28 Eylül 2011 Çarşamba

MEVSİMLER VE İNSANLAR

Tanıştığım insanları mevsimlere göre kategoriye koymayı çok seviyorum. Her arkadaşımın farklı bir mevsimi var benim gözümde. Çünkü; ben arkadaşlarımla ilk kez tanıştığım gün üzerinde ne olduklarını asla unutmam, onları öyle hatırlarım. Unutmam dediysem de, rengini veya şeklini değil elbet; hang,i havaya göre giyindiğini unutmamaktan bahsediyorum.
Mesela en yakın arkadaşlarımdan biri benim için sonbahara dönmüş bir baharı andırır. Onunla tanıştığımda üstünde yazlık kıyafetleri olmasına rağmen, her an soğuyabilir olan havaya karşı önlem olarak da hırkası vardı. İşte bu sonbaharın başlı başına bir özelliğidir; sabah evden çıkarken biraz kalın giyinirsin, çünkü; artık uyandığında yaz havasından eser kalmamıştır. Buna karşılık öğlen havasının yaza dönmesiyle üstündeki kazağı çıkartırsın ve askılılarınla dolaşırsın.
Erkek arkadaşımla tanıştığım günü hatırlıyorum. Üzerinde kocaman simsiyah montuyla ayaklarında ağır postallarıyla muhabbet etmeye başladığımız dakikayı hatırlıyorum. Kendisi benim için bir kış insanı; onu kışla özdeşleştiririm her zaman. Yazın da onun her halini görsem bile, onun ismi, duruşu, bakışı, konuşması bana kışı andırır hep.
Oniki senelik arkadaşımı yaz olarak tanımlıyorum, çünkü; o, benim için hiç üşümeyen bir insan gibidir. Benim gibi en ufak rüzgarda dahi üşüyen insanların aksine, her şartta kendisine sıcak basan bir kişidir o. Onunla yazın tanışmamama rağmen, o benim için yaz insanıdır. Bu belki de, beraber çıktığımız yaz tatilleri, girdiğimiz denizler ve güneşlendiğimiz sahillerden dolayı bir durumdur, kim bilir?
Diğer bir arkadaşımı ise ilkbahar olarak benimsiyorum. Bu tamamen onun giydiği kıyafetten ve kendi tarzından kaynaklanan bir durum. İçine giydiği beyaz t-shirt'lerin üzerine tercih ettiği bol kesim gömlekleri, ayağına giymekten hoşlandığı babet tarzı narin ayakkabılarıyla bana ilkbaharı anımsatıyor. Trench coat ise vazgeçilmezlerinden.
Birkaç ay önce tanıştığım bir insan var. Onu da yaz olarak tanımlıyorum. Fakat bunu tamamen daha yeni tanışmamıza ve tanıştığımızda havaların şimdikinden daha da sıcak olduğuna bağlıyorum. Ancak şunu biliyorum ki, onu hep yaz insanı olarak hatırlayacağım; en sevdiği havanın kasvetli, yağmur ve şimşekli olduğunu söylemesine rağmen.
Canım kadar çok sevdiğim manevi abim dediğim insanı da bahar olarak betimliyorum. Kışın da sürekli buluşmalarımıza, takılmalarımıza rağmen; onun kalın montlu hali asla gözümün önüne gelmiyor. Ancak onun baharını kasım aylarıyla bağdaştırıyorum. Montlu hayal edemediğim gibi incecik kıyafetlerle de hayal edemiyorum. Kendisi benim için her daim kazaklı, kot pantalonlu bir kişidir.
Mevsimler ve insanlar arasında kurduğum ilişkilerin benim için önemi çok büyük aslında. Hayal dünyamda onları gözümün önüne daha kolay getirebiliyorum bu şekilde. Daha birçok insanın betimlemesi var gözlerimin önünde ama bu saydıklarım en görünür olanlar benim için.

21 Eylül 2011 Çarşamba

KIZIL DERİLİLER (3. BÖLÜM: ATLAR)


     Arka bahçedeki barakada tam tamına yedi tane at vardı. İçlerinden en güzelleri iki tane kızıl attı. Ne kırmızıydılar, ne de turuncuydular; kelimenin tam anlamıyla kızıldılar. Kimse daha önce bu kadar güzel iki at görmemişti. Herkes onları satın almak için çok büyük paralar teklif etmişlerdi fakat atların sahipleri onların daha hazır olmadığını söylüyor, bu şekilde de fiyatlarının daha çok artmasını sağlıyordu.

     Doğduklarından beri bu evde büyümüş ve yetişmiş olan bu atların başka hayvan dostları da vardı elbette; öküzler, inekler, tavuklar, domuzlar, köpekler. Sahipleri, onları mükemmel eğitiyordu ve hayvanlarının ona sadık olduğundan hiç şüphesi yoktu. Oysaki, durum onun sandığı kadar güllük gülistanlık da değildi.

     Çok çalıştırıldıklarından şikayet eden atlar, aralarında konuşarak buna bir son vermelerinin gerektiği kanısına varmışlardı. Artık üstlerine eyer vurulmasını istemiyorlardı, özgürce atlayıp, dört nala koşmak, istedikleri zaman yemlerini yemek istiyorlardı. Aslında hepsi sahibini seviyordu fakat günün birinde, onlardan vazgeçileceğini de biliyorlardı ve bu düşünce yüzünden her gün içlerindeki sevgi, nefrete dönüşüyordu. Günün birinde bu konuyu diğer hayvanlara açmak isteyecekler, fakat bekledikleri tepkiyi göremeyeceklerdi. Bu olayda yalnızdılar ve hiçkimseden yardım gelmeyeceğini çok acı bir biçimde öğreneceklerdi.

     Başkaldırıya öncelikle, arabayı sürmemekle başladılar. Ancak, buna ne zaman kalkışırlarsa, sahip kırbacı sırtlarına öyle bir vuruyor ki, acıdan kıvranıyorlar ve direnemeyerek arabayı sürmeye başlıyorlardı. Hiçbir hayvan dostları, sahibin, bu dünyadaki en güzel iki atı neden bu kadar çalıştırdığına bir anlam veremiyorlardı. Fakat, nedeni çok açıktı; bir at ne kadar tecrübeliyse, ne kadar çok iş yapabiliyorsa, o kadar da pahalıydı bu kasabada. İşte bu yüzden her işi o ikisi yapıyorlardı ve geriye kalan diğer beş at bütün gün yan gelip yatıyorlardı.

     Kızıl atlardan erkek olanı, dişiye göre daha dayanıklıydı. Kırbaç zamanlarında bile erkek at bu denli büyük bir acıya dayanabilirken, dişi onun yanında daha güçsüz kalıyordu ve en ufak bir darbede hemen pes ediyordu. Erkek at ona, geceleri herkes uyuduktan sonra, dayanıklılığını arttırmak için birtakım antremanlar yaptırıyordu fakat bu antremanlar onun için dayanıklılık testinden çok ertesi gün yorgunluğuna dönüşüyordu. Böylece, çok daha fazla çelimsiz oluyordu.

     Bir gece bu iki kızıl at, bütün ev uykuya daldıktan sonra, bu konuyu diğer atlar ile konuşmak için karar almışlardı. Bütün gün yaşadıkları olayları, çektiği eziyetleri ve acıları onlarla paylaştılar ve yardım istediler. Nasıl olsa onlar da attılar ve onların halinden anlarlardı. Bütün umutlarının tükendiğini, yapılacak tek şeyin birlik olup bunun üstesinden gelmek veya hep beraber bu eziyetten kaçmak olduğunu söylediler. Ancak, olaylar hiç de onların beklediği şekilde gelişmemişti:

     -Ben bütün gün otluyorum ve halimden çok memnunum, buradan kaçıp gitmek istediğim en son şey olurdu, her gün yemek yiyebiliyorum. Siz bana her gün yemek bulmamın garantisini verebiliyor musunuz?
diye sormuştu içlerinden bir tanesi. Diğerleri de bu fikri çok sevmişlerdi ve hep bir ağızdan bunun imkansız olduğunu ve en yakın zamanda bu düşünceden vazgeçmeleri gerektiğini haykırdılar.

     İşte yalnız kalmışlardı. Dişi kızıl, diğer hayvan dostlarından yardım almak için bir öneride bulunmuştu fakat erkek kızıl bunu denemeye bile gerek olmadığını, cinslerinin bile kendilerine sahip çıkmadıklarını, çareyi başka cinslerde aramamaları gerektiğini söylemişti. Dişi kızıl, yine de şansını denemek istiyordu. Erkek kızıl ile beraber ya da tek başına! Bunu yapacaktı, sonucu ne olursa olsun.

     Ertesi gün, diğer ahıra giderek hayvan dostlarıyla konuşmak istediğini bildirdi. Konuşması bittiğinde ne köpekler, ne öküzler, ne domuzlar, ne tavuklar bu fikri beğenmemişti ve diğer atların söylediklerinden farklı bir şey söylememişlerdi. Dişi kızıl sinirlenerek:

     -Şu anda rahat ve konfor içinde yaşıyor olabilirsiniz ama öyle bir gün gelecek ki, benimle birlik olmadığınıza pişman olacaksınız. Erkek kızıl ve ben, sonuç ne olursa olsun bunu deneyeceğiz. Eğer ölürsek de, gururumuzla ölürüz, diyerek ahırdan koşarak çıktı. Bir daha da o ahıra ayak basmamıştı.

     Artık resmi olarak yalnızdılar. Tek yapmaları gereken bir kusursuz bir plandı ve sonra özgürlüğe doğru yola çıkacaklardı. Daha önce bu kasabadan dışarı çıkmamışlardı, uzak olarak gördükleri tek yer sahibinin çocuğunun okuluydu. Fakat onlar, daha da uzağa gitmek istiyorlardı. Bilmedikleri yerlerden geçip, dağları aşıp, ovaları geçip, nehirlerden su içip, ağaç gölgelerinde dinlenerek ulaşacakları o mükemmel yere. O yerin neresi olduğunu kendileri de bilmiyorlardı. Tek bildikleri şey, yola çıktıktan sonra çok dikkatli olmaları gerektiğiydi. Sonuçta herkes onların peşine düşecekti, bunu biliyorlardı. Aynı zamanda da çok güzel ve farklı iki attılar. Eğer bir insanoğluyla karşılaşırlarsa, başına gelecekleri yine bu çiftliktekinin aynısı olacağını çok iyi biliyorlardı. Yine de, kendi güçlerinin de farkındaydılar. Bilhassa, özgür kaldıklarında insanoğlundan çok daha fazla güçlü olduklarını biliyorlardı. Ancak tek sorun özgür kalmalarıydı.

     Günler ayları kovaladı. İki kızıl, çiftlikten okula, okuldan çiftliğe yolları arşınlamaya devam ettiler. Taa ki, planlarını yaptıkları güne kadar. Planlarını uygulamaya başladıkları anda mükemmel bir şey olmuştu. Onların da, hiçkimsenin de beklemediği bir şey. İşte bu olaydan sonra her şey çok farklı olacaktı.

KIZIL DERİLİLER (2. BÖLÜM: BİR ŞEYLER TERS GİDİYOR)


     Annem beni sabah erkenden uyandırmıştı, kahvaltının hazır olduğunu söyleyip, okul kıyafetlerimi giymeme yardımcı olmuştu. Beraber aşağı kattaki mutfağa gitmek için odamdan çıktığımızda babamı görmüştüm. Yüzü gülüyordu, ilk defa duygularını bir şekilde anlatmaya çalıştığını o zaman hissetmiştim. Daima içine kapalı olan bu adam ilk defa bana bakıyordu, bana gülüyordu ve mutluydu.

     Beraber kahvaltı sofrasına oturmuştuk. Annem sofrayı donatmıştı; sucuklar, salamlar, jambonlar, mükemmel domates-zeytinyağı-kekik karışımı, fırından yeni çıkmış mis gibi ekmek ve hemen arkasından gelen sıcacık bir çay. Aceleyle ama bir o kadar da keyifle kahvaltımızı bitirdik. Okul servisine binmek için barakada buluşmak için sözleştiğimiz çocuklar ve yanlarında aileleri yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı bile. Herkes, çocuğunu öpüyor, iyi dileklerle uğurluyor ve onların cebine çaktırmadan para sıkıştırıyordu.

     Nitekim, annem de bana aynısını yapmak için yanıma geldiğinde babam da oradaydı. Geç kaldığımızı, bir an önce yola koyulmamız gerektiğini, okulun düşündükleri kadar yakında olmadığını anlatmaya koyulmuştu. En sonunda bütün çocuklar servise binmiş, babam şoför koltuğuna yerleşmiş ve herkes gitmeye hazırdı. Anneler, arabanın arkasından su atmak için ellerinde şişelerle gelmişlerdi. Arkama baktığımda annemin de onlardan biri olduğunu gördüm; elinde koca bir tas arabanın gitmesini bekliyordu. Ama bir türlü yola çıkamıyorduk. Bunun nedeni ise kızıl renkteki atlardı.

     Babam bu atlara doğduklarından beri gözü gibi bakıyordu, atların yemlerini hiç geciktirmiyordu, her gün temizliğini yapıyordu ve onları şevkatle seviyordu. Hatta, kendilerini evlerinde hissetsinler diye, onlar için barakayı genişletmiş ve büyük bahçemizin bir kısmından vazgeçmek durumunda kalmıştı. Tabii yaptığı bütün bu iyiliğin karşılığında onları sürekli çalıştırıyor, her gün üstlerine binip saatlerce antreman yapıyordu. Atlarla bu kadar çok ilgilenmesinin nedenini o zamanlar bilmiyorduk ama daha sonra atları iyi bir paraya satabilmek için sağlıklarına ve güçlerine dikkat ettiğini itiraf etmek zorunda kalacaktı. Bunu biz bilmiyorduk ama atlar, o zamandan beri bunun sebebini tahmin ediyorlardı. İşte huysuzlukları da bu yüzdendi.

     Babam yola koyulmak istiyordu ama atları buna bir türlü ikna edememişti. Saniyeler dakikaları kovaladı ve biz çocuklar, artık okul ile ilgili ümitlerimizi yitirmeye başlamıştık. Derken babam çok sinirli bir şekilde kırbacı atlara öyle bir vurmuştu ki, atlar mecburen şaha kalkmak durumunda kalmışlardı. Araba arkaya doğru dengesini kaybetmişti. Neredeyse düşecektik ama çok sıkı tutunuyorduk. Ve işte o an, atlar dört nala gitmeye başladılar.

     Okula vardığımızda babam bana doğru eğildi ve kendime dikkat etmemi, derslerimi iyi dinlememi ve kimseyle dalaşmamam konusunda beni uyardı ve böylece vedalaştık.

     İlk gün çok çabuk bitmişti; sınıf arkadaşlarımla tanışmıştım, öğretmenimin iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım ve üstelik de okulda yediğim yemeği de çok sevmiştim. Biz, aynı kasabalı olan çocuklar, daha iyi anlaşıyorduk; birbirimizi kolluyorduk. Bu durum aslında çok da normaldi. Büyük ve kalabalık ortamlara girdiğinde, yanında durmak istediğin kişilerin hep tanıdık olmasını istersin ve buna özellikle dikkat edersin. Böylece, başına gelebilecek kötü bir durumda hem desteğin olmuş olur hem de bu durumların senin başına gelmesi olasılığını aza indirgemiş olursun. İşte biz de aynen böyle yapıyorduk. Yine de, diğer çocuklarla da tanışmıştık ve şimdilik büyük bir tehlike sezmemiştik. Aksine, herkesin ne kadar iyi ve dost canlısı olduğunu aramızda konuşmuştuk bile.

     İlk günümün bu şekilde sonuna gelmiştim. Son dersten çıktığımda, babamı kapının önünde gördüm, bana el sallıyordu. Hemen koşarak yanına gitmiştim ve heyecanla olan biteni bir çırpıda anlatmaya koyulmuştum ki, babam bana eliyle sus işareti yaparak beni arabaya bindirdi. Günümün nasıl olduğunu evde konuşmamızı önererek, diğer çocukları beklemeye başladı. Sonunda herkes gelmişti ve biz kasabaya dönmeye hazırdık.

     Ancak, yine o anlam veremediğimiz durum belirmişti; atlar yine çok huysuzdu ve gitmek istemiyorlardı. Aslında bu gitmek istememe durumundan çok, babamın isteğini -daha doğrusu, insanoğlunun isteğini- yerine getirmeyi istememe durumuydu. Ama babam vazgeçmiyordu ve yine kırbacı bastığı gibi atlar dört nala koşmaya başlamışlardı.

     Akşam eve geldiğimizde, annem hemen beni banyoya sürükledi. Ellerimi yıkayana kadar başımda bekledi ve tertemiz bir havlu vererek, ıslak ellerimi kurulamamı seyretti. Hemen yemeğe oturduk. Ben bir taraftan yerken, bir taraftan da ilk günümü anlatıyordum. Bazen yemek yemeği unutuyordum fakat annem hemen beni yemeğimi soğutmamam konusunda uyarıyordu. Hemen ağzıma bir lokma atıp tekrar anlatmaya başlıyordum. Yemekten kalktığımızda annem odama geldi ve kafamı öptü. Benimle gurur duyduğunu ve benim okumamın onlar için dünyada en çok istedikleri şey olduğunu söyledi. Çok gururlanmıştım, ne de olsa ailem benimle gurur duyuyordu. Yapmaya başladığım ödevlerimi daha da hırsla, bir o kadar da dikkatlice bitirmiştim ve artık yatmaya hazırdım.

     Ondan sonraki bütün günlerde, atların huysuzlukları günden güne artmaya devam etti. Her gün, bir önceki günden daha huysuz olmaya başlamışlardı. Babam da, onlara her geçen gün daha çok şiddet kullanmaya başlamıştı. Biz, çocuklar ise her geçen gün daha çok korkmaya başlamıştık. Bir gün, bu konuyla ilgili annem ve babamı mutfakta gizlice konuşurlarken yakalamıştım. Daha doğrusu, annem konuşuyor babam her zamanki gibi dinliyordu. Bir şeyler yapmazsa, atları tamamen kaybedeceğimizi söylüyor ve buna bir çözüm bulmasını istiyordu. Babam, annemin aksine, sakin görünerek anneme bir gülücük atıp, tartışmadan kaçmanın yolunu arıyordu. 

KIZIL DERİLİLER (1. BÖLÜM: BABAM)


     Henüz mükemmel arabaların, çamaşır veya bulaşık makinalarının, telefonların, televizyonların, kısacası teknolojinin olmadığı zamanlarda, hayvan gücünün maksimum kullanıldığı zamanlarda yaşıyordum. Bu yüzden de hayvanları dünyaca sevmemiz tartışılmazdı. Ancak, ne kadar seviyorduk, bu tartışılırdı. Bu sevgi, başlarını severek, onlara mama vererek ve bütün gün onlarla oynayarak geçirdiğimiz günlerin toplamında oluşan bir sevgi miydi? Yoksa sadece, güçlerini kullandığımız ve bu sayede bize faydaları dokunduğu için içimizde oluşan, zamanla büyüyen ve en uç noktaya kadar bu faydadan beslenen bir sevgi miydi? İşte bunu düşünmeme sebep olan bir sürü olaylar silsilesi ile karşı karşıya kaldım ve bu olaylardan önce asla bu ayrıma düşmezdim.

     Her gün, sabah erkenden uyanıp okula gidiyorduk. Çoğu diğer öğrenciler gibi, biz şanslı değildik. Oturduğumuz kasabanın yakınlarında bir okul olmadığı için uzak bir okula gitmek zorunda kalıyorduk. Kasabamızda okul olmayışı, geri kalmış kafaların düşünceleri sonucu oluşmuştu ama bunu idrak edemeyecek kadar küçüktük. Bu konuyu büyükler hiç konuşmazdı, konuştuklarında ise sadece aile arasında ve fısıldayarak, anlayamadığımız birkaç kelime söylerlerdi. Biz çocuk olduğumuz için herhalde anlamazdık. Belki de orada burada ailelerimizin aralarında konuştuklarını elaleme anlatmayalım diye böyle garip ve farklı kelimelere ihtiyaçları vardı.

     Farklı bir konuda ise şanslı grubun içindeydik; çocuklarını okula gönderen o görünmez olmuş azınlığın içindeydik. Öte yandan, babam benim mutlaka okumamı istiyordu, her fırsatta okuyup, adam olmanın ne kadar önemli bir husus olduğundan bahsediyordu. Böylece, “ne olursa olsun, okuyacaksın” demişti bana. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bana söylediği en büyük ve en önemli sözünü tutmuş olduğunu görüyorum.

     Dediğim gibi, babam seferber olmuştu ben ve başka okumak isteyen birkaç çocuk için. O zamanlar ulaşım sorununu bir şekilde çözmek için atları kullanırdık. Fakat, bu kadar çocuk, o at arabalarına sığamadığı için, babam küçük ama at arabasından da bir o kadar büyük, garip bir arabamsı bir alet yapmaya başlamıştı. Bütün yaz, o arabayla uğraşmıştı, sırf beni okutmak için. Gizlice arka barakada tasarladığı arabayı kimseye göstermiyordu. Saatlerce oradan çıkmıyordu, kimselere anlatmıyordu. Zaten kendisi gizli kutuydu ve bu sayede bu özelliğini iyice belli etmiş oldu.

     Nihayet, okulların açılma zamanı geldiğinde, araba da bitmişti. Bir gün, okula gidecek olan bütün çocukları çağırmıştı arka bahçemizdeki barakaya. Kocaman bir şey ve üstünde bembeyaz kocaman bir örtü gördük. İyice merak etmeye başlamıştık, aynı zamanda da heyecanlanmıştık. Ve işte o an! Pat diye indirdi örtüyü. Gözlerimize inanamamıştık; babam üstü kapalı, at arabasından çok daha büyük, sarı renkli ve at gücüyle gideceğini tahmin ettiğim bir araba yapmıştı. At arabasından farklı olarak, bu sefer atlar arabanın içinde ve en öndeydi. Öne bir tane boydan boya büyük bir cam parçası monte etmişti. Hemen arkasına da atları yerleştirmişti. Onun hemen arkasında da atları yönlendirecek olan, şoförün oturacağını tahmin ettiğim bir koltuk vardı. En arkada ise iki tane tekerlek vardı.

     -Haydi çocuklar, geçin içeri de size nasıl gideceğinizi göstereyim, dedi. Hemen içeriye doluştuk, herkes oturacak yer buldu kendine. Daha da bir sürü yer vardı. O zamanlar, neden dolmayacak kadar büyük bir araba yaptığı bana çok mantıksız gelmişti ama sonra yaşayarak anlayacaktım bunun cevabını. Bütün diğer çocuklar, o arabayı görünce okumak isteyeceklerdi. Kimisi gizlice, kimisi ailesiyle kavga ederek... Ama bir şekilde dolacaktı bu araba.

     Biz yerleştikten sonra, babam sürücü koltuğuna oturdu ve atlara kırbacı bastı. Atlar hemen koşmaya başladılar, biz o sırada çok mutluyduk. Babam, okula kadar gidip geri geleceğimizi söylediğinde ise çok heyecanlanmıştık. Yollar çok bozuktu, sürekli sallanıyorduk. Aslında korkuyorduk da ama heyecanımız o kadar büyüktü ki, korkumuzu gölgeliyordu. Babam, atlara her kırbacı bastığında, atlar daha da sinirli bir şekilde gitmeye başlamışlardı. Bir ara savrulacak gibi olduk ama babama güveniyordum ve bize bir şey olmaması için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordum.

     Atlara gelecek olursak; hayatımda gördüğüm en güzel atlardı. İkisinin de rengi kızıldı, saçları ve kuyrukları da kızıldı. Gözlerinde anlamak isteyip de anlayamadığım bir ifade vardı. Daha önce hiç bir atta bu ifadeyi görmemiştim. Kendi kendime ne olduğunu tahmin etmeye çalıştım; mutluluk muydu acaba bu ifade, ya da bize karşı duyduğu sevgi miydi? İkisinin arasında gidip geliyordum fakat bu ifadenin insanlara karşı duydukları o büyük nefret olduğunu bilmiyordum.

     Okula gidene kadar, bir sürü dağlardan, vadilerden ve ikisinin arasına yerleşmiş göllerin yanından geçmiştik. Yol olmadığı için çok yorucu bir yolculuktu bu ama kimse bizim enerjimizi çalamazdık artık. Biz, okula gitmeye hazırdık! Babam, her gün bizi kendinin getirip götüreceğini söylediğinde içim daha da ferahlamıştı. Artık korkmam için hiçbir sebep yoktu. Okulu biraz gezdikten sonra, tekrar kasabaya doğru yola koyulduk ve akşam olduğunda heyecan içinde yataklarımıza yattık. Yarın büyük gündü; okulların açılış günü! 

İSTANBUL


Birine aşık olduğumu hissettiğim en garip anlardan biri, nefreti de hissettiğim anlardır. Nefret olmadan aşkı anlayabilmem her zaman imkansız olmuştur, çünkü; aşkı, sevgiyi duymak demek, onun nefret ettiğin özelliklerini bilerek kabul etmek demektir. En kötü gününde, sana hiç yardımcı olmasa bile ve o anda ondan nefret ettiğini söylesen bile, sabah uyandığında ve yeni bir gün başladığında nerede kaldıysa oradan devam ederek ona aşık olmaya tekrar devam edebilmek demektir sevgi. İşte ben kimi zaman duyduğum nefretle, kimi zaman duyduğum hayranlıkla, kötü taraftarıyla da iyi taraflarıyla da, her gün bana umut vererek beni güne başlattığı için asla vazgeçmeyeceğim bir sevgi duyuyorum içimde; belki aşk belki hayranlık. Nereye gidersem gideyim, dünyayı dolaşsam bile tekrar dönüp geleceğim yerin burası olduğunu biliyorum. Ne o benden vazgeçebilir ne de ben İstanbul'dan vazgeçebilirim.
İşte ben İstanbul'u böyle seviyorum; bazen nefretle bazen ümitle. Sabahına kötü başladığım günlerde, daha mutsuz olamam dediğim günlerde, karmaşası, trafiği veya gürültü kirliliğiyle -çoğu zaman da insanlarıyla- beni daha da mutsuz etmeyi hedeflermiş gibi bir hali oluyor bazen. İçimdeki ses avazı çıktığı kadar “İstanbul, senden nefret ediyorum” diye bağırıyor böyle günlerde. Bitmesini istediğim o kadar çok gün oluyor ki, sanki bu şehir bitmesini engelliyormuş gibi geliyor. Yarım saatlik yolu iki buçuk saatte giden insanların isyanıyla, korna seslerinin bitmek tükenmek bilmemesiyle, yılın dokuz ayı durmadan yağan yağmuru ve çamura bulanmış sokaklarıyla kendisinden nefret etmeme neden oluyor çoğu zaman. Ancak, her şeyden bıkmışken, herkese, her şeye karşı nefret kusacak duruma gelmişken, sanki o benim bu durumumu anlıyormuş gibi beni güne bambaşka bir İstanbulla uyandırıyor. İçime ümit, yüreğime insan sevgisi dolduruyor. Zamanın en sevdiğim günlerinden birini yaşatıyor. İşte bu tarz günlerde içimdeki ses “daha mutlu olamam, asla daha mutlu olamam” diye haykırıyor hayranlıkla.
Anadolu Yakası'ndan ne zaman Avrupa Yakasına, kendi bildiğim topraklarıma, köprü aracılığıyla geçtiğimde, hele de hava güneşliyse, içimi mutluluk kaplıyor. Upuzun köprüden geçerken Boğazı izliyorum. Güneş ışınlarının deniz suyunun üstüne vurmasıyla ortaya çıkan parlaklık gözlerimi kamaştırıyor. Ben üst tarafta, köprüden geçen arabalar ile, denizdeki teknelerin, özel yatların, yurtdışından geçen lojistik gemilerin birlikteliği, ahengi buluştuğunda ortaya çıkan görüntü zamanımın en güzel vakti oluyor. Hele ki karşı yakaya deniz yoluyla geçtiğim motor veya gemi eklenince, belki de bir boğaz turu teknesinde oturup etrafı izlediğim zamanlarsa- İstanbul'un muazzam güzelliğine bakarak, havasını içime çekiyorum. Denizin önündeki yalıları, o yalıların içinde yaşayan insanların görüntülerini, yalıların denize bakan tarafındaki bahçelerinin içine oyulmuş havuzları görüyorum. Havuz ve deniz suyunu aynı karede görebilmek ve hissedebilmek içimdeki aşkı daha da alevlendiriyor. Bir başka güzelliği de boğazın, içine monte edilmiş adacığının bulunmasıdır belki de. Galatasaray adası ismini verdikleri bu adanın içi bir tasarım harikası bence. Restoranlarıyla, havuzuyla bir başka yerde olduğumu hissettiriyor bana.
İstanbul'un sadece boğaz güzelliğinden bahsetmek kendi öz evladıma ihanet etmekle aynı şeydir benim için. Şehrin merkezi dediğimiz Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi... Ne zaman bu şehirden uzak kalsam en çok özlediğim, koşa koşa kollarına atlamak istediğim bir sevgilim olduğunu düşündüğüm yeridir Taksim. Gündüz ne kadar kalabalıksa, akşam da, gece de o kadar kalabalıktır burası. Asla bitmeyen, sabahlara kadar süren gece hayatıyla Avrupa'nın hangi şehrine gidersem gideyim benim için en mükemmel yer olacaktır Taksim. Her çeşit insanı barındırır bünyesinde; genci yaşlısı, fakiri, orta hallisi, zengini... Hepsinin de gidecek yeri vardır Taksim denince. Nevizadesiyle, Asmalımescid'iyle, şimdilerde gençlerin mekanı olan Küçük Beyoğlu'suyla, pasajlarıyla, müzesiyle, nostaljik tramvayıyla bir bütündür Taksim. Her tür eğlence bulunur içinde. Kışın cıvıl cıvıl insanların kalabalıklığıyla içim ısınır her seferinde. Yazın da ayrı güzeldir Taksim. Kim bilir kaç kere gitmişimdir, her gittiğimde yeni bir mekan keşfederim ben Taksim'de.
Sultanahmet meydanının hakkını yememek gerekir, Galata Kulesi şahanedir, Haliç'i Levent'i, Etiler'i, Bağdat Caddesi, Nişantaşı Caddesi, Acıbadem... Hepsi ayrı bir güzeldir. Bütün bunların içinde çürümüş İstanbul da vardır elbet. Gecekonduları, çarpık kentleşmesi, bünyesinde barındırdığı köyleri vardır. Hava ve en çok da gürültü kirliliği rahatsız eder beni. Ulaşımın yeni yeni oturması içime ümit dolduruyor olsa da hepsiyle bir bütün olduğu için bu kent, iyisiyle kötüsüyle çok seviyorum ben İstanbul'u.

19 Eylül 2011 Pazartesi

SON

Çoğu zaman yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyorum. Bu ihtiyacımı gidermek benim için o kadar zor ki; hayatımın içinde yaşayan birçok insandan uzaklaşabilmek ve "benim" olan hayatı yaşayabilmek tam bir hayal. Nasıl davranmam gerektiğini söyleyen, hangi durumlara nasıl tepkiler vermem gerektiğini anlatan, ne giymem, ne olmam, ne yapmam, ne yapmamam gerektiğini söyleyen yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan. Hepsi her gün karşımda duruyor ve bana o aşağılayıcı gözlerle bakıyorlar. Aslında aşağılayıcı göz tanımını yapmam doğru olmayabilir çünkü her durum nereden baktığıma göre değişiklik gösterir; tek bir durumun altından yüzlerce sebep çıkarabilirim. Ama önemli olan hangisini hissetmeli, anlamalı ve kavramalıyım?
Çok basit. Sadece çok basit. Cevaptan bahsediyorum tabiki. Toplumun, mahallenin ve kültürün emrettiği neyse onu yapmaya mecbursun. Türkiye'de yaşıyoruz; "kızlar" evlenmeden cinsellik yaşayamaz eğer yaşarsa orospu damgası yerler. Erkekler evin reisi aynı zamanda tartışmalara son noktayı koyan insandır. Sen eğer dişiysen; eve belli bir saatte girmek zorundasın, erkeksen; böyle bir zorunluluğun yok. Burada sadece yüzde beşlik bir kısım var bu kurallara uymadan yaşayan. Bazen isyan etmek istiyorum. Hiçbirini takmıyorum diye haykırmak istiyorum. Kızlar bakire kalmamalı, bu toplumun bastırılmış cinselliğine bir çözüm bulunmalı diye bağırmak istiyorum. İsyan çıkarmak, bütün kuralları kökünden değiştirmek istiyorum. Sonra da bunun imkansız olduğunu bildiğim aklıma geliyor, susuyorum, büzülüyorum ve üzülüyorum. İçimden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor. Lanet olsun böyle düzene diyorum. Hepinizden nefret ediyorum diyorum.
Pornolar bile erkekler için yaratılmış olan bu dünyada kadının kendi gücünü keşfetmesi, kendini anlayabilmesi ne kadar imkansız. Cinselliğe ilgi duyan kadın, buna ihtiyacı olan kadına normal gözle bakılması ne kadar imkansız. Toplumu ve onun kurallarını önüne alıp, bildiğin yolda ilerlemeye kalkmak ne kadar imkansız. Erkeklerin düşüncelerini değiştirebilmek, bakire biriyle evlenip evlenmemenin hiçbir öneminin olmadığını onlara anlatabilmek ve anlamasını sağlayabilmek ne kadar imkansız. Mahalle baskısının ortadan kalktığı bir hayat hayal etmek -hatta edebilmek- ne kadar imkansız. Evlilik dışı çocuğu olacak bir kadının ölmek zorunda olmaması ne kadar imkansız. Töre cinayetlerini, kızların erken yaşta evlendirilmesini, kan davalarını ortadan kaldırabilmek ne kadar imkansız. Böyle bir dünyada yaşadığım için kendimden tiksiniyorum; böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum.
Şimdi hatırlamıyorum, hatta hatırlamak için haftalardır hafızamı yokluyorum fakat sonuç alamıyorum, bir filmden ya da bir diziden belki de bir kitaptan bir replik hatırlıyorum; İnsan vücuduna girmiş olan Tanrının, bir kişiyle olan diyaloğu...
     -Sizin dünyanızla ilgilenmeyi ne zaman kestiysem hepiniz birbirinizle savaşa tutuştunuz, açlıktan öldünüz, çıkarlarınızın kurbanı oldunuz; Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Hiroşima... Hepsi sizin ürününüz. Dünyanın olması gereken düzeni değil, sizin yaptığınız bir durumdu hepsi, der Tanrı.
Ne kadar da doğru bir replikti bu. Keşke hatırlayabilsem hangi filmdi, hangi diziydi ya da hangi kitaptı. Tekrar tekrar izlesem, okusam... Biz kendi çıkarlarımızın kurbanı oluyoruz, daha sonra bu bencilliğimizin yol açtığı bedelleri çok ağır ödüyoruz. Oysaki çok bir şey değil ihtiyacımız olan; sadece biraz sevgi ve saygı. İnsanlara olan sevgi, dünyaya olan sevgi, birbirimize olan saygı. Her şeyi teker teker tükettik; elimizde çok az miktarda sevgi ve saygı kaldı. Ancak artık bu ikisini de kaybetmek üzereyiz. Keşke biraz daha dikkatli olsak, keşke biraz daha düşünceli olsak. Her şeyden öte birazcık sevgi dolu olsak. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" demişler atalarımız. Keşke bu cümleyi her fırsatta kendimize hatırlatsak. Bu kadar nefret dolu olmasak, yüreğimize başka insanların sevgilerini katabilsek.
Şu an dünyaya baktığımda gördüğüm manzara çok acıklı; artık iş işten geçmiş, her şeyi tüketmişiz. Sonumuzun nasıl geleceğini merak ediyorum ama görebileceğimi düşünüyorum, çünkü; çok az kaldı. İçimizdeki bu iki küçük değeri de kaybetmemize sadece birkaç insan ömrü kaldı. Artık sonsuzluğa daha yakınız, dünyaya daha uzağız. İşin üzücü tarafı; hiçbirimiz bunu göremiyoruz.

18 Eylül 2011 Pazar

ALDATMA

Çocuk, dünyanın en mükemmel sevgilisiydi. Gülüşü, bakışı, sevgisi, bakış açısı, yakışıklılığı... Her kadının bir ömür yanında olmasını isteği tipten bir sevgiliydi. Kız, onu seviyordu. Onunla her şeyin güzel olacağına adı gibi emindi. Fakat, bir şeyler eksikti. İsmini koyamıyordu; sadece bir şeyler eksikti. Olmasını istediği ama tam olarak da ne istediği belli olmayan birtakım durumları hayatında istiyordu. İstedikçe istiyordu. Belki de biraz doyumsuzdu, aç gözlüydü. Tek kişinin, tek bir karakterin varlığı onu tatmin etmiyordu. Ancak; yanlış bir şeyler yapmadan önce mutlaka oturup düşünmeliydi. Yoksa her şey bir çıkmaza sürüklenebilirdi. Sonuç olarak; gençliğin de verdiği bir deli fişek kanla beraber düşünmek istemedi ve her şey paramparça oldu.
Evet, biriyle tanışmıştı. Çok etkilenmişti. Önceleri düşüncelerine sahip çıkabiliyordu. Bunun ne kadar da saçma bir duygu olduğunu kendine hatırlatıp duruyordu. Sonraları, bunu zaten bildiğini, sürekli kendi kendine konuşmasının fikirlerinin önüne geçen şey olmadığını algıladıktan sonra artık susmaya başlamıştı. Eğer susmasaydı, kendi kendine konuşmaya devam etseydi, her fırsatta bunun ne kadar saçma bir fikir olduğunu hatırlatsaydı belki hayatı böyle bir çıkmaza dönüşmeyecekti ve belki de hala o mükemmel sevgilisiyle mutlu olacaktı.
İkisinin arasındaki o belirsiz şeye "arkadaş" süsü verip konuşmaya devam etti, konuştukça konuştu. Muhabbetleri daha da ileri gitmeye başladı. Sorun ise kızın hala bunu kendisine itiraf etmek istemediği için durumu, saçma bahanelerle geçiştiriyor olmasıydı; arkadaşlığımız giderek çok yakın bir hal alıyor, ortada ilişki denen bir şey yok, saçmalıktı. Ortada bal gibi de ilişkiye dönebilmesi çok yüksek olan garip bir durum vardı. Her şey ama her şey kızın elindeydi. Uzak durmalıydı. Duramadı. Belki o da durmak istemiyordu zaten. Her şeyi yaşamaya hazırdı belki de. Artık hiçbir şey umrunda da olmayabilirdi.
Bir gece beraber dışarı çıktılar. Kız hala arkadaşça bir takılma olduğunu düşünüyor -aslında düşünmek istiyor- aralarında bir şey olacağına ihtimal bile vermiyordu -vermek istemiyordu, ya da istiyordu; kalbi isterken beyni onu durduruyordu-. Oysaki, yeni çocuğun fikirleri çok başkaydı. Kızı ilk gördüğü andan itibaren ona tutulmuştu ve bu gece çok şık planlar yapmıştı. Onu kazanmaya niyetliydi. Kızın sevgilisi olduğunu biliyordu fakat bu onun için önemli değildi; kız istedikten sonra aralarına "erkek arkadaş" giremezdi. Böylece onun için çok önemli olan bu gecenin işleyişinin nasıl olması gerektiğini haftalarca düşündü, taşındı. Ne yapabilirdi, düşündü.
O gece ikisi de çok gergindi ve ikisi de çok net bir şekilde bunu belli ediyorlardı. Kız gergindi çünkü; sevgilisini üzecek bir şey yapmamak için kendini olabildiğince kasmıştı. Çocuk gergindi çünkü; kızı o gece kazanmakta kararlıydı. Birkaç Scotch'tan sonra, ikisi de gerginliğini attı. Hafif çakır keyif olmuşlardı ve yumuşamaya başlamışlardı. Sohbet iyice ilerlemişti ve gürültülü mekanda birbirlerini daha net duyabilmek için iyice birbirlerine yaklaşmışlardı. Ne olduysa o anda oldu. Kız içinden, bu kadar yeter, kendine gel diyerek, kendini çocuktan çekmeye niyetlenmişken, çocuk; o anda kızın dudaklarına yapışmıştı. Kız önceleri dirense de daha fazla direnemeyerek kendini teslim etmişti. O geceyi de birlikte geçirmişlerdi. Belki zaman dursaydı ve hala birbirlerini net duyabilmek için yakın mesafede olsalardı ve kız kendini çekmek için iki saniye daha erken davransaydı, aynı yatakta uyanmayacaklardı.
Sabah olduğunda, çocuk çoktan uyanmış kızın güzel yüzünü inceliyordu. O kadar çok mutluydu ki, hemen kalkıp kahvaltı hazırlamalı ve tepsiyi yatağa getirmeliydi. Aynı film yıldızı gibi hissediyordu kendini. Tepsiyi hazırladıktan sonra, bahçesinden kopardığı kıpkırmızı ve kocaman gülü de tepsiye koymuştu. Oysaki bilmiyordu, kız güllerden nefret ederdi.
Kız da uyanmıştı. İçi ağlıyordu, sadece güllerden değil kendinden de nefret ettiğini düşünüyordu. Hiçbir şey istemediğini, sadece gitmek zorunda olduğunu söyledi. Çocuk anlamıştı. Konuşmak istedi, kızı tekrar yatağa oturttuktan sonra onun için ne kadar önemli olduğunu ve onu kazanmak için her şeyi yapacağını söyledi. Fakat kız, aynı duyguları hissetmiyordu. Apar topar hazırlandıktan sonra evden kaçarcasına çıktı. Sevgilisinin yanına gidip her şeyi anlatacaktı. Ne kadar üzgün olduğunu ve onu çok sevdiğini. Söylese bile artık her şeyi bitirecekti sevgilisi. Onun ne kadar gururlu biri olduğunu biliyordu. Düşündüğü gibi oldu ya da olmadı belki de. Çocuk sadece yalnız kalmak istediğini ve onu görmek istemediğini söyledi.
Günler geçti. Yeni çocuk onu hala sevdiğini ve onunla beraber olmak istediğini söylerken, sevgilisinden haber yoktu. Kesinlikle pişman olmuştu; yeni çocuğu istemiyordu. İstediği tek kişi vardı o da sevgilisiydi ama onu da zaafları yüzünden kaybetmek üzereydi. Böylece yeni çocuğa; onu istemediğini söyledikten sonra sepetledi. Sevgilisine gelince; iki hafta sonra kızı affetiğini söyledi. Kız çok mutlu oldu, her şeyin daha mükemmel olacağını düşünüyordu. Oysaki, bir ay sonra sevgilisini başka bir kızla evinde sevişirken basacağını ve aralarındaki her şeyin biteceğini, kendisinin de o yeni çocukla yeni bir ilişkiye başlayacağını bilmiyordu.

HAKSIZLIK

Herkesin bildiği ve konuştuğu bir kadın vardı. Bu kişinin ne güzelliğiydi, ne alçakgönüllülüğüydü ne de zekasıydı konuşulan. Muhabbeti ve tartışma konuları etrafındaki herkesi rahatsız ediyordu. Hatta kızı da dahil hiç kimse onunla bir yerlere gitmek, birkaç organizasyona katılmak, vakit geçirmek istemiyordu; çünkü, ağzını açtığı andan itibaren kimse onu dinleme tahammülünü göstermiyor; daha doğrusu gösteremiyordu.
Yaptığı tek şey; yaşadığı hayatı görgüsüzce gözler önüne sermek, zengin olmayan insanlarla muhabbetini kesmek, etrafta saçma sapan, 43 yaşındaki çocuklu bir kadına yakışmayacak birtakım sözler sarf etmekti. Her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini sanarak kendini rezil etmek, sürekli kızıyla ilgili -benim kızım çok güzel, çok akıllı, çok zeki, sevgilisi böyle yakışıklı, hayalleri ve amaçları şöyle güzel- etrafa hava basmaktı.
Ortadan kaybolduğunda onun hakkında bir sürü dedikodular dolanırdı. Arkadaşım dediği insanlar, O ortada yokken, arkasında milyonlarca olur olmadık sözler söylerlerdi. Sürekli konuşup, hiç susmadığı için alay konusu olurdu. Herkes ama herkes onun açığını yakalamak istercesine birtakım garip davranışlar sergilerlerdi.
İçlerinde bir kişi vardı. Bu bir kişi de başından beri bahsi geçen kadını sevmemesi -aslında sevmemek doğru kelime olamazdı; doğru kelime, son zamanlarda hoşlanmamaya başlamak olabilirdi- için yeterli sayıda olay yaşamıştı. Onun için bile düşünceden öteye geçemeyen "hayallerini" ilk defa ona anlatmıştı. Sonuç olarak ise; başka insanların ağzından kendi hayallerini alaycı ve dalgacı bir şekilde öğrenmişti. Sonradan görme kızıyla ilişkisini keseli zaten birkaç ay -belki de bir yıl- olmuştu; çünkü, onun da konuştuğu tek konu PARAydı. Oysaki kendisi minimum kazançla olabildiğine yüksek manevi tatminliği hedeflemişti. Onun için ne marka, ne haut-niveau yaşam tarzı ne de her yıl "çıkılmak zorunda olunan" -sırf diğerlerine hava basmak için yapılan yurtdışı planları önemli değildi. İstediği tek şey vardı; o da manevi mutluluğu yakalayıp ölene kadar kaybetmemeye çalışmaktı.
Kadın, sürekli bir şekilde hayatını överken su altından da onun hayatını yerin dibine batırmayı amaçlamış gibi birtakım lüzumsuz davranışlarda bulunuyordu. Aslında sadece ona karşı da değil, bunu herkese karşı yapıyordu. Belki istemeyerek, farkında olmayarak... Kim bilir? Kimse bilemez. Ancak; bu sadece kompleksli insanların yapacağı türden bir hareketti.
İşte bir gece... Muhabbet doruktayken, yenilip içilirken, insanlar mutlu ve kimse bu kadını takmamaya özen gösterirken, bütün bunlar olup biterken, kadın geç oldu gerekçesiyle oturduğu yerden kalkıp herkese veda ediyordu. Gittikten sonra bir söz sadece bir söz; "başım ağrıdı!"
Bütün seneler boyunca etrafındaki insanlar bir şekilde hep bu kadının arkasından konuşurlarken, o susmuştu hep dinlemişti. Sadece bir kere yaşadığı -belki de artık daha fazla içine atamayıp yaşayamadığını fark ederek içinde oluşan duygu patlamasıyla verdiği küçük çaplı bir tepki cümlesiydi verdiği bu tepki: Başım ağrıdı!
Altından çok anlam çıkarılabilecek bir sözcüktü. Başı ağrımıştı ama neden? Kadın susmazcasına konuştuğu için mi? Yoksa görgüsüzlüğünden dolayı mı? Belki de sadece başı ağrımıştır ve ağrı kesiciye ihtiyacı vardır. Ya da o bile bu sözcüğü söylerken farkında değildir, olamaz mı? Belki de kasten söylemiştir. Onun hakkında ya da değil. Ne önemi var ki? Önemli olan tek şey bu laftan sonra insanların -kadın hakkında susmadan sürekli dedikodu yapan insanların- bu tepkiyi ayıplamasıydı.
Böylece artık yemin etmişti konuşmamaya, insanlarla ilgilenmemeye ve birkaç kişi dışında kimseyle görüşmemeye. Artık hiçbir şey önemli değildi, umrunda değildi. Umrunda olan tek şey artık; kendisi ve hayatıydı.

15 Eylül 2011 Perşembe

KISKANÇLIK

     Ne zaman bana gözlerini dikip bakarsın, ben seni o zaman fark ederim. Bakışlarında, gözlerinde emin olamadığım bir şey var. Bu duyguyu çözmek çok zor. Sanırım zamanla anlayabileceğimi düşünüyorum. Şimdilik bu duyguyu sevgi olarak nitelendiriyorum. Biz seninle beraber birtakım olaylar yaşıyoruz, hayatlarımızdan kimler geliyor kimler geçiyor; kovalayamıyoruz. Ben beraber dimdik olacağımızı düşünürken sen, kafanda bambaşka planlar yapıyorsun. Böylece biz ikiye ayrılıyoruz; bir bedenin kılıçla ikiye ayrılması gibi.
     Bazen çabalamak yetmiyor. Fedakarlık denen şey tek taraflı olmuyor. Beni günden düne domine etmeye çalışıyorsun. Artık "ben" tarafın "biz"den çok daha fazla ağır basıyor. Bu durumlarda ben hala çabalıyorum. Boşa çabalıyorum senin için. Biz artık bittik çünkü. Dostluğumuz, sırdaşlığımız, her şey... Artık bambaşka hayatlara sahibiz. Bambaşka evler, bambaşka şehirler hatta bambaşka ülkeler. Beni tüketiyorsun, içimde ne kadar sevgi, ne kadar olumlu düşünce varsa hepsini bitiriyorsun. Bütün sevdiklerimi elimden aldın; bazen isteyerek bazen istemeyerek. Sonuçta hep umutsuzluğa düşen ben oldum. Hep kazanan sen oldun. Tabii eskiden kafamda oluşan düşünce buydu. Aslında beni sen kazandırmış oldun; çünkü ben savaşmayı öğrendim.
     Hani diyordum ya ilk başta bana bakışlarının altındaki o "duygu"yu anlayamamıştım ancak onun sevgi olduğunu düşünüyordum diye; işte kıskançlıkmış meğer o duygu. Gözbebeklerinin içine doğru baktığımda çok net bir şekilde gördüm o duyguyu. Anlaşılması çok güç fakat dikkatli bakıldığında bir o kadar da kolaymış. Bir zamanlar seninle geçirdiğim vakitlerden zevk alırdım; beraber çok eğlenirdik ve sen benim dostumdun. Şimdi eskiye dönüp baktığımda korkuyorum; kendimden korkuyorum. Şaşkınım; kendime şaşıyorum. Bunu nasıl daha önce anlayamamışım diye. Şimdi her şeyi çok belirgin anlıyorum. Hayatıma girmiş olmandan dolayı çok pişmanım ama bir o kadar da memnunum. Sen bana benim asla öğrenemeyeceğim bir şeyi yaşatarak öğrettin. İşte sana sadece bu yüzden teşekkür ederim. Bir de hayatımdan çıktığın için.

NEFRET

     İnsanlar sana yaklaşmak istiyorlar ama sen onları kendinden kaçırıyorsun. Sana bir adım atıldığında sen bin adım geri gidiyorsun. Hayatı sevmiyorsun, etrafındakileri sevmiyorsun, hatta aileni bile sevmiyorsun. Sürekli şikayet ediyorsun. Midende durmaksızın bir bulantı var; geçmek bilmiyor. Sorun şu ki, böyle devam ettiğin halde hiçbir zaman geçmeyecek bu mide bulantın. Çünkü nefret dolusun. Eleştiriyorsun, dalga geçiyorsun, küçümsüyorsun, büyük dağları sen yaratmışsın gibi burnun havada. Ancak, küçük bir dağ bile yaratamamışsın. İşte seni üzen şey bu aslında. Hiçbir şey olamamak, hiçbir şeye tutunamamak, hiç olma duygusu. Sırf bu yüzden işte bu saldırganlığın. Oysaki, bütün bu yanlışları yapmak yerine içine sevgi doldursan, bütün nefretini silsen ve sevmeyi öğrensen, işte o zaman bir şeyler olabilirsin.
     Hayatı yaşayabilmek. İki anlamsız kelimenin bir araya gelerek anlamsız bir "cümlecik" haline gelmesi. Düşündüğünde anlamı çok derin; daha doğrusu anlamları çok derin. Hayatı yaşamak, yaşayabilmek. Nasıl yaşamak? İyi şartlarda. Kötü şartlarda. Uzun uzun. Kısacık. Kaygısız, dertsiz. Kaygılı, düşünceli. Kimin hayatını yaşamak? Kendi hayatını mı yoksa başkalarının sana dayattığı hayatı mı? Kendi kararlarını verebilerek hayatı yaşayabilmek ya da kendi kararlarını verdiğini sanarak hayatı yaşamak. Korkusuzca yaşamak. Yaşamaktan korkmak. İstediğini yapabilmek. Düzene uyum sağlamayı öğrenebilmek. Ortaya bir tepki koyabilmek; birtakım haklar için sonsuza kadar savaşarak bu uğurda hayatını "kaybetmeyi" bekleyerek yaşamak. Ya da amaçsızca, sadece dünyaya geldin, o halde yaşamaktan başka çaren olmayarak yaşamaya devam etmek. Dünyaya bir çok değer bırakarak hayatını yaşamaya devam etmek. Buradan silinip gittiğinde hiçbir izinin kalmamış olacağını bilerek yaşamaya devam etmek. -Eğer inançlı bir insansan- O'na gittiğinde sana cennetin kapılarını açması için hoşgörülü, saygılı ve kimseye yanlış yapmadan yaşamak...
     Sen bu saydıklarımın tek bir tanesine bile giremiyorsun. Ne olumlu yönden ne de olumsuz yönden. Çünkü, sen kendi hayatının farkında bile değilsin. Herkes için, ailen için bile ölüsün belki de. Hayatı ne iyi anlamda ne de kötü anlamda yaşamayı bilmiyorsun. Sen yaşamıyorsun. İçindeki kibir ve nefret bütün hayatına veba gibi yapışmış. Sen vebalısın. Bu durumdan kurtulabilmenin tek bir yolu var; o da sevebilmek. Sevgiyi kalbinin ortasında hissetmek. Değer verme duygusunu özümseyebilmek. İşte bunları yaptığın gün, belki bir gün, bu vebadan kurtulursun.
     Çoğu hastalıklardan kurtulamıyor insanoğlu. Ancak, erken teşhis edilen hastalıklardan, eğer şanslıysa, kurtulabilir kişi. Bazen her şey için çok geç olabilir. Bunu anlamak için, yine de tedavi olmayı seçer. Erken mi ya da geç mi ancak deneyerek öğrenebilir. Denemekten korktuğunda ise, şanslı olsan bile, görülen sondan kaçınamaz. Tek yol tedavi olmayı isteyebilmek. Çünkü o zaman "en azından denedim" diyebilir.
     Senin için de iki yol var; tedavi olmak ve iyileşip iyileşemeyeceğini görmek, ya da tedavi olmayı reddetmek; bu nefretinle yaşamaya devam etmek. Hangisini seçersin bilinmez ama...seçmeyi bilmelisin bir an önce.

UNUTULMAYACAK NOT (1)

     Kaygısızca yazıyorum bütün kafamdakileri, soru işaretlerimi, ünlem işaretlerimi hatta üçnoktalarımı. Kaygısız olmak çoğu zaman benim için verilen en doğru karar fakat bazen de umursamaz olmaktan korkuyorum. Olmak istemediğim tek bir şey varsa donukluk, istemediğim tek şey tepkisizlik ve en çok nefret ettiğim şey umursamaz olmak. Ancak, fark ediyorum ki günden güne insanlara daha fazla tahammülsüz kalıyorum, olaylara daha fazla tepkisiz oluyorum ve verilen tepkilere daha fazla umursamaz bakıyorum. Yavaş yavaş, olmak istemekten en fazla kaçındığım insan tipi haline dönüşüyorum. Hatta en kötüsü de belki, bazı zamanlarda -bunları yazarkenki halimden çok çok çok farklı olduğum zamanlarda- bu durumu "umursamaz" bir bakış açısıyla geçiştirdiğim günler olduğudur. Bu konuda birtakım değişiklikler yapmak zorunda olduğumu hissediyorum. Umursamaz, kibirli ve bencil olmaktan kaçınan ben değil miydim? Ya da insanların önemli bir çok olaya tepki göstermemesini, bütün kötü durumları göz göre göre yutmalarını eleştiren ben değil miydim? Kuşkusuz bendim. Şimdi en çok yapmak istediğim şeyleri yapma vakti benim için. Bu yazıyı yazıyorum çünkü ne zaman nefret ettiğim bu ruh haline geri dönersem, o zaman geri dönüp okuyacağım. Böylece kendimden tiksinti duymamı sağlamış olacağım ve özüme dönmüş olacağım. Bu tiksintiyle yaşayamayacağımı çok iyi biliyorum. Ben, beni biliyorum. Önemli olan da bu. Ancak, günün birinde bu yazı dahi hiçbir şeyi değiştirmezse... İşte o zaman bir gün gelirse... Ben de kendime duyduğum tiksintiyle ölmeye mahkum olacağım. Hem de kendi tiksintimin farkına varmadan, ki bu da daha tiksindirici bir durum haline dönüşecek.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Yeni > Eski

     Yeniden başlamak çoğu zaman en güzel şeydir; çünkü yeni başladığın iş, durum, hayat, vs. ne olursa olsun, bir öncekinin tecrübesiyle her zaman daha güzel bir hale dönüşecektir. İşte, bu nedenden dolayı insan kendini sürekli yenilemelidir. Eskiye bağlı kalan bir şey ölüme mahkumdur; çünkü değişen en büyük olay başlı başına zamandır. Zamana ayak uydurmak insanların yapması gereken en önemli harekettir. Bunu yapmayanlar, yeni zamanı reddedip eskide kalan insanlar erken erimeye mahkumdurlar. Eski, hiçbir zaman moda olmaz. Belki bir süreliğine özlemi giderilir ama yenisi geldiğinde herkes o özlemin ne demek olduğunu unutur.İlerlemek için de yenilenmek gerekir. Yeniyi görebilen insanoğlu ileriyi de görebilen kişidir. Eski kafalı kişiler her zaman yuhalanmaya mahkum olarak yaşarlar. Yuhalanan insanlar olmak istemiyorsanız, yeniyi bir an önce kabul edip harekete geçseniz iyi edersiniz. Aksi takdirde, kaybolup gidersiniz.
     Belki bu yazıyı herkes bambaşka fikirlerle okudu, belki de hepimizin kafasında aynı şey vardı. Tek gerçek nereden bakarsanız bakın her cümlesi teker teker doğru. 

Cinayet (3. Bölüm)

     O gerizekalı adamın öldüğüne bir türlü tatmin olamıyorum. Onun kendi kendine değil, benim tarafımdan ölmesi gerekiyordu. Günlerdir hiçbir şey yemiyorum, uyuyamıyorum; sadece hayalet gibi dolaşıyorum etrafta. Bu çok büyük haksızlıktı bana yapılan. Bir türlü hazmedemiyorum. Hala yaşasaydı, onu nasıl öldüreceğimi düşünüyorum. İstisnasız bütün vücudunu jiletledikten sonra, kasap bıçağıyla doğrardım ve daha sonra bütün iç organlarını dışarı çıkararak, hepsini küçük parçalar haline getirirdim. İnan bana bir saniye bile midem bulanmazdı ya da gözüm kararmazdı. Tek sorun; o pisliğin bütün kirli kanı üzerime bulaşırdı: asıl bundan iğrenirdim işte. Asıl bu benim midemi kaldırmaya yeterliydi.
     Ya da kollarını ve bacaklarını demire bağladıktan sonra, vücudunu da arabaya bağlayarak bedeninin ikiye ayrılmasını izlerdim. Bu da bana çok büyük bir zevk verirdi.
     Veya, tabancayla alnına tek bir vuruş... Bütün beyni dağılırdı. Fakat bütün fikirlerin içinde bana en tatminsiz görünen kuşkusuz bu olurdu. Nedeni ise acı çekmesini sağlayamamak. Keşke yaşasaydı ve ben senaryo üretmekten çok bu fikirleri de hayata taşıyabilseydim. O zaman senin için geriye kalan son şeyi de yapabilirdim.
     Sürekli aynı sahneyi yaşıyorum. Sen bir kere öldün ben bin kere ölüyorum. Karabasan görüyorum, uyanamıyorum. Temel ihtiyaçlarım yok artık çünkü ben bir ölüyüm artık. Bu sahneyi düşünmeden edemiyorum ve beni kurtaracak hiç kimse yok. En değerli şeyimi kaybettim ben o gece.
     O gece ben -her zaman erkenden hazırlandığım halde- geç kalmasaydım ve seni beş dakika bekletmeseydim, ya da sen evinden daha geç çıksaydın, ya da ben evden çıktıktan sonra o çok sevdiğin parfümümü sıkmayı unuttuğum için tekrar eve girmeseydim, ya da sen benim evime geri çıkmama izin vermeseydin, ya da restorandayken hesabı birkaç dakika geç isteseydik, ya da şefin tatlı önerisini dinleyip tatlı siparişi de verseydik, ya da dans etmeye gittiğimizde bir Martini daha içmek için daha fazla ısrar etseydim, ya da ilk ışıklardan geçerken yol boş olsa bile yeşil ışığın yanmasını bekleseydik, ya da sana çarpan şoför daha yavaş gitseydi... Sen benim yanımda olabilirdin, o araba ve piç şoförüyle belki hiç karşılaşmazdık bile. Sen orada öylece kanlar içinde yatıyor olmazdın. Tam da her şeyi kararlaştırmışken, beni bırakıp gitmezdin.
Biz çok mutlu olabilirdik.
Hala aşık olabilirdik.
Ve ben...
Ben de biraz sonra yanımda duran tabancayla kendimi öldürme kararı almazdım.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Cinayet (2. Bölüm)

     Bu gece buna cesaret edemedim. Son bir kez daha senin olmak istedim belki de. Ya da... Bilemiyorum. Tek bildiğim şey ölmene henüz hazır olmamam. Hayır seni öldüremezdim. Bunu yaparsam benim de ölmem gerekirdi. Ancak işin asıl en önemli kısmı; ben ölmeye hazır mıydım? Bunu kendime sorduğumda karşılaştığım cevap beni daha da çıkmaza soktu çünkü bu cevaptan çok yine bir soruydu benim için: Sen öldükten sonra ben de ölmeye hazır olacağım, fakat senin ölmene hazır mıyım?
     Bu kısır döngü günlerdir kafamda, beni rahatsız edip duruyor. Seni öldürmeli miyim? Nasıl ölmek isterdin? Ölmeden de mutlu olabilir miydik? Peki ya böyle yaşamaya devam etsek? İyi ama sen O'nun öldüğünü bilmiyorsun ve asla da bilmeyeceksin, bir yerlerde yaşamaya devam edecek belki de O senin için. Peki ben bununla yaşayabilir miyim? Offf, çok zor. Ölmek ve öldürmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Oysaki, onu öldürürken ne kadar da kolaydı, ne kadar da zevk almıştım, hatta birkaç saniyeliğine -belki de birkaç dakikalığına- tatmin olduğumu bile düşünmüştüm. Nafile... Tatmin değilim ben. Sen onun öldüğünü mutlaka bilmelisin. Bunu bilmeden yaşamaya devam edemezsin; ölmen gerekebilir. Ya da sana doğrudan söyleyebilirim. O zaman da beni bitirirsin. Çıkmazdayım, aynı cümleler o dakikadan beri peşimi bırakmıyor, zihnimi ele geçirmiş gibi beni kontrol ediyor.
     Hatırlıyor musun acaba sevgilim? O geceden sonra asla aramız eskisi gibi olamamıştı. Bir daha asla "tek" olamadık. Artık bir düşünce değildik; iki düşünce olmuştuk. Bunun sebebini sana asla söyleyemedim ve asla da öğrenemeyeceksin artık. Fakat sen, kesin emindin benimle ilgili bir şeyler olduğuna. Doğru da bilmiştin ama içeriği yanlıştı: Benim seni artık eskisi kadar sevmediğimi düşündüğünü nasıl söyleyebildin? Benim ayrılmak istediğimi düşündüğünü nasıl düşünebildin? Bunu asla aklım almıyor. Hala düşünüyorum fakat bulamıyorum. Oysaki, sen düşüncelerimi okuyabilen tek insandın benim için, yüreğimi, kalbimi okuyabilen insandın. Böyle bir hatayı nasıl yapabildin?
      Birini öldürmek kolay mı yoksa zor mu diye sorduğunda bazı insanlar cevabı pat diye yapıştırır: kolay ya da zor. Oysaki ben, griyi gören tek insandım. Cevabım O'na karşı canlı ve haykırışlı bir EVET! oluyordu. Sana geldiğimde ise dilim damağım kuruyor, gözlerim kararıyor, ne diyeceğimi bilemiyordum. Sana deli gibi aşıktım ben. HAYIR! Seni öldürmek hiç de kolay değil sevgilim. Senin ölmen, beni terk edip gitmen hiç de kolay değildi. İnsanın buna hazır olması gerekirdi. Ben hazır mıydım? Değildim. Hazırdım. Değildim. Hazırdım. Değildim. Hazırdım...
     Trilyonlarca saniyeler sonra, milyarlarca dakikalar sonra, milyonlarca saatler sonra, artık hazırdım. Kararımı vermiştim. Çok güzel bir plan yapmıştım; kafamda hikaye yazıp karakterlerini bile hazırlamıştım. Sana O'nun öldüğünü söyleyecekti bu plan. Fakat nasıl olduğunu asla bilemeyecektin. Her şey tıkır tıkır işliyordu. Sonuna gelmiştik. Sen sonunda öğrendin. Yüzünün düşmemesini engellemek için insanüstü bir çaba sarfettiğini anlayabiliyordum; çünkü senin içini, beynini okuyabilen tek insan da bendim. Beynin paramparça olmuştu sevgilim. O zaman anladım senin için ne kadar değerli birini öldürdüğümü. İşte o zaman daha da zevklendim. O lanet olası pisliği unutabilecektin artık. Sadece ikimiz olacaktık. O da cehennemde bir yerlerde milyonlarca yıl acı çekecekti.
     Artık mutluyduk. Kimse bizi ayıramazdı. Aramız eskisinden daha da iyi olmuştu. Sürekli düşünüyordum: İyiki yapmışım bunu, iyiki uygulamışım, en doğru olanı yaptım. Seni öldürmektense en doğru olanı buydu! Derken o araba. O lanet olası araba ve onun sarhoş sürücüsü. Beni kurtarmak için yere ittin ve sen öldün. Neden yaptın bunu? Ben ölseydim yeryüzünden bir pislik daha temizlenirdi belki de. Ama yok hayır. İyiki yapmışsın bunu. Artık beni severek öldüğünü, benim için öldüğünü biliyorum. Bana aşık olduğunu bu şekilde göstermiş oldun. Deliyim ben. Beni sevdiğini anlamam için ölmen mi gerekirdi? Ben de gebermeliyim. Ama önce o orospu çocuğunun yoğum bakımdan ölü olarak çıktığını görmem gerek. Görmeden yapamazdım bunu. Zaten doktorlar da kurtulmasının imkansız olduğunu söylüyorlar. Sadece ufak saatler var bunu öğrenmeme. Saatler... Dakikalar... Saniyeler... VE İŞTE MÜKEMMEL HABER: Ölüm tarihi:18 Ekim 2002, saat sabaha karşı 3'ü iki geçerken...

11 Eylül 2011 Pazar

Cinayet (1. Bölüm)

          Sevgilim,
     Bu yazıyı neden mi yazıyorum? Aslına bakarsan ben de bilmiyorum. Bilmeliydim halbuki. Çünkü bunu ben yazıyorum. Çoğu zaman saçmalıyorum, çoğu zaman kıskanıyorum seni, çoğu zaman öldürmek istiyorum. Ancak bu çoğu zamanların da hiçbir zaman gelmeyeceğini biliyorum. Dün gece yanımda uyurken sen mışıl mışıl, ben uyanıktım sevgilim. Mutfağa gidip bir bıçak alıp orada seni öldürmek istedim. Belki de babamın av silahını alırdım bilemiyorum. Ya da yastıkla boğardım seni ama buna cesaret edemezdim. Son bir kez gözlerini görmeye cesaret edemezdim bence. Seni işte bu kadar çok sevdiğim için öldürmek istiyorum. Saçma belki de komik geliyordur ama sana bu kadar yakınken, bir gün uzak olabileceğimizi düşünmek bütün vücudumdaki bütün hücrelerimin yok olmasına sebep oluyor. Beynimdeki mantık kapısı kapanıyor. Düşünemiyorum. Nefes alamıyorum. Bütün sistemlerim çöküyor. Sen bana ait olmalısın sevgilim, her zaman, her yerde, her koşulda, sonsuza kadar. 
     O çok sevdiğin biri vardı benden önce hani, belki günün birinde haber alırsın öldüğünü. Fakat nasıl öldüğünü hiçbir zaman anlayamayacaksın, kimse anlayamayacak. Onu ben öldürdüm. Kendi ellerimle öldürdüm. Sebebi ne mi? Çok basit... Sadece benim olabilecekken seni benden önce aldı. Aldı ve bıraktı. Oysa ilk önce benim olsaydın... Böyle mi olurdu? Sen bunu bana söyledin ben bin kere öldüm. Kalbim atmamaya başladı. Bütün fonksiyonlarımı yitirdim ben. Artık bir ölüyüm. Beynim ölü, bedenim ölü, kalbim yaralı. Benim olabilirdin. Sadece benim. Artık o olmadığına göre, öldüğüne göre sadece benimsin. Artık kimse öyle biri olduğunu bilmeyecek, unutulacak ve gidecek. Peki ben mutlu muyum? Ben hala mutlu değilim sevgilim, hala tatmin olmuş değilim. Seni öldürmem gerek ve bunu yaptıktan sonra da hiçbir pişmanlık olmayacak içimde.
     Evet, onu öldürdüm. Tuzak kurdum ve kapana kıstırdım. Küçük bir bıçağı bedenine sapladım. Önümde duruyordu, bana bakıyordu. Ağlıyordu, yalvaran gözlerle ambulansı aramamı istiyordu. Söz vermişti, hayatından çıkacaktı. Onu öldürmeden önce benim kafayı yemiş bir salak olduğumu düşündüğünü söyledi bana. Aranızdaki her şeyin bittiğini söyledi. Benim deli olduğumu, bunu ne kadar söylerse söylesin bunu anlayacak kafanın bende yerinde olmadığını defalarca söyledi, küfürler yağdırdı bana. Buradan çıktığında ona bütün yaptıklarımı ödetecekti bana. O bunları söylerken ben sadece onu izliyordum, davranışlarını gözlemliyordum. Bir taraftan da elimdeki bıçağı, onu sardığım bezle temizliyordum. Elleri kolları bağlı bir şekildeydi. Bana sürekli küfürler yağdırıyordu. En sonunda onun o cırtlak sesine daha fazla tahammül edemedim. Ağzına kocaman bir bez tıktım. Nefes almakta zorlanıyordu, acı çekiyordu. Bütün bu can çekişlerini zevkle izliyordum. Bezi tükürdüğünde, delisin sen, tedavi olmak zorundasın, diye bağırdı bana. Evet deliyim ben. Senin aşkın beni delirtti. Senin aşkın bana cinayet işletti. Sen olmasaydın belki de normal bir hayatım olacaktı benim. Bu kadar mükemmel olmak zorunda mıydın? Gözlerin bu kadar güzel bakmak zorunda mıydı? Lanet olsun sana, senden nefret ediyorum. Bunu bana yaptığın için seni de öldürmem gerek.
     En sonunda zaman gelmişti. Tanrının unuttuğu bir dağa götürdüm onu. Kimse bulamayacak onu. Kimse bilemez o dağı. Teröristler bile orada yaşamaya korkarlar. Orası benim yuvam ama. Belki de benim marsım orası. Kimse onu bulamayacak sevgilim, tıpkı seni de bulamayacakları gibi. 
     Deli sözcükleri ağzından çıkmıyordu artık. Korktuğunu hissetmiştim. Deli gibi korkuyordu. Titriyordu. Yalvaran gözleri artık başka bakıyordu; ürkek, kendinden emin olmayan ve bu acıya dayanmaktansa hemen ölmek istiyorum der gibi. Ben de bu isteğini geri çeviremezdim. Sapladım bıçağımı vücuduna. Birkaç tur döndürdüm bedeninin içinde. Ağlaması bir anda kesildi. Vücudundan fışkıran kanlar yerde çabucak toplanıp, adeta bir ağacın dallarının büyüdüğü gibi, farklı yerlere doğru ayrılıp, yamuk yumuk yerde akmaya başladılar, sanki yeni bir beden bulabilmek istermiş gibi. Ayrılan kanların da şansları yoktu, hiç olmamıştı ki. Her şeyimi elimden alan o kişinin içindeydiler. Yok olmaları gerekiyordu. Yok ettim. 
     Bıçağı tekrar sapladım. Sonra hızımı alamayarak çığlık çığlığa "geber hayvan" diye bağırarak sık aralıklarla saplamaya devam ettim. Ölmüştü. Ben hala bıçağı saplamaya devam ediyordum. Öldüğünden emin olmak istiyordum. Bütün organları dışarı çıkana kadar durmayacaktım, durmadım da. Geberdi.
     Evet! Daha mutlu olamazdım. Gebertmiştim onu. Sonsuza kadar senden ayırmıştım. Artık her şey daha netti. Sonsuza kadar mutlu olabilirdik artık sevgilim. Sadece sen ve ben olabilirdik nihayet. Onu orada bırakıp gitmek istedim. Kurtlar birazdan kokuya gelip onu orada yiyeceklerdi zaten. Aslında yenmesini de izlemek istiyordum. Bu bana daha çok zevk verecekti. Ya da yakabilirdim onu. Evet, evet. Yakabilirdim. Cebimde sigaram, içinde de çakmağım vardı. Ama nasıl yakabilirdim? Kıyafetleri üstündeydi. Kıyafetini tutuşturabilirdim. Bir anda düşündüm; evet ben deliydim! Öyle böyle değil hem de. Ama bu benim çok hoşuma gidiyordu.
     Çıkardım sigaramı. Onu yakarken bir de sigara yakacaktım. Bu zevke sigaramla eşlik edecektim. Hani asla içmemi istemediğin sigaram. Nefret ediyorsun bu illetten, illaki bırakmamı istiyordun. Bıraktığımı sanıyorsun. Bırakmadım sevgilim, asla bırakmadım. Bu sigara olmasaydı her şey çok daha zor olurdu. Ama sen bunu bilmiyorsun. Asla da bilmeyeceksin sevgilim.
     Yaktım kıyafetini. Bir de sigara yaktım üstüne. Dumanını her içime çektiğimde daha da zevkleniyordum. Söndürmemle bir tane daha yaktım. Benim gücümdü bu, sabrımdı. Üçüncü sigaradan sonra en sonunda yanmıştı. Geriye sadece külleri kalmıştı. Üstüne tükürdüm küllerinin. Sonra senin yanına gitmek için yola koyuldum. Hatırlıyor musun sevgilim, en güzel seksimiz hangi geceydi. Hani sen zevkten dört köşe olmuştun. İşte bu geceydi. Çünkü o gece ben de zevkten dört köşeydim.

Okul

    Şu üniversiteye girdiğimden beri yapmam gereken tek şey var: yılda sadece sekiz hafta öküz gibi ders çalışmak. Sadece sekiz hafta. Onu bile yapmıyorum lan. Şimdi isim vermek istemiyorum ama okulum türkiyenin en iyi okullarından biri. Ayrıca baya da iyi puan yaparak girdim. Çünkü öküz gibi çalışmıştım lise sonda. Hani hiç çalışmadan Boğaziçine girdim hesabı insanlar vardır ya ben o yalancılardan değilim arkadaş. Gayet öküz gibi çalışarak bılabıla* üniversitesine girdim. Bu sene üniversitede dördüncü senem. Ortalamam daha ikiye çıkamadı. Ulan sekiz hafta ya yılda sadece sekiz hafta oturup ders çalış. Yok, olmuyor. Yapmıyorum. Yok lan bu sene kesin çalışacağım. Kesin ortalamamı yükselteceğim.**

*Yazar burada okulun ismini vermek istemiyor, ama Boğaziçiyle eş bir okul olduğunu da anlıyoruz.
**Her sene yeni bir döneme başlarken söylenen klasik yalanlar.

Facebook ve Twitter Tribi

     Şu sosyal medya denen tripten nefret ediyorum. Meselabu trip, facebook tribi ve twitter tribi olarak ikiye ayrılıyor. Bunları uzun uzun örneklerle açıklayacağım şimdi. 

     Tabiiki ilk olarak facebook tribinden başlayacağım. Ancak, söylemeden geçemeyeceğim; Mark Zuckerberg senin ağzına sıçayım oğlum! Ne bok vardı da şu siteyi akıl edip kurdun. Mal mısın sen? Gittin gerizekalı bir kıza aşık oldun diye bizim de hayatımızın içine sıçman mı gerekiyordu? Cidden şu dünyada en çok senden nefret ediyorum pis köpek! Gidip açılsaydın lan kıza, bizim başımızı niye yaktın? Ne oldu şimdi, baktımı kız senin yüzüne? Gerçi milyarder falan oldun ya o yüzden belki bakmıştır o pis suratına. Pardon, pis suratına değil, o milyarlarına bakmıştır. Senin yüzünden insanlardan soğudum ulan ben. Bok bok insanların yurtdışı triplerini okuyorum her gün senin yüzünden. Neymiş efendim NYC'ye gitmiş, çok güzel vakit geçirmiş, zaten bu ilk değilmiş, her yaz gidiyormuş. Bir de bunları sikindirik ingilizcesiyle yazıyor. "@NYC" diye bir tabir mi var lan ingilizcede? Hadi illaki yazacaksın bari doğru yaz. Bari in NYC falan yaz da biz senin egonla dalga geçerken ekstradan da ingilizcenle de dalga geçmeyelim. Gerçi bunu düşünecek beynin olsa oraya zaten böyle bir şey yazmazsın. 
     İkinci olarak fotoğraf "etiketleme" durumu var. Dün Taksim'e dans etmeye gittim, flaşlar gözümü sikti. Bir kere de dışarı çıktığında fotoğraf çekme ulan. Hayır ilk defa mı çıkıyorsun diye soracağım ama ilk defa da çıkmıyorsun ki dışarı. Otuz saniye de bir pat pat pat pat flaşlar patlıyor. Hemen eve gidiliyor, fotoğraflar facebook'a yükleniyor. Arkadaşlar "etiketleniyor". Fotoğraflar beğeniliyor, yorum yapılıyor: aşkıııım çok güzel çıkmışsın bebişiiim yerim seni bitaneeem. Allah belanı versin lan senin? Nasıl bir egodur bu sendeki?
     Geldik asıl en sevdiğim kısma: Yurtdışına beş günlüğüne bile gitseler, hemen yaşadığı şehir değişir. "Paris'te yaşıyor". Sonra da nedense geri döndüklerinde unutulur İstanbul diye çevirmek. Bu tribe hastayım işte. 
     Konuştuğu diller: ispanyolca, fransızca, italyanca, ingilizce, türkçe. Ulan dingil, bırak ispanyolcayı fransızcayı sen doğru düzgün türkçe konuşamıyorsun ulan. Habire ingilizce kelimeler ekleniyor cümlelerin içine. Bakın ben çok iyi ingilizce biliyorum tribi. Siktir git ne ingilizcesi? Hala at NYC yazıyorsun bir de kalkmış ingilizce biliyorum tribine giriyorsun. 
     Ya da mesela, yeni bir dil öğrenmeye başlıyor, mesela japonca. İlk dersten sonra -hatta bazen ilk derse bile gitmesine gerek yok, kursa kayıt olması yeterli- hemen o diller kısmı değişiyor. Japonca konuşabiliyormuş. Git ulan japonyaya git konuş da görelim nasıl konuşuyorsun. 
     Facebookta sürekli aktif olan insanlara gıcık oluyorum elimde değil. Çünkü facebookta durum güncellemesi yapmak demek ego tatmini yapmak demekle aynı şey bence. Bunu yapmayı bırakabildiğiniz gün siz de büyüyeceksiniz ezik çömezleri sizi.
     
     Ayrı bir dünya Twitter'a geliyorum. Twitter'ın amacı nedir? Aklındakileri yazmak, başka fikirler okumak, gündemi takip etmek vs. Sidik yarışına çevirdiniz ulan twitter'ı. En iyi kim yarışması yapılacaktır anonsu yapsalar twitter kullanıcılarının yüzde 85i katılır yemin ediyorum. "En çok benim takipçim olacak. Ben az kişiyi takip ederim ama beni çok kişi takip eder. Birine gıcık olursam da hemen takip etmeyi keserim." Hangi kafadasınız ulan siz? Dünya sizin etrafınızda dönmüyor, kimsenin sizi siklediği yok. İşte unuttuğunuz nokta bu. 
     En gıcık olduğum #ff olayı. Daha yeni öğrendim ne demek olduğunu. Adam milyon tane arka arkaya twit giriyor, hepsine de #ff koyup arkasından isim veriyor. Ne lan bu dedim ben de. Sordum birine. Meğersem follow friday demekmiş. Manası da şuymuş: Her cuma takipçi listene yeni isimler öneriyormuşsun. Banane ulan senin önerinden. Milyon tane şeyi arka arkaya yazman mi gerekiyor amına koyayım. Hiçbirini de siklemiyorum da takip etmiyorum da seni de okumuyorum lan bundan sonra. Bas unfollow* düğmesine. Siktirsin gitsin.

*takipçi listemden çıkar manasında.

Neden Mütemmim Cüzü?

İsmim, yani mail adresim neden mütemmim cüzü? Hukuk okuıduğumdan değil, yanlış anlaşılmasın. Hatta hukukla hiçbir alakam da yoktur. Arkadaşım konuşurken yakaladım onu. Ne dedin sen ne dedin? diye baskı kurdum. O da açıkladı bana ne demek olduğunu. "Ayrılmaz parça" demekmiş. Hoşuma gitti, cart diye yapıştırdım.

Hoşgeldim!

Şimdilik "evime, yani marsa hoşgeldim!"

5 Eylül 2011 Pazartesi

Asmalımescit


 Belediye, yolda yürünmüyor gerekçesiyle bir uygulama başlattı; önce Galata'daki restoranların dışarıya taşan masalarını kaldırdı, daha sonra taksime geçti, burada da Küçük Beyoğlu, Asmalımescit ve Nevizade'deki bütün masaları kaldırdı. Şimdi de Cihangir'e sıçradı. Artık sokaklarımız bomboş, rahat rahat, püfür püfür, salına salına yürüyün sokaklarda.

     Masaların kaldırılmasının asıl nedeninin "sokakta rahatça yürüyebilmek" için olduğunu düşünmüyorum. Kimse düşünmüyor. Kimse keriz değil, herkes olan bitenin farkında. Konuyu bilmeyenler için; amaç, ramazanda -belki de sadece ramazanda değil, bundan sonra- içki içirmemek.

     Ramazanla başlıyorum. Oruç tutan, kalpten inanan insana saygı duyuyorum. Elimden geldiğince sokakta bir şeyler içmemeye özen göstermeye çalışıyorum. Malum insanlar oruç tutuyor, canları çekmesin diye düşünüyorum. Bu esnada ben de oruç tutan bir insan değilim, pek inançlı olduğum da söylenemez ama başkalarının inançlarına saygı duyuyorum. Peki diğerleri benim inançlarıma neden saygı duymuyor?  Ben ramazanda da normal zamanda da içki tüketiyorum. Bence, eğer bir şeye inanmıyorsan 12 ay boyunca inanmaman gerekiyor, ya da bir şeye inanıyorsan 12 ay boyunca inanmak zorundasın. Her türlü pisliği yapıp ramazan gelince içki içilmesin, masaları kaldıralım diyorsan eğer senin inancından şüphe duyarım.

     Bu yasak ramazandan sonra da devam eder mi bilemiyorum. Fakat, sürekli bu tarz şeyler meydana gelmeye başladı: 24 yaş yasağı, Efes Pilsen basketbol takımının ismi, masaların kaldırılması... Bunun için de bir ayaklanma istiyorum. Şimdi Asmalımescit'te sokaklar bomboşmuş, insanlar artık oraya gitmiyormuş. Bence kesinlikle çok yanlış. Tam tersine daha çok gidilmeli, elimizde içkilerle sokaklara taşmalıyız bir nevi masa kılığına girerek. Mesele sokakta yürüyememekse bu sefer bunu kendi bedenlerimizle yapmalıyız, sokakta iğne atılsa yere düşmemeli. Bakalım bizi de masa gibi yasaklayabilecekler mi! Bu şekilde Asmalı'nın, KB'nin, Galata'nın, Cihangir'in havasını geri almalıyız!

     İkinci bir konu var ki o da Murat Bardakçı'nın yazısı. Belediyenin gerçekten sokakta yürünmüyor gerekçesiyle masaları kaldırdığını düşünüyormuş. Çok merak ediyorum acaba kendisi geceleri asmalımescit'ten, Küçük Beyoğlu sokağından, Nevizade sokağından, Galata'daki restoranların arasından geçerek nereye gidiyor? Bir kere orada gördüğümüz bütün insanlar, ya yer bulup oturmak için ya da içeri girip eğlenmek için oradan geçen insanlardır.

     Aynı Murat Bardakçı, gençlerin alkol tüketmesinin bir tür 'hava yapma' şekli olarak gördüğünü ve böyle yasakların gençler tarafından dine karşı propaganda gibi görmelerinin yanlış olduğunu düşünüyor. Bazı cümleleri aynen aktarıyorum:
  
“İçki, bizde son senelerde bir “sosyal statü edinme vasıtası” oldu. Alkol kullanan genç kendini artık büyümüş, yetişkin ve hattâ ermiş gibi görüyor; bazı hanımlar istedikleri zaman istedikleri yerde içtikleri takdirde kendilerince özgürleşiyorlar ve hattâ lâikleşiyorlar! Dolayısı ile serhoşluğa karşı çıktığınız takdirde hemen “yobaz” olmakla, şeriatçılıkla damgalanıyorsunuz."

     Biz sarhoşluğa karşı çıkanı, ya da içki içmeyeni "yobaz" olarak görmüyoruz. Herkesin dini kendinedir. Dine inanıyorsan, bunu içinde yaşarsın. Din baskıyla oluşmaz, insanın içinden gelen dürtülerle oluşur. Fakat, eğer ben kimsenin inancına karışmıyorsam, ama diğerleri benim inançlarıma karışıyorsa işte ben o insana "yobaz" derim. Devlet büyüklerimizin din üzerinden siyaset yaptıkları aşikar bir şekilde ortada. Sadece bunu göremeyen cahil sayısı çok yüksek. Bütün ülkeyi sattılar, çaldılar çırptılar ama "ramazanda içki içmek günahtıııır", "sarhoş olmak günahtııııır", "şu masaları kaldıralım da içki de içemesinler, bu mekanlar ölmeye yüz tutsuuuun". Onlardan daha dinine saygılı(!), inançlı(!) kimseler yok zaten.

     Şunu da söylemeden edemeyeceğim; din gibi hassas bir konuda bu kadar kesin ve net konuşmayı ben Murat Bardakçı'ya ve O'nun sıfatına yakıştıramadım. Teşvikiye'deki Atiye Sokak'ın son halinin de acilen kaldırılmasını dilemiş kendisi. Ben de sizin gibilerin acilen kaldırılmasını diliyorum, başkaların inançlarına, davranışlarına, yaşam tarzlarına burnunuzu sokmamanızı diliyorum ve bu yerlerin acilen eski haline dönmesini diliyorum. Böyle yerler candır!

3 Eylül 2011 Cumartesi

Anneannenizde Olduğunuzu Anladığınız Zamanlar


vol.1: Anneannenize giderken şehirlerarası yolculuk yapıyorsanız mutlaka gece yaparsınız ki günden kazanırsınız, böylece gününüz ölmez.
vol.2: Anneannenize vardığınız anda anlarsınız ki mutfakta illaki kurabiye ya da poğaça vardır.
vol.3: Asla ama asla bitmeyen gereksiz bir akraba kalabalığı.
vol.4: küçük kuzeniniz falan varsa, ve size -yani size ve eşyalarınıza- çok düşkünse, telefonunuzda sürekli oyun oynamak ister ve şarjını mutlaka bitirir.
vol.5: Dedeniz peçete istemez, "kağıt" ister.
vol.6: Evde kesinlikle hiçbir şey atılmaz; bir çay kaşığı kadar pilav kalsa bile sonraki gün ısıtılıp tüketilir.
vol.7: Akşam böcek görürseniz korkmazsınız, anneannenizin evindeki karafatmalara çoktan alıştınız.
vol.8: Bu evde neden her şey antika?
vol.9: Saat 8:30'da kahvaltı için uyandırılırsınız.
vol.10: Akrabalar bir araya gelince "benim oğlum şöyle, benim kızım böyle" laflarıya sidik yarışına girerler.
vol.11: Bayramsa, bir akraba bize geldiyse bizim de ona gitme zorunluluğumuz doğar. Halbuki zaten görüşmüş oluruz. Bu mantığı hiç anlamıyorum.
vol.12: Hele bazı gıcık akrabalar vardır sizi gördüğü anda "ayy genç kız olmuş ne kadar büyümüş" der. 10 senedir aynı lafı tekrarlar, sen istersen 30 yaşına gel farketmez.
vol.13: Sabah kalkıp köşedeki bakkaldan mutlaka gazete ve ekmek alırsın.
vol.14: Deden için süper loto oynadıktan sonra para-çıkarsa-ne-yaparız-hayalleri kurarsın.
vol.15: Anneannenin ve dedenin günde dokuz kere kaybedip bulduğu gözlüğü sen onuncu kere bulursun.
vol.16: Anneannen sırf sen geldin diye günlerce en sevdiğin yemekleri yapar.
vol.17: Dışarı çıkılacaksa mutlaka ya deden ya da anneannen koluna girer, beraber yürürsün.
vol.18: Bir kere bile onlarsız dışarı çıkarsan üzülürler, neden beni almıyor derler.
vol.19: Kuzenle tavla oynarken, dede mutlaka en küçük torununa yardım eder.
vol.20: -Şanlıysan- En az 20 dakika tuvalet sırası beklersin.
vol.21: Anneannene kıyamazsın, ev işi yaptırmazsın.
vol.22: Asla ama asla ama asla atılmayan yoğurt, tereyağ ve bilimum kaplar.
vol.23: Geri dönüş yolunda anneanne mutlaka ağlar.
vol.24: Geri dönüş yolunda sen de ağlamaya başladıysan koca kazık olmuşsun demektir.

2 Eylül 2011 Cuma

Zülfü Livaneli, Serenad


Hiçbir kitabı okurken bu kadar duygulanmadım, gözlerim dolmadı ve etkisinde kalmadım. Bir çırpıda okudum, bilmediğim gerçekleri öğrendim, insanın en büyük düşmanının yine insan olduğunu öğrendim. Mavi Alay, Struma gemisi ile ilgili araştırmalar yaptım. Okudukça daha da çok kahroldum, daha da çok etkilendim. Zülfü Livaneli'nin Serenad'ı kesinlikle okunmalı.

Kitapta, II. Dünya Savaşı sırasında, Maximilian Wagner isimli alman öğretim görevlisinin ve Nadia isimli romanya asıllı alman-yahudinin aşkı anlatılıyor. Bu aşkın içinde, Adolf Hitler'den, Stalin'e, savaş döneminden, yahudi katliamına, Struma gemisinde yaşanan tradejiden Türkiye, Romanya, İngiltere, Almanya ve Rusya'nın gaddarlığına kadar her şey iç içe geçmiş ve mükemmel düzenlenmiş.

Aynı zamanda, Maya isimli türk kızın bu yaşlı profesör sayesinde, kökenlerine inip aslını buluşunun da öyküsü anlatılıyor bu kitapta. Anneannesinin Mavi Alay'da katledilen, intihara sürüklenen bütün ailesinin ve onlarla birlikte yaşamak için umut bekleyen birkaç yüz kişinin de öyküsünü öğreniyor Maya. Ayrıca, babaannesinin ermeni oluşunu ve katliamda bütün ailesinin gözünün önünde öldürüldüğünün hikayesini de anlatıyor kitap.

Herkese, bütün insanlara şiddetle tavsiye ettiğim bu kitabı bir çırpıda okudum. Aslında bu kitapla ilgili düşündüklerimi bu kadar net bir şekilde söylemeye ilk başta çok çekinmiştim fakat bunu yazmamın, düşünceme göre insanın ne kadar gaddar ve tehlikeli bir varlık olduğunun, herkes tarafından bilinmesini istedim.

Tarihin her dakikasında, tüyler ürperten üstü kapanmış, binlerce gizli olay olduğunu düşünmeme sebep oldu bu kitap. Düşündükçe, bu dünyadan, insanlardan nefret edişimin daha da arttığını hisseder gibi oluyorum. İnsanlar, Türkiye'de o kadar milliyetçi ki, ülkenin yapmış olduğu hataları söylediğinizde sizi hemen herkes oracıkta vatan haini ilan ederler. Oysaki, insan susmasa, bazı şeylerin hesabı sorulsa belki de dünya çok daha farklı olabilirdi. Aslında bunu sadece Türkiye için söylemem yanlış olur çünkü bunun maalesef dünyanın bütün ülkelerinde aynı olduğunu görüyorum.

Şunu da belirtmek isterim ki; bu kitaptan yola çıkarak, yapılan haksızlıkları, binlerce masum insanın hayatlarına hiç acımadan kıyan diğer insanoğullarını içim acıyarak okudum. Kitap bu konuyla alakalı olduğu için bu konu hakkında da yazmamın çok normal olduğunu düşünüyorum. Yoksa, dünyanın her yerinde, tarihin bir bölümünde masum olan insanlar, acı çektikleri gibi aynı zamanda acı da çektirmişlerdir. Çünkü dünyanın düzeni budur ve kimse bunu değiştiremez, çünkü kimse bunu değiştirmek istemez, aklına bile gelmez. Nitekim, bu iğneyle kuyu kazmak tabirine de cuk oturur. Dünyada duyarsız milyarlarca insan varken, sadece bir kişi çıkıp da bu düzeni değiştiremez artık.

Uzun lafın kısası; bu kitabı alın okuyun. Beğeneceğinize garanti veriyorum. Aksi olursa da, her türlü yoruma, kalbimle açığım.  

1 Eylül 2011 Perşembe

Bodrum Dolmuş Macerası


  Hayatımda acı çekmeme rağmen bu yol bitmesin dediğim yegane dolmuş Gölköy-Turgutreis dolmuşudur. Bu sefer yalnızım, Melike ve Öykü'den ayrılıp başka bir arkadaşıma -Yalıkavak'a- gitmek için ayrılıyorum. Önce her şey sakin ve sessiz. Derken...
  O küçük kız çocuğu biniyor dolmuşa. Elinde bir tane poşet, diğer elinde de iki tane bebek. "Ben Turgutreis'e gidiyorum, babaannemin yanına" diyor şoföre. Hepimiz kırılıyoruz gülmekten. Şoför, "ben senin babaannenin evini nereden bileyim?" diyor. "Ben tarif ederim, merak etme" diyor, sanki taksi tutmuş gibi. Sonra başlıyor yanındaki kızla konuşmaya.
  "Baaak, bu benim en sevdiğim bebeğim."
  "Şurasına basınca, ses çıkartıyor"
  "Bu bebeği de bana anneannem aldı"
  "Benim babaannem Turgutreis'te oturuyor ama biz Gölköy'de oturuyoruz"
Derkeeen...
8 kişilik nine tayfası geliyor arabaya. İplikçi Osman'a gideceklermiş, ellerinde poşetler. Bir kez daha gülüyoruz. Şoför, iplikçi Osman'ı nereden bilsin? Yalıkavak garajından biraz sonra ineceklermiş. Tabi bu arada biz kalkıp yer veriyoruz.
  Derkeeen...
Otobüs öyle bir doluyor ki... Benim bavul öyle bir yer kaplıyor ki... Ve halen daha da binen binene. Ama Bodrum insanı sıcakkanlı, bencil, hırslı değil. Hapşuruyorum, belki arka arkaya altı defa. Bana çok yaşa diyorlar hep bir ağızdan. O anda İstanbul insanından tiksiniyorum.
  Garip bir şekilde de herkes herkesi tanıyor, muhabbet ediyorlar falan. Çok hoşuma gidiyor, ben de gözlemliyorum.
  En sonunda artık tıka basa dolan dolmuşa iki bebekli anne biniyor. İşte bir tane hafif orta yaşı biraz geçmiş bir kadın başlıyor organizasyona.
  "Oğlum sen kalk bak bebekli hanım var"
  "Kızım sen de küçücüksün, kurulmuşsun arkaya, kalk ablaya yer ver"
Derken benim telefonum çalıyor. Arayan beni bekleyen arkadaşım. "Neredesin?" diye soruyor. Daha Gündoğan'dan yeni çıktığımızı ve dolmuşun 10 ile gittiğini söylüyorum, gülüyoruz. O sırada yanımdaki -yine orta yaşlıyı hafif geçmiş amca- "arkadaşınıza söyleyin anca yarın Yalıkavak'ta olursunuz keh keh keh" diyor ben de kendimi tutamayıp gülmeye başlıyorum. Ve amcacığım hemen organizatör kadına dönüyor ve imrenerek; "vallahi sizden iyi başbakan olur, ülkeyi iyi yönetirsiniz, hemen dolmuşu organize ettiniz" diyor. Kadın hoşuna gitmiş bir şekilde gülüyor; "Yalıkavak'ta inenler olursa oturma sırası bize gelecek, ben asıl o zaman bir 'solüsyon' bulurum bize" diyor.
  Adam hemen "evet, bir 'solüsyon' bulmalı" diyor ve ekliyor; "fransızca da biliyorsunuz sanırım". Kadın konuşmayı fazla uzatmak istemeyen bir edayla kafasını sallıyor.
  Ama yok... Adam konuşmakta ısrarlı. "Il faut trouver une solution" deyiveriyor ve ben artık kendimi tutamıyorum gülmeye başlıyorum. Adam bana dönüyor -zaten hemen yanındayım-, "siz anladınız galiba" diyor. Ben de evet der gibi başımı sallıyorum. Fransızca konuşmakta çok ısrarlı, tekrar bana dönüp; "est-ce que vous avez compris?" diyor ben de dayanamayıp gülüyorum ve "oui" diyorum.
  Hemen diğer yanımdaki çocuk "dolmuşumuz da çok kültürlü herkes fransızca konuşabiliyor" dediği anda bütün yaşlılar keh keh keh keh şeklinde gülmeye başlıyor. Çok komik(!) bir espriymiş, pek bir hoşlarına gitmiş. Sonra çocuk amcaya dönüp "sizin fransızcanız nereden geliyor?" diye soruyor. Amca zaten konuşma meraklısı hemen anlatıveriyor; "evladım çok gariptir ama ben televizyondan öğrendim, her gün senelerce fransız kanalını açardım karşısına otururdum ve hiç kalkmazdım, senelerce böyle sürüp gitti" diyor. İşte tam o sırada Yalıkavak garajına geliyoruz. İnmek zorunda kalıyorum ama hiç istemeye istemeye iniyorum. Kim bilir sonunda neler konuşulmuştu? Halen daha meraktayım.