Henüz
mükemmel arabaların, çamaşır veya bulaşık makinalarının,
telefonların, televizyonların, kısacası teknolojinin olmadığı
zamanlarda, hayvan gücünün maksimum kullanıldığı zamanlarda
yaşıyordum. Bu yüzden de hayvanları dünyaca sevmemiz
tartışılmazdı. Ancak, ne kadar seviyorduk, bu tartışılırdı.
Bu sevgi, başlarını severek, onlara mama vererek ve bütün gün
onlarla oynayarak geçirdiğimiz günlerin toplamında oluşan bir
sevgi miydi? Yoksa sadece, güçlerini kullandığımız ve bu sayede
bize faydaları dokunduğu için içimizde oluşan, zamanla büyüyen
ve en uç noktaya kadar bu faydadan beslenen bir sevgi miydi? İşte
bunu düşünmeme sebep olan bir sürü olaylar silsilesi ile karşı
karşıya kaldım ve bu olaylardan önce asla bu ayrıma düşmezdim.
Her
gün, sabah erkenden uyanıp okula gidiyorduk. Çoğu diğer
öğrenciler gibi, biz şanslı değildik. Oturduğumuz kasabanın
yakınlarında bir okul olmadığı için uzak bir okula gitmek
zorunda kalıyorduk. Kasabamızda okul olmayışı, geri kalmış
kafaların düşünceleri sonucu oluşmuştu ama bunu idrak
edemeyecek kadar küçüktük. Bu konuyu büyükler hiç konuşmazdı,
konuştuklarında ise sadece aile arasında ve fısıldayarak,
anlayamadığımız birkaç kelime söylerlerdi. Biz çocuk olduğumuz
için herhalde anlamazdık. Belki de orada burada ailelerimizin
aralarında konuştuklarını elaleme anlatmayalım diye böyle garip
ve farklı kelimelere ihtiyaçları vardı.
Farklı
bir konuda ise şanslı grubun içindeydik; çocuklarını okula
gönderen o görünmez olmuş azınlığın içindeydik. Öte yandan,
babam benim mutlaka okumamı istiyordu, her fırsatta okuyup, adam
olmanın ne kadar önemli bir husus olduğundan bahsediyordu.
Böylece, “ne olursa olsun, okuyacaksın” demişti bana. Şimdi
geriye dönüp baktığımda, bana söylediği en büyük ve en
önemli sözünü tutmuş olduğunu görüyorum.
Dediğim
gibi, babam seferber olmuştu ben ve başka okumak isteyen birkaç
çocuk için. O zamanlar ulaşım sorununu bir şekilde çözmek için
atları kullanırdık. Fakat, bu kadar çocuk, o at arabalarına
sığamadığı için, babam küçük ama at arabasından da bir o
kadar büyük, garip bir arabamsı bir alet yapmaya başlamıştı.
Bütün yaz, o arabayla uğraşmıştı, sırf beni okutmak için.
Gizlice arka barakada tasarladığı arabayı kimseye göstermiyordu.
Saatlerce oradan çıkmıyordu, kimselere anlatmıyordu. Zaten
kendisi gizli kutuydu ve bu sayede bu özelliğini iyice belli etmiş
oldu.
Nihayet,
okulların açılma zamanı geldiğinde, araba da bitmişti. Bir gün,
okula gidecek olan bütün çocukları çağırmıştı arka
bahçemizdeki barakaya. Kocaman bir şey ve üstünde bembeyaz
kocaman bir örtü gördük. İyice merak etmeye başlamıştık,
aynı zamanda da heyecanlanmıştık. Ve işte o an! Pat diye indirdi
örtüyü. Gözlerimize inanamamıştık; babam üstü kapalı, at
arabasından çok daha büyük, sarı renkli ve at gücüyle
gideceğini tahmin ettiğim bir araba yapmıştı. At arabasından
farklı olarak, bu sefer atlar arabanın içinde ve en öndeydi. Öne
bir tane boydan boya büyük bir cam parçası monte etmişti. Hemen
arkasına da atları yerleştirmişti. Onun hemen arkasında da
atları yönlendirecek olan, şoförün oturacağını tahmin ettiğim
bir koltuk vardı. En arkada ise iki tane tekerlek vardı.
-Haydi
çocuklar, geçin içeri de size nasıl gideceğinizi göstereyim,
dedi. Hemen içeriye doluştuk, herkes oturacak yer buldu kendine.
Daha da bir sürü yer vardı. O zamanlar, neden dolmayacak kadar
büyük bir araba yaptığı bana çok mantıksız gelmişti ama
sonra yaşayarak anlayacaktım bunun cevabını. Bütün diğer
çocuklar, o arabayı görünce okumak isteyeceklerdi. Kimisi
gizlice, kimisi ailesiyle kavga ederek... Ama bir şekilde dolacaktı
bu araba.
Biz
yerleştikten sonra, babam sürücü koltuğuna oturdu ve atlara
kırbacı bastı. Atlar hemen koşmaya başladılar, biz o sırada
çok mutluyduk. Babam, okula kadar gidip geri geleceğimizi
söylediğinde ise çok heyecanlanmıştık. Yollar çok bozuktu,
sürekli sallanıyorduk. Aslında korkuyorduk da ama heyecanımız o
kadar büyüktü ki, korkumuzu gölgeliyordu. Babam, atlara her
kırbacı bastığında, atlar daha da sinirli bir şekilde gitmeye
başlamışlardı. Bir ara savrulacak gibi olduk ama babama
güveniyordum ve bize bir şey olmaması için elinden gelen her şeyi
yapacağını biliyordum.
Atlara
gelecek olursak; hayatımda gördüğüm en güzel atlardı. İkisinin
de rengi kızıldı, saçları ve kuyrukları da kızıldı.
Gözlerinde anlamak isteyip de anlayamadığım bir ifade vardı.
Daha önce hiç bir atta bu ifadeyi görmemiştim. Kendi kendime ne
olduğunu tahmin etmeye çalıştım; mutluluk muydu acaba bu ifade,
ya da bize karşı duyduğu sevgi miydi? İkisinin arasında gidip
geliyordum fakat bu ifadenin insanlara karşı duydukları o büyük
nefret olduğunu bilmiyordum.
Okula
gidene kadar, bir sürü dağlardan, vadilerden ve ikisinin arasına
yerleşmiş göllerin yanından geçmiştik. Yol olmadığı için
çok yorucu bir yolculuktu bu ama kimse bizim enerjimizi çalamazdık
artık. Biz, okula gitmeye hazırdık! Babam, her gün bizi kendinin
getirip götüreceğini söylediğinde içim daha da ferahlamıştı.
Artık korkmam için hiçbir sebep yoktu. Okulu biraz gezdikten
sonra, tekrar kasabaya doğru yola koyulduk ve akşam olduğunda
heyecan içinde yataklarımıza yattık. Yarın büyük gündü;
okulların açılış günü!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder