11 Aralık 2012 Salı

GÜZELLEME*

Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur

İşte bak sen gözlerin de burada
Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
İyi ki burda yoksa ben ne yapardım
Bak çocuğum kolların işte çıplak işte
Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
Gözlerin sabahın sekizinde bana açık
Ne günah işlediysek yarı yarıya

Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
Bunların konuşması olur öpülmesi olur
Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
Üç kulak öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu

*Cemal Süreya, 1954

9 Aralık 2012 Pazar

Denizin Üstünde Yürünebilir mi?

Hayır, mitolojiden ya da masallardan bahsetmiyorum. Dini hikayeler de değildir söylediğim. Ben gerçek adımlardan, hatta belki de uzun soluklu bir koşudan bahsediyorum. Hem de tekrar karaya ayak basmak isteyen bir korkağın adımlarından değil, sığ bir sudan, derinliklere, giderek okyanusun göbeğine koşmak isteyen bir aşığın koşusundan bahsediyorum.
Denizin üstünde yürünebilir mi?
Gece, göz gözü görmezken mercanadalarının renkleri, tirsi balıklarının yalnızlıkları, denizatlarının nefesleri paylaşılarak ileriye, daha ileriye gidilebilir mi? Zaten ne yapmak istiyoruz ki bundan başka? Neden bu kadar çok soru var hayatımızda? Neden en mutlu olunabilecek anlarda bile geçmişten çaldığımız bir meşalenin geleceğimizi yakmasına izin veriyoruz? Neden yalnızlığımızı kelimelerle büyütebilmek için bu kadar hastalıklı bir hayat yaşıyoruz? İşte bundan. Gerçekten de başka bir nedeni olamaz. Yapmak istediğimiz sadece ve sadece bu: Denizin üstünde yürümek istiyoruz.
Denizin üstünde yürünebilir.

Yekta Kopan, Kediler Güzel Uyanır

Fotoğraf Çekmek

"Fotoğraf çekmekte hiç bu kadar çok zorlanmamıştım. O dökülmekte olan zarif binaların, o boş ve mağrur meydanların, şehri karartan gökyüzünün önünde hep bir eksiklik duyuyordum. Dikkatli bir şekilde kadrajı ayarlıyordum, seçiyordum ve eliyordum ama ortaya sadece yalanlar çıkıyordu.
Arka arkaya deklanşöre basıyordum, o kadar. Yavaş yavaş yağan karlar, gömülen çatılar, silinen sokaklar, hayalet adım izleri, el değmemiş beyaz alanlar, bir balinanın köpüklerin arasından yükselen sırtına benzeyen bir tepe.
Disiplinle-hatta sabırla bile- kendimi ifade edemiyordum.
O günlerde binlerce kar tanesi baş döndürücü bir şekilde yağıyordu, ama o fırtına, şehri tümüyle örten ve susturan o sessizlik, umutsuz bir şekilde durdurmaya, parmaklarımla yakalamaya çalıştığım o iki-üç kar tanesi için duyduğum acının sadece çok küçük bir kısmını oluşturuyordu.
Bir gün ıslanmış, soğuktan kızarmış elimin fotoğrafını çektim. Parmakların üzerinde birkaç damla su.
Eldivenlerimle bir bankı biraz temizledim ve oturdum. Fotoğraf makinemi sırt çantama soktum çünkü gözlerimle kadraj yapmak istiyordum; ana çizgilerine indirgenmiş ağaçlar, taşıdıkları yükten kırılmış dallar, beyaz çatıların altında daha belirgin duran cepheler. Arada bir saçaklardaki kar büyük bir gürültüyle düşüyordu. Ben de korkuyla dönüp bakıyordum."

Köpekbalıklarının Dengesi, Caterina Bonvicini

Toplum Ruhundan Uzaklaşmak

Türkiye'de şeriatı gözü kapalı destekleyen o kadar çok insan var ki gün geçtikçe de artmaya devam ediyor. Artık iktidardan mı kaynaklanıyor, insanların din aşkı mı kabardı yoksa yeni trend bu mu tartışılır ama ülkemizde böyle bir gerçek var. İkiye bölünmüş durumdayız. Şeriatı gözü kapalı destekleyenler var derken oradaki "gözü kapalı desteklemek" deyimi de gerçekten sözlük anlamını taşıyor. Gözleri görmeden, kulakları duymadan, etrafa kendilerini tamamen kapayarak desteklemeye devam ediyorlar.

Durumun aynısı, toplumun diğer kesimi için de geçerli. Bu iki grup kesinlikle birbirlerinden hazetmeyerek, yolda, sokakta olaki yanyana yürümek zorunda kalsalar birbirlerine birer düşmanmış gibi bakıyorlar. İşte toplum olarak eksiğimiz bu ruh. Toplum ruhundan tamamen uzağız. Başkalarının görüşlerini asla kabul etmiyoruz çünkü kendi düşüncelerimiz o kadar "doğru" ki başka hiçbir düşünce kendimizinkinin yanında yaşayamaz.

Tanıştığımız insanların kılık kıyafetlerine bakarak, başörtüsüne bakarak, giydiği mini eteğe bakarak yargılıyoruz. Yahu birini yargılarken hiç kendinize sordunuz mu "ben onlar hakkında ne biliyorum da, hangi fikirlerini tam olarak anlamışım da, hatta kendi inandığım şeyi ne kadar sorgulamışım da başkalarını yargılıyorum" diye? Kendi inandığı şey hakkında biri gelip sorular sormaya başlasa eminim ki cevap veremeyecek bir sürü insan var hatta öyle ki toplumumuzdaki çoğu insan böyle. Çünkü birini yargılamak, birinin fikirlerine saygısızlık etmek, hatta direk birinin gururunu, güvenini kırmak, terbiyesizlik yapmak; o kişinin savunduğu fikri anlamaya çalışmaktan çok daha basit.

İşte toplum ruhumuzun eksikliğinin en büyük dilemmasını böylece çıkarıyorum: insanların birbirini dinlememesi, bir fikir hakkında, hatta savunduğu fikir hakkında açıp bir sayfa kitap okumaması, karşıt fikirlerin etrafında olmasına hiçbir şekilde tahammül edememesi.

Şeriat gelirse bütün dertleri bitecekmiş. Hangi derdin bitecek? Bir ülkeye şeriat gelirse o ülkenin ekonomisi mi düzelecek? İnsanların refah ve huzur seviyelerinde acayip artışlar mı olacak? İnsanlar birbirlerini öldürmeyi mi bırakacak? Kan davaları mı bitecek? Doğuda okuyamayan kız çocuklarının ailelerinin gözleri birden açılıp da o çocukları okula mı gönderecekler? Bütün il, ilçe ve köylerimize hastane, eczane, karakol, jandarma, okul, kütüphane mi yaptırılacak? Komşularımızla sıfır sorun politikamız mı tutacak? Ülkemiz için ithal ettiğimiz bütün mallar (saman da dahil) durdurulacak mı? Ekonomimiz bu şekilde iç büyümeye mi gidecek?

Bütün bu soruların cevabı koca bir hayır.