduğunu iddia ediyorlar. Mesela Joan Landes:

Landes için dışlamanın kilit ekseni toplumsal cinsiyet. Fransa'da cumhuriyetçi kamusal alan anlayışı, "sahte", "efemine" ve "aristokratik" diye damgaladıkları salon kültürüne karşı daha "rasyonel", "erdemli" ve "erkekçe" sayılan bir üslupla desteklendi. Böylece erkek yanlısı toplumsal cinsiyet kurguları, kadınların politik hayattan dışlanmasını gerektirecek bir mantık halinde, cumhuriyetçi kamusal alan anlayışının içine inşa edilmiş oldu. Sonuç olarak Cumhuriyetçi kamusal alan bir dışlanmanın sonucunda oluşmuş oldu.

Landes'in argümanını Geoff Eley geliştirdi. Liberal kamusal alandaki dışlayıcı işlemlerin sadece Fransa'da değil aynı zamanda İngiltere ve Almanya'da da geçerli olduğunu ve tüm bu ülkelerdeki cinsiyetçi dışlamaların, aslında sınıf oluşum süreçlerinde temellenen diğer dışlamalarla bağlantılı olduğunu öne sürdü. Ona göre tüm bu ülkelerde liberal kamusal alanı besleyenler "sivil toplum"du. Bu hayırsever, kentli, profesyonel ve kültürel dernekler şebekesi, herkesçe erişilebilir olmaktan çok uzaktı. Tam da tersine, buraları, kendilerini evrensel bir sınıf olarak görmeye başlayan ve yönetmek için uygunluklarını beyan etmeye hazırlanan bir burjuva erkekler tabakasıydı. Bu yeni kamusal alanın ethosu, Bourdieu'nün dediği anlamda "ayrıcalık" işaretleriydi ve yeni ortaya çıkmakta olan seçkinleri, yerine geçmeye niyetli oldukları daha eski soylu seçkinlerden ve yönetmeyi arzuladıkları plep tabakalardan ayrı yere koyan tanımlama tarzlarıydı. Aynı zamanda bu süreç cinsiyetçiliğin şiddetlenmesini açıklıyordu; kadınsı evcimenlik ile kamusal ve özel alanlar arasında kesin ve net bir ayrım da yaptı ve bu toplumsal cinsiyet normları, burjuvanın daha yüksek ve alçak tabakalardan farkının ana gösterenleri olarak işlev gördü. Sonradan bu normlar, toplumun geniş kesimlerine yayılmıştır.

Serbestçe erişebilirlik, rasyonalite ve statü hiyerarşilerinin askıya alınması özellikleriyle görücüye çıkan kamusallık söyleminin kendisi, bir ayrıcalaştırma stratejisi olarak yerleşiyor. Problem yalnızca Habermas'ın liberal kamusal alanı idealize etmesi değil, aynı zamanda öteki, liberal ya da burjuva olmayan alanları incelemeyi ihmal etmesidir.

Mary Ryan araştırması: Seçkin burjuva kadınlar örneğindeki gibi yalnızca kadınların katıldığı alternatif gönüllü birliklerin oluşturduğu bir karşıt-sivil toplumun inşası. Kadınlar bazı yönlerden, babalarının veya dedelerinin kurmuş oldukları dernekleri taklit ediyordu. Başka bir yönüyle de kadınlar, o zamana dek evcimenliğe ve anneliğe ilişkin mahrem sayılan tabirleri tam da kamusal etkinlik için sıçrama tahtası olarak yaratıcı bir biçimde kullandıkları için buluşçu davranmışlardı. Aynı zamanda öteki kadınlar, kamusal çıkışlarını sokak protestolarında, yürüyüşlerde, işçi sınıfı protesto etkinliklerine destek vererek bulmuşlardı. Nihayet kadın hakları, kadınların resmi kamusal alanlardan dışlanmalarına ve toplumsal cinsiyet politikalarının özelleştirilmesine kamusal bir biçimde karşı çıkmışlardı.

Ryan'ın çalışması, seçme hakkı aracılığıyla formel politik içerilmenin olmadığı bir durumda bile, kamusal yaşama katılmanın çeşitli yollarının olduğunu ve kamusal alanların çokluğunu gösteriyor. Böylece kadınların kamusal alandan dışlandığına ilişkin bir görüşün ideolojik olduğu ortaya çıkar: Bu görüş, sınıf ve toplumsal cinsiyet önyargıları taşıyan ve burjuva kamusunun genel kamunun bütünü olduğunu kabul eden bir anlayışa dayanıyor. Tam tersine birbirleriyle çatışan bir karşıt-kamular çokluğu, burjuva kamusuyla aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Birbirine rakip kamular, Habermas'ın ima ettiği gibi sadece 19. yy sonunda ve 20. yy'da değil, başından beri vardı. Dahası bu kamular başlangıçtan itibaren burjuva kamusunun dışlayıcı normlarına karşı mücadeledeydiler.

Sonuç olarak Habermas'ın perspektifi içinde rastlantısal süsler olarak görülen dışlamalar ve çatışmalar, revizyonistlerin bakışında oluşturucu nitelikleriyle yer alıyor. Burjuva kamusal anlayışını gerçekleşmemiş bir ütopik ideal olarak göremeyiz çünkü bu anlayış aynı zamanda yeni ortaya çıkan bir sınıf egemenliği biçimini meşrulaştırma yönünde işlev gören erkek yanlısı bir ideolojik kavramdır. Eley: "Resmi burjuva kamusal alanı, bir tarihsel dönüşümü gerçekleştirmek için kullanılan araçtır. Bu dönüşüm, bastırıcı bir hakimiyet tarzından hegemonyacı bir hakimiyet tarzına; esas olarak bir güce itaat etmeye dayanan bir egemenlik tarzından bir ölçüde baskıyla desteklense de esas olarak rızaya dayanan bir egemenlik tarzına geçişi içerir."

NANCY FRAZER

KAMUSAL ALANI YENİDEN DÜŞÜNMEK

KAMUSAL ALANI YENİDEN DÜŞÜNMEK:
GERÇEKTE VAROLAN DEMOKRASİNİN ELEŞTİRİSİNE BİR KATKI
NANCY FRAZER

GİRİŞ
Kamusal alan kavramının politik ve kuramsal önemini açıklamak hiç zor değil. Habermas'ın kamusal alan kavramı, ilerici toplumsal hareketlere ve bu hareketlerle bağlantılı politik kuramlara bulaşmış olan bazı zihin karışıklıklarının üstesinden gelmek için bir yol sağlıyor. Örneğin, sosyalist ve Marksist geleneğin hakim kanadında, devlet aygıtları ile yurttaşların kamusal söylem ve birleşme/örgütlenme alanları arasındaki ayrımın gücünü tam olarak değerlendirmede süregiden başarısızlığı ele alalım. Bu gelenekte neredeyse hep, ekonomiyi sosyalist devletin kontrolüne bırakmanın, sosyalist yurttaşlığın kontrolüne bırakmak demek olduğu varsayıldı. Tabii, iş böyle değildi. Ama devlet aygıtı, söylemin ve örgütlenmenin kamusal alanıyla karıştırıldı. Böylece sosyalist vizyonun katılımcı bir demokratik biçim yerine otoriter devletçi bir biçim içinde kurumlaşmasını getiren süreçler ortaya çıkmış oldu. Sonuç, sosyalist demokrasi fikri tehlikeye atıldı.

Tarihsel olarak bugüne dek daha önemsiz ve kesinlikle daha az trajik olmasına rağmen ikinci bir problem, çağdaş feminizmlerde bazen karşılaştığımız bir karışıklıktan kaynaklanıyor. Bu karışıklık yine kamusal alan ifadesinin kullanımıyla ilgili. Bu ifade pek çok feminist tarafından, hane ya da aile alanının dışındaki her şeye işaret etmek için kullanıldı. Böylece bu kullanımıyla "kamusal alan", birbirinden analitik olarak ayrı olan en azından üç şeyi birbirine karıştırmakta: Devlet, ücretli işin resmi-ekonomik alanı ve kamusal söylem alanları. Bu karıştırmanın politik pratik sonuçları var. Örneğin, kadın düşmanı kültürel temsiliyetlere karşı açılan kışkırtıcı kampanyalar, devlet sansürünü çağıran programlarla karıştırıldığı zaman, ya da ev işi ve çocuk bakımından muaf olma mücadelelerinin, bunların metalaştırılmasıyla eş tutulması durumunda. Her iki durumda da sonuç, toplumsal cinsiyet meselelerini pazarın ya da devlet idaresinin mantığına tabi kılmanın kadınların özgünleşmesini destekleyip desteklemeyeceği sorusunun önünü tıkaması oluyor.

Habermasçı anlamıyla "kamusal alan" fikri, bu tür problemlerin üstesinden gelmeye yardımcı olabilecek kavramsal bir kaynak. Yurttaşların ortak meseleleri hakkında tartışabildiği bir alan; yani, kurumsallaşmış bir söylemsel etkileşim alanı. Kavramsal olarak devletten ayrı olan, ilke olarak devlete karşı eleştirel söylemlerin üretildiği ve dolaştığı bir alan. Pazar ilişkilerinin değil, söylemsel ilişkilerin alanı; satın alma ve satmak yerine, tartışma ve müzakere için bir sahne. Yani kamusal alan kavramı demokratik kuram için gerekli olan ayrımları (devlet aygıtları, ekonomik pazarlar ve demokratik birlikler arasındaki ayrımları) gözönünde tutmamıza izin veriyor. Eğer geç kapitalist demokrasinin sınırlarını anlamak istiyorsak mutlaka kamusal alan fikrini herhangi bir biçimde kullanmamız gerekiyor. Yani kamusal alan fikri eleştirel kuram için vazgeçilmezdir. Yine de bu fikir tamamen doyurucu değildir. Nedeni şöyle:

Habermas'ın liberal burjuva kamusal alan modeli dediği; tarihsel olarak özgül ve sınırlı olan bir kamusal alan biçiminin yükselişi ve düşüşüdür. Amaç bu tip kamusal alanın nasıl ortaya çıktığı ve gerilediğini araştırmak. Sonuç, kamusal alanın burjuva ya da liberal modelinin artık mümkün olmadığıdır. Eleştirel işlev ve kurumsallaşan demokrasi için yeni bir kamusal alan biçimi gereklidir. Habermas, bu yeni biçimi geliştirmeden çalışmasını bitirdiği için bugün eleştirel kuramın ihtiyaçlarına hizmet etmek üzere burjuva anlayışından yeterince ayrı duran bir kamusal alan anlayışı kalmaz bize.

SÜLÜK ÜZERİNE NOTLAR

sülük; denizde ya da tatlı suda yaşayan, kan emici, halkalı solucan; yapışkan, sırnaşık (kimse)

Sülük bir bakıma bizden çok üstün bir varlıktır; bizi nerede ve nasıl bulacağını bilir -genellikle banyoda ya da cinsel ilişkinin ortasında ya da uykuda. Sizi büyük aptesinizin ortasında yakalamakta da pek ustadır. Şayet kapıdaysa, "bir dakika, allah kahretsin, bir dakika!" diye bağırabilirsiniz, ama ıstırap içinde bir insanın sesi onu yüreklendirir sadece -kapıyı daha sert, daha heyecanla yumruklamaya başlar. Sülük genellikle hem kapıyı vurur hem de zili çalar. Nasıl açmazsınız kapıyı? Gittiği zaman -nihayet- bir hafta boyunca kendinize gelemezsiniz.

Sizden farklı olarak bol bol gevezelik edecek vakti vardır sülüğün, üstelik bütün fikirleri sizinkilere terstir. Ama o bunu asla bilmez çünkü hiç susmaz, araya iki kelime sıkıştırıp ona katılmadığınızı söylemeye kalkışsanız bile sizi duymaz. Sizin araya girişiniz onun için bir boşluk anıdır, konuşmasına kaldığı yerden devam eder. Sülük sizin uyku saatlerinizi de çok iyi bilir, siz derin uykudayken telefon eder ve ilk sorusu "uyandırdım mı?" olur. Ya da evinize gelir, perdelerin örtülü olduğunu gördüğü halde orgazmı çağıran bir coşku ile kapıyı yumruklar, parmağını zile basıp tutar. Cevap vermezseniz, "orada olduğunu biliyorum!" diye bağırır, "arabanı gördüm."

Bu yıkıcı insanlar düşünce mekanizmasının nasıl çalıştığından habersiz de olsalar onlardan hoşlanmadığınızı sezerler. Ama bu onları kamçılar. Ayrıca ne tür bir insan olduğunuzun da farkındadırlar -incitmekle incinmek arasında hep ikinciyi seçen birisiniz. Sülük insanlığın iyi yanları ile beslenir; iyi insanın kokusunu alır.

Sülüğün kendi keşfi sandığı bazı standart ve kabız fikirleri vardır. En çok sevdiklerinden bir, iki örnek:
"Hiçbir şey BÜTÜNÜYLE kötü olamaz. Bütün polisler kötüdür diyorsun, ama değildir. İyi polislere de rastladım ben. İyi polis de var." Fırsat bulup ona bir insanın polis üniformasını üzerine geçirdiği andan itibaren mevcut düzenin maaşlı bekçisi olduğunu anlatamazsın. Polisin işi değişimi engellemektir. Gidişattan hoşnutsanız bütün polisler iyidir, değilseniz kötüdür. Bütünüyle kötü diye bir şey vardır ama sülük bu kulaktan dolma ev üretimi felsefe ile doludur, bunlardan vazgeçmez. Sülük insana düşünce özürlü biri olarak yapışır -acımasızca, kesin ve sonsuza dek.

"Olup bitenlerden habersiziz, gerçek yanıtların bize ulaşması mümkün değil. Liderlerimize güvenmekten başka çaremiz yok." Bu o denli aptalca ki yorum yapamayacağım. Sülüğün saçmalıklarını sıralamaktan da vazgeçiyorum hatta. Sinirlerim bozuluyor.

Devam edelim. Sülüğün isminizi ve adresinizi bilmesi de gerekli değildir. Sülük her yerdedir. Kokuşmuş, zehirli, ölümcül ışığını üstünüze yansıtmaya her an her yerde hazırdır. Çalıştığınız, iş yaptığınız mekanlarda da mutlaka bir sülük vardır. Yine de hepimizin belki de farkında olmadan birilerine sülüklük yapmış olmamız olasılığını da gözardı etmemekte yarar var. Berbat bir düşünce ama büyük olasılıkla doğrudur. Hem sülüpe karşı dayanıklılığımızı da artırabilir. Yüzde yüz insan yoktur aslında. Hepimizin, başkalarının farkında olup bizim farkında olmadığımız deli ve çirkin bir yanı vardır. Yoksa bu çiftliğe nasıl katlanırdık? Yine de sülüğe karşı önlem alan insana saygı duymalı. Sülük kesin tavır karşısında ürker, başkasına musallat olur.

Belki bir gün dünya düzeni öyle değişir ki, iyi ve dürüst bir yaşantının sonucunda sülük sülüklükten çıkar. Sülüklüğün olmaması gereken şeyler yüzünden oluştuğuna dair bir varsayım var. Kötü hükümet, kötü hava, berbat seks, bir kol tahta anne, parlak yastıklara gömülüp oturan baba, vesaire. Ütopik toplum gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, bilemiyoruz. Ama hala insanlığın bozuk tarafları ile uğraşmamız gerekiyor -açlar, siyah beyaz ve kızıl, uyuyan bombalar, hipiler, yeterince hipi olmayanlar, kötü bira, bel soğukluğu, ödlek editörler, bunlar şunlar bunlar şunlar ve sülük. Sülük hala yaşıyor. Ben bugün varım. Yarın değil. Benim ütopyam bugün daha az sülük diyor. Sizin hikayenizi de dinlemeyi çok isterdim. Eminim herkesin katlanmak zorunda kaldığı bir-iki sülüğü vardır.

Tanıdığınız sülüklerden birini düşünün ve kendinize onu gülerken görüp görmediğinizi sorun. Hiç gördünüz mü güldüklerini?
Selam. Seni uyandırmadım, değil mi?
Hay Allah, düşünemedim.

Charles Bukowski, Sıradan Delilik Öyküleri, Sülük Üzerine Notlar, Parantez Yayınları, Temmuz 2012.

8 Kasım 2012 Perşembe

BÖYLE


Ben böyleyim. Hızlıyım, aceleciyim, telaşlıyım, kafama eseni o anda yaparım. İstemediğim bir şeyi istemediğim bir zaman kimse bana zorla yaptıramaz. Beni değiştirmeye çalışma. Ben hep buydum ve sen beni hiç tanımamış gibi konuşuyorsun. Ben buyum. Kimseden saklamadım, kimseye yalan söylemedim. İnsanların zorunluluğu olmamasından yanayım. Kimse kimseye hesap vermek zorunda değil. Tek bir doğru mu vardır? Yoksa milyarlarca, trilyonlarca mı? Mesela insan sayısı kadar mı doğru vardır? Evet, insan sayısı kadardır doğrular. Kimse kimseye kendi doğrusunu diretemez. Kimse kimsenin düşüncesini reddedemez. Saygı duymak zorundasın. Herkese, diğerlerine, bana, bütün düşüncelere, bütün tercihlere saygı duymak zorundasın. Kimse seni "bu düşünceyi benimseyeceksin" diye zorlamamalı. 

İnsanlara -yeni tanıştığım insanlara, biraz tanıdığım insanlara, arkadaşlarıma, dostlarıma, aileme, anneme, babama, herkese- kendimi anlatmaktan vazgeçtim. Yoruldum çünkü. Kimse kimseyi anlayamaz çünkü. Belirli bir ruh durumuna geldiğin zaman içindeki fırtınayı, içindeki kaygıları sen istediğin kadar anlat birine... Anlatabilir misin? Anlatırsın da... Anlaşılamazsın. Aynı paralel evrende, aynı durumda, bütün şartların eşit olduğu zamanlarda, aynı şeyi yaşayan iki kişi bile birbirini anlayamazken sen nasıl anlayacaksın başkasını, başkasının ne yaşadığını? İşte bundandır susmam, sessiz kalmam. Çünkü ne kadar anlatırsan anlat karşındakinin anlayacağı kadarsın. Çünkü ne kadar anlatırsan anlat duyacağın tek bir şey var: Takma kafana, üzülmemeye çalış. Bu yoruma ağzımın söylediği yorum "haklısın ama işte..." beynimin söylediği yorum "siktir git beni anlayamazsın asla". 

Yalnızız hepimiz. Sürekli yanımızda olan arkadaşlarımız, bir şeyler hatta birçok şeyler paylaştığımız o çok sevdiğimiz dostlarımız, hatta ailemiz; annemiz, babamız bile yanımızda değil. Bir kere oturup düşünün annem beni ne kadar tanıyor diye. Babam benimle ilgili ne biliyor diye. Arkadaşlarım gerçekten yaşadığım, hissettiğim hayatı anlayabiliyorlar mı diye. Kimse kimseyi anlayamaz. Kimse kimseyi net olarak asla tanıyamaz, tanıyamayacak. Hepimiz yalnız öleceğiz. Mezar taşınız o çok sevdiğiniz dostlarınız tarafından seçilmiş gösterişli bir taş olsa bile, cenazenizde milyonlarca insan olsa da, sizi seven -kimse kimseyi sevemez egoları yüzünden aslında, o yüzden değer verdiği diyelim- insanlar kendilerini döve döve ağlasa da içinizde kopan fırtınaları kimse bilemez. 

Kimseye güvenmemeniz gerektiğini öğrenin artık. Ben konuşmaktan vazgeçtim. Artık iyi bir dinleyiciyim. Bana herhangi bir konu hakkında ne düşündüğümü sormayın çünkü baktığım açıyla senin baktığın açı asla aynı olmayacak. Şu hayatta güvenmeniz gereken tek kişi kendiniz. İnsanların size söyledikleri şeylerin yüzde doksanı yalan, abartma, uydurma, başkasının hayatından alıntı. Çok konuşan insana güvenmeyin. İnsan konuştukça saçmalar çünkü. Her konuda bir fikri olan insan hiç mi görmediniz? Gördünüz tabiki de. Eminim bu tip insanlara "kolpalıyor" dediniz. Bir sürü arkadaşı olan insanlar peki? Ne kadar da sahte. Herkesle arkadaş olma çabası içinde, kendini kanıtlama çabası içinde, egolarından bir türlü kurtulamıyor. Çünkü o iyi olmasa da iyi olduğunu kanıtlamak zorunda hissediyor kendini. Ne kadar acınası durum. İnsanlara olmadığın biri gibi davranıp, kendini ona inandırıp, diğerlerine de o sahte benliğini kanıtlamaya çalışıyorsun. Çok yorucu olmuyor mu? Bu kadar sahte olmak hiç mi zor olmuyor? Söylediğin yalanları, abarttığın olayları zamanı gelince unutmuyor musun? Sıçıp batırdığın, rezil olduğun hiç olmuyor mu? Çok mu mutlusun gerçekten? Hayatın hep istediğin gibi mi gidiyor? Düşmanın yok mu hiç? Hiç aşık da mı olmadın? Gece olunca, yatağa yattığında hiç mi kendi haline üzülmüyorsun? Bu kadar mı yüzsüzsün? Bunları bir düşünün. 

Keşke herkes kendi benliğini bulabilse, karakterini oturtabilse ve en önemlisi karşısındaki insanı değiştirmeye çalışmasa. Onu önce olduğu gibi kabul ettikten sonra değiştirmeye çalışmasa. Ya da en başından beri görmek istediği biri gibi olmadığını anlasa. Eleştirmeden kabul etse. İşte o zaman belki yaşayabilirdim. Ama şimdi hiç sanmıyorum.

1 Kasım 2012 Perşembe

SENİNLE YAPILACAKLAR LİSTESİ

Mesela seninle neler yapardık diye düşündüm. Kafamdan sayfalarca süren bir liste geçti bile.

Seni o çok sevdiğim kahvaltıcıya götürürdüm. Belki alışkanlık yapardı sende de. Hep oraya gitmek isterdin. Büyük iştahla yerdik belki menemenimizi. Ekmeğinin üzerine reçel sürerdim, yedirirdim belki sana. Sonra beni öperdin reçelin tadını ben de alabileyim diye. Doyduktan sonra kahvemizi içerdik. Yanında sigara da yakardık kesin. Sigaradan bir nefes alıp içimize çekerken dumanını birbirimize bakardık belki, aşkla.

Yorulana kadar, ayaklarımız uyuşana kadar yürürdük bir yerlerde belki. El ele falan tutuşurduk. Gerçekten yorulduğumuz zaman öpüşüp birbirimizden güç alırdık, yola devam ederdik belki.

Tatile giderdik beraber. Karavan falan kiralardık belki. Bütün Avrupa'yı karavanla gezerdik. Ben de kullanmak isterdim ama sen ölmek istemediğini söyleyip dalga geçerdin benimle. Ben de gülerdim kesin. Doğru söylüyor olurdun çünkü. Bulduğumuz nehirlerin yanına park ederdik. Ateş yakardık. Ateş yakmamıza rağmen üşürdük belki. Sen üzerime bir sürü battaniye örterdin. Yine de üşümeye devam ederdim. Sonra kollarına alırdın. Saçımı okşarken uyuyakalırdım belki. Öperek uyandırırdın sonra. İnadına uyanmazdım ben de. Mecburen kucağına alıp karavana taşımak zorunda kalırdın. Üzerimi çıkartırdın, pijamalarımı giydirirdin. Lenslerimi çıkartmam gerektiğini asla unutmazdın, hemen hatırlatırdın. Sonra sen de yanıma kıvrılırdın. Beni göğsüne çekerdin, sarılarak uyurduk.

Kitap okurduk mesela beraber. Uçsuz bucaksız bir kumsal düşün. Bizden başka kimsenin olmadığı. Sadece kuşların ötmesini ve dalgaların sesini duyuyoruz. Kumsala kocaman bir örtü seriyoruz. Şarabımızı açıyorsun falan. Kuma yatıyorsun, benim başımı da göğsüne koyuyorsun, ben de yatıyorum böylece. Bir elinde kitabını tutuyorsun, diğer elinle boynumu kavrıyorsun. Ben de bir elimle senin elini tutup okşuyorum, diğer elimle de kitabımı tutuyorum. Arada birbirimizi öpmek istiyoruz. Kitaplarımızı fırlatıyoruz. Küçük bir öpücükle başlayıp şehvetli bir sevişmeyle bitiriyoruz.

Bara girdiğimizi düşün. Deli gibi içmek istiyoruz. O gece amacımız sarhoş olmak. Oluyoruz da. Belki biraz ot içiyoruz. Gülmekten çenemiz yere düşecek gibi hissediyoruz. Kendimizi eve zor atıyoruz. Kapıdan girer girmez birbirimize bakıyoruz. Kelimelerle söylemek istediğimiz şeyleri vücut dilimizle anlatıyoruz. Sabaha kadar Lana Del Rey dinleyerek sevişiyoruz belki.

Bazen birbirimizi deli gibi kıskanıyoruz. Kavga ediyoruz. Belki birbirimize vuruyoruz bile. Ama sorun değil çünkü seviyoruz. Gerçekten zarar verecek bir şey asla yapmayız birbirimize, biliyoruz. Telafi ediyoruz sonra, yatakta muhtemelen.

Sonra düşün, beraber mutfağa girip yemek yapıyoruz. Bazen italyan yemekleri yapıyoruz, yanına kırmızı veya beyaz şarap açıyoruz. Bazen tamamen abur cubur yemek istiyoruz, saçma sapan fast-food yemekler yapıyoruz. Yanında bira açıyoruz. Bazen de sen balık kızartıyorsun bana, bir sürü meze yapıyorsun. Mutfak kapısından seni izliyorum, geliyorum arkandan sarılıyorum ve boynunu öpüyorum. Çünkü boynun çok tatlı, hep öpmek istiyorum. Kızıyorsun ama bana, bir şeyle uğraşırken rahatsız etmemi istemezsin hiç. Yine de kıyamıyorsun ben suratımı asınca. Sofrayı hazırlatıyorsun bana. Kocaman rakı da koyuyoruz masaya. Böylece yemekte öpüşerek barışıyoruz. Bazen de ben sana yemek hazırlıyorum. Hem de sürpriz yapıyorum. Sen dışarı çıktığında, işlerini halledip eve geldiğinde masayı görüyorsun. Hem de çok acıkmışsın. O an seviyorsun beni. Yine ve yeniden.

Birkaç gün görüşemiyoruz mesela, düşün. Özlemeyi seviyoruz çünkü birbirimizi. Sen beni dışarıda bekliyorsun. Güzel eski bir kapıya yaslanmışsın. Ben biraz geç kalıyorum çünkü dakik olamıyorum bir türlü. Sen bundan nefret ediyorsun ama karşıdan beni sana doğru koşarken görüyorsun. İşte yanına geldiğim an, bütün kızgınlığın geçiyor. Sarılıyoruz. Birbirimizi öyle öpüyoruz ki, kelimelerle anlatılamayacak şehvetle, özlemle, aşkla.

Beraber film izliyoruz belki. Başım senin omzuna düşüyor, uykum gelmiş uyumak istiyorum. Sen inatla izlemeyi sürdürmek istiyorsun. Seni o kadar seviyorum ki, kabul ediyorum. Uyuyakalsam bile son gücüme kadar dayanmaya çalışıyorum. Beraber duşa giriyoruz belki. Başımı yıkıyorsun falan. Beraber alışverişe gidiyoruz. Yemeklik malzemeler alıyoruz, içki alıyoruz, dergiler, kitaplar, yeni tabaklar, bardaklar alıyoruz. Seninle bir sürü şey yapıyoruz daha belki. Şimdi söyle, gerçekten bunların yüzde birini bile istemez miydin?