21 Eylül 2011 Çarşamba

KIZIL DERİLİLER (1. BÖLÜM: BABAM)


     Henüz mükemmel arabaların, çamaşır veya bulaşık makinalarının, telefonların, televizyonların, kısacası teknolojinin olmadığı zamanlarda, hayvan gücünün maksimum kullanıldığı zamanlarda yaşıyordum. Bu yüzden de hayvanları dünyaca sevmemiz tartışılmazdı. Ancak, ne kadar seviyorduk, bu tartışılırdı. Bu sevgi, başlarını severek, onlara mama vererek ve bütün gün onlarla oynayarak geçirdiğimiz günlerin toplamında oluşan bir sevgi miydi? Yoksa sadece, güçlerini kullandığımız ve bu sayede bize faydaları dokunduğu için içimizde oluşan, zamanla büyüyen ve en uç noktaya kadar bu faydadan beslenen bir sevgi miydi? İşte bunu düşünmeme sebep olan bir sürü olaylar silsilesi ile karşı karşıya kaldım ve bu olaylardan önce asla bu ayrıma düşmezdim.

     Her gün, sabah erkenden uyanıp okula gidiyorduk. Çoğu diğer öğrenciler gibi, biz şanslı değildik. Oturduğumuz kasabanın yakınlarında bir okul olmadığı için uzak bir okula gitmek zorunda kalıyorduk. Kasabamızda okul olmayışı, geri kalmış kafaların düşünceleri sonucu oluşmuştu ama bunu idrak edemeyecek kadar küçüktük. Bu konuyu büyükler hiç konuşmazdı, konuştuklarında ise sadece aile arasında ve fısıldayarak, anlayamadığımız birkaç kelime söylerlerdi. Biz çocuk olduğumuz için herhalde anlamazdık. Belki de orada burada ailelerimizin aralarında konuştuklarını elaleme anlatmayalım diye böyle garip ve farklı kelimelere ihtiyaçları vardı.

     Farklı bir konuda ise şanslı grubun içindeydik; çocuklarını okula gönderen o görünmez olmuş azınlığın içindeydik. Öte yandan, babam benim mutlaka okumamı istiyordu, her fırsatta okuyup, adam olmanın ne kadar önemli bir husus olduğundan bahsediyordu. Böylece, “ne olursa olsun, okuyacaksın” demişti bana. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bana söylediği en büyük ve en önemli sözünü tutmuş olduğunu görüyorum.

     Dediğim gibi, babam seferber olmuştu ben ve başka okumak isteyen birkaç çocuk için. O zamanlar ulaşım sorununu bir şekilde çözmek için atları kullanırdık. Fakat, bu kadar çocuk, o at arabalarına sığamadığı için, babam küçük ama at arabasından da bir o kadar büyük, garip bir arabamsı bir alet yapmaya başlamıştı. Bütün yaz, o arabayla uğraşmıştı, sırf beni okutmak için. Gizlice arka barakada tasarladığı arabayı kimseye göstermiyordu. Saatlerce oradan çıkmıyordu, kimselere anlatmıyordu. Zaten kendisi gizli kutuydu ve bu sayede bu özelliğini iyice belli etmiş oldu.

     Nihayet, okulların açılma zamanı geldiğinde, araba da bitmişti. Bir gün, okula gidecek olan bütün çocukları çağırmıştı arka bahçemizdeki barakaya. Kocaman bir şey ve üstünde bembeyaz kocaman bir örtü gördük. İyice merak etmeye başlamıştık, aynı zamanda da heyecanlanmıştık. Ve işte o an! Pat diye indirdi örtüyü. Gözlerimize inanamamıştık; babam üstü kapalı, at arabasından çok daha büyük, sarı renkli ve at gücüyle gideceğini tahmin ettiğim bir araba yapmıştı. At arabasından farklı olarak, bu sefer atlar arabanın içinde ve en öndeydi. Öne bir tane boydan boya büyük bir cam parçası monte etmişti. Hemen arkasına da atları yerleştirmişti. Onun hemen arkasında da atları yönlendirecek olan, şoförün oturacağını tahmin ettiğim bir koltuk vardı. En arkada ise iki tane tekerlek vardı.

     -Haydi çocuklar, geçin içeri de size nasıl gideceğinizi göstereyim, dedi. Hemen içeriye doluştuk, herkes oturacak yer buldu kendine. Daha da bir sürü yer vardı. O zamanlar, neden dolmayacak kadar büyük bir araba yaptığı bana çok mantıksız gelmişti ama sonra yaşayarak anlayacaktım bunun cevabını. Bütün diğer çocuklar, o arabayı görünce okumak isteyeceklerdi. Kimisi gizlice, kimisi ailesiyle kavga ederek... Ama bir şekilde dolacaktı bu araba.

     Biz yerleştikten sonra, babam sürücü koltuğuna oturdu ve atlara kırbacı bastı. Atlar hemen koşmaya başladılar, biz o sırada çok mutluyduk. Babam, okula kadar gidip geri geleceğimizi söylediğinde ise çok heyecanlanmıştık. Yollar çok bozuktu, sürekli sallanıyorduk. Aslında korkuyorduk da ama heyecanımız o kadar büyüktü ki, korkumuzu gölgeliyordu. Babam, atlara her kırbacı bastığında, atlar daha da sinirli bir şekilde gitmeye başlamışlardı. Bir ara savrulacak gibi olduk ama babama güveniyordum ve bize bir şey olmaması için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordum.

     Atlara gelecek olursak; hayatımda gördüğüm en güzel atlardı. İkisinin de rengi kızıldı, saçları ve kuyrukları da kızıldı. Gözlerinde anlamak isteyip de anlayamadığım bir ifade vardı. Daha önce hiç bir atta bu ifadeyi görmemiştim. Kendi kendime ne olduğunu tahmin etmeye çalıştım; mutluluk muydu acaba bu ifade, ya da bize karşı duyduğu sevgi miydi? İkisinin arasında gidip geliyordum fakat bu ifadenin insanlara karşı duydukları o büyük nefret olduğunu bilmiyordum.

     Okula gidene kadar, bir sürü dağlardan, vadilerden ve ikisinin arasına yerleşmiş göllerin yanından geçmiştik. Yol olmadığı için çok yorucu bir yolculuktu bu ama kimse bizim enerjimizi çalamazdık artık. Biz, okula gitmeye hazırdık! Babam, her gün bizi kendinin getirip götüreceğini söylediğinde içim daha da ferahlamıştı. Artık korkmam için hiçbir sebep yoktu. Okulu biraz gezdikten sonra, tekrar kasabaya doğru yola koyulduk ve akşam olduğunda heyecan içinde yataklarımıza yattık. Yarın büyük gündü; okulların açılış günü! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder