21 Eylül 2011 Çarşamba

İSTANBUL


Birine aşık olduğumu hissettiğim en garip anlardan biri, nefreti de hissettiğim anlardır. Nefret olmadan aşkı anlayabilmem her zaman imkansız olmuştur, çünkü; aşkı, sevgiyi duymak demek, onun nefret ettiğin özelliklerini bilerek kabul etmek demektir. En kötü gününde, sana hiç yardımcı olmasa bile ve o anda ondan nefret ettiğini söylesen bile, sabah uyandığında ve yeni bir gün başladığında nerede kaldıysa oradan devam ederek ona aşık olmaya tekrar devam edebilmek demektir sevgi. İşte ben kimi zaman duyduğum nefretle, kimi zaman duyduğum hayranlıkla, kötü taraftarıyla da iyi taraflarıyla da, her gün bana umut vererek beni güne başlattığı için asla vazgeçmeyeceğim bir sevgi duyuyorum içimde; belki aşk belki hayranlık. Nereye gidersem gideyim, dünyayı dolaşsam bile tekrar dönüp geleceğim yerin burası olduğunu biliyorum. Ne o benden vazgeçebilir ne de ben İstanbul'dan vazgeçebilirim.
İşte ben İstanbul'u böyle seviyorum; bazen nefretle bazen ümitle. Sabahına kötü başladığım günlerde, daha mutsuz olamam dediğim günlerde, karmaşası, trafiği veya gürültü kirliliğiyle -çoğu zaman da insanlarıyla- beni daha da mutsuz etmeyi hedeflermiş gibi bir hali oluyor bazen. İçimdeki ses avazı çıktığı kadar “İstanbul, senden nefret ediyorum” diye bağırıyor böyle günlerde. Bitmesini istediğim o kadar çok gün oluyor ki, sanki bu şehir bitmesini engelliyormuş gibi geliyor. Yarım saatlik yolu iki buçuk saatte giden insanların isyanıyla, korna seslerinin bitmek tükenmek bilmemesiyle, yılın dokuz ayı durmadan yağan yağmuru ve çamura bulanmış sokaklarıyla kendisinden nefret etmeme neden oluyor çoğu zaman. Ancak, her şeyden bıkmışken, herkese, her şeye karşı nefret kusacak duruma gelmişken, sanki o benim bu durumumu anlıyormuş gibi beni güne bambaşka bir İstanbulla uyandırıyor. İçime ümit, yüreğime insan sevgisi dolduruyor. Zamanın en sevdiğim günlerinden birini yaşatıyor. İşte bu tarz günlerde içimdeki ses “daha mutlu olamam, asla daha mutlu olamam” diye haykırıyor hayranlıkla.
Anadolu Yakası'ndan ne zaman Avrupa Yakasına, kendi bildiğim topraklarıma, köprü aracılığıyla geçtiğimde, hele de hava güneşliyse, içimi mutluluk kaplıyor. Upuzun köprüden geçerken Boğazı izliyorum. Güneş ışınlarının deniz suyunun üstüne vurmasıyla ortaya çıkan parlaklık gözlerimi kamaştırıyor. Ben üst tarafta, köprüden geçen arabalar ile, denizdeki teknelerin, özel yatların, yurtdışından geçen lojistik gemilerin birlikteliği, ahengi buluştuğunda ortaya çıkan görüntü zamanımın en güzel vakti oluyor. Hele ki karşı yakaya deniz yoluyla geçtiğim motor veya gemi eklenince, belki de bir boğaz turu teknesinde oturup etrafı izlediğim zamanlarsa- İstanbul'un muazzam güzelliğine bakarak, havasını içime çekiyorum. Denizin önündeki yalıları, o yalıların içinde yaşayan insanların görüntülerini, yalıların denize bakan tarafındaki bahçelerinin içine oyulmuş havuzları görüyorum. Havuz ve deniz suyunu aynı karede görebilmek ve hissedebilmek içimdeki aşkı daha da alevlendiriyor. Bir başka güzelliği de boğazın, içine monte edilmiş adacığının bulunmasıdır belki de. Galatasaray adası ismini verdikleri bu adanın içi bir tasarım harikası bence. Restoranlarıyla, havuzuyla bir başka yerde olduğumu hissettiriyor bana.
İstanbul'un sadece boğaz güzelliğinden bahsetmek kendi öz evladıma ihanet etmekle aynı şeydir benim için. Şehrin merkezi dediğimiz Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi... Ne zaman bu şehirden uzak kalsam en çok özlediğim, koşa koşa kollarına atlamak istediğim bir sevgilim olduğunu düşündüğüm yeridir Taksim. Gündüz ne kadar kalabalıksa, akşam da, gece de o kadar kalabalıktır burası. Asla bitmeyen, sabahlara kadar süren gece hayatıyla Avrupa'nın hangi şehrine gidersem gideyim benim için en mükemmel yer olacaktır Taksim. Her çeşit insanı barındırır bünyesinde; genci yaşlısı, fakiri, orta hallisi, zengini... Hepsinin de gidecek yeri vardır Taksim denince. Nevizadesiyle, Asmalımescid'iyle, şimdilerde gençlerin mekanı olan Küçük Beyoğlu'suyla, pasajlarıyla, müzesiyle, nostaljik tramvayıyla bir bütündür Taksim. Her tür eğlence bulunur içinde. Kışın cıvıl cıvıl insanların kalabalıklığıyla içim ısınır her seferinde. Yazın da ayrı güzeldir Taksim. Kim bilir kaç kere gitmişimdir, her gittiğimde yeni bir mekan keşfederim ben Taksim'de.
Sultanahmet meydanının hakkını yememek gerekir, Galata Kulesi şahanedir, Haliç'i Levent'i, Etiler'i, Bağdat Caddesi, Nişantaşı Caddesi, Acıbadem... Hepsi ayrı bir güzeldir. Bütün bunların içinde çürümüş İstanbul da vardır elbet. Gecekonduları, çarpık kentleşmesi, bünyesinde barındırdığı köyleri vardır. Hava ve en çok da gürültü kirliliği rahatsız eder beni. Ulaşımın yeni yeni oturması içime ümit dolduruyor olsa da hepsiyle bir bütün olduğu için bu kent, iyisiyle kötüsüyle çok seviyorum ben İstanbul'u.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder