Birine aşık olduğumu
hissettiğim en garip anlardan biri, nefreti de hissettiğim
anlardır. Nefret olmadan aşkı anlayabilmem her zaman imkansız
olmuştur, çünkü; aşkı, sevgiyi duymak demek, onun nefret
ettiğin özelliklerini bilerek kabul etmek demektir. En kötü
gününde, sana hiç yardımcı olmasa bile ve o anda ondan nefret
ettiğini söylesen bile, sabah uyandığında ve yeni bir gün
başladığında nerede kaldıysa oradan devam ederek ona aşık
olmaya tekrar devam edebilmek demektir sevgi. İşte ben kimi zaman
duyduğum nefretle, kimi zaman duyduğum hayranlıkla, kötü
taraftarıyla da iyi taraflarıyla da, her gün bana umut vererek
beni güne başlattığı için asla vazgeçmeyeceğim bir sevgi
duyuyorum içimde; belki aşk belki hayranlık. Nereye gidersem
gideyim, dünyayı dolaşsam bile tekrar dönüp geleceğim yerin
burası olduğunu biliyorum. Ne o benden vazgeçebilir ne de ben
İstanbul'dan vazgeçebilirim.
İşte ben İstanbul'u böyle seviyorum; bazen nefretle bazen ümitle. Sabahına kötü başladığım günlerde, daha mutsuz olamam dediğim günlerde, karmaşası, trafiği veya gürültü kirliliğiyle -çoğu zaman da insanlarıyla- beni daha da mutsuz etmeyi hedeflermiş gibi bir hali oluyor bazen. İçimdeki ses avazı çıktığı kadar “İstanbul, senden nefret ediyorum” diye bağırıyor böyle günlerde. Bitmesini istediğim o kadar çok gün oluyor ki, sanki bu şehir bitmesini engelliyormuş gibi geliyor. Yarım saatlik yolu iki buçuk saatte giden insanların isyanıyla, korna seslerinin bitmek tükenmek bilmemesiyle, yılın dokuz ayı durmadan yağan yağmuru ve çamura bulanmış sokaklarıyla kendisinden nefret etmeme neden oluyor çoğu zaman. Ancak, her şeyden bıkmışken, herkese, her şeye karşı nefret kusacak duruma gelmişken, sanki o benim bu durumumu anlıyormuş gibi beni güne bambaşka bir İstanbulla uyandırıyor. İçime ümit, yüreğime insan sevgisi dolduruyor. Zamanın en sevdiğim günlerinden birini yaşatıyor. İşte bu tarz günlerde içimdeki ses “daha mutlu olamam, asla daha mutlu olamam” diye haykırıyor hayranlıkla.
İşte ben İstanbul'u böyle seviyorum; bazen nefretle bazen ümitle. Sabahına kötü başladığım günlerde, daha mutsuz olamam dediğim günlerde, karmaşası, trafiği veya gürültü kirliliğiyle -çoğu zaman da insanlarıyla- beni daha da mutsuz etmeyi hedeflermiş gibi bir hali oluyor bazen. İçimdeki ses avazı çıktığı kadar “İstanbul, senden nefret ediyorum” diye bağırıyor böyle günlerde. Bitmesini istediğim o kadar çok gün oluyor ki, sanki bu şehir bitmesini engelliyormuş gibi geliyor. Yarım saatlik yolu iki buçuk saatte giden insanların isyanıyla, korna seslerinin bitmek tükenmek bilmemesiyle, yılın dokuz ayı durmadan yağan yağmuru ve çamura bulanmış sokaklarıyla kendisinden nefret etmeme neden oluyor çoğu zaman. Ancak, her şeyden bıkmışken, herkese, her şeye karşı nefret kusacak duruma gelmişken, sanki o benim bu durumumu anlıyormuş gibi beni güne bambaşka bir İstanbulla uyandırıyor. İçime ümit, yüreğime insan sevgisi dolduruyor. Zamanın en sevdiğim günlerinden birini yaşatıyor. İşte bu tarz günlerde içimdeki ses “daha mutlu olamam, asla daha mutlu olamam” diye haykırıyor hayranlıkla.
Anadolu Yakası'ndan ne zaman
Avrupa Yakasına, kendi bildiğim topraklarıma, köprü aracılığıyla
geçtiğimde, hele de hava güneşliyse, içimi mutluluk kaplıyor.
Upuzun köprüden geçerken Boğazı izliyorum. Güneş ışınlarının
deniz suyunun üstüne vurmasıyla ortaya çıkan parlaklık
gözlerimi kamaştırıyor. Ben üst tarafta, köprüden geçen
arabalar ile, denizdeki teknelerin, özel yatların, yurtdışından
geçen lojistik gemilerin birlikteliği, ahengi buluştuğunda ortaya
çıkan görüntü zamanımın en güzel vakti oluyor. Hele ki karşı
yakaya deniz yoluyla geçtiğim motor veya gemi eklenince, belki de
bir boğaz turu teknesinde oturup etrafı izlediğim zamanlarsa-
İstanbul'un muazzam güzelliğine bakarak, havasını içime
çekiyorum. Denizin önündeki yalıları, o yalıların içinde
yaşayan insanların görüntülerini, yalıların denize bakan
tarafındaki bahçelerinin içine oyulmuş havuzları görüyorum.
Havuz ve deniz suyunu aynı karede görebilmek ve hissedebilmek
içimdeki aşkı daha da alevlendiriyor. Bir başka güzelliği de
boğazın, içine monte edilmiş adacığının bulunmasıdır belki
de. Galatasaray adası ismini verdikleri bu adanın içi bir tasarım
harikası bence. Restoranlarıyla, havuzuyla bir başka yerde
olduğumu hissettiriyor bana.
İstanbul'un sadece boğaz
güzelliğinden bahsetmek kendi öz evladıma ihanet etmekle aynı
şeydir benim için. Şehrin merkezi dediğimiz Taksim Meydanı,
İstiklal Caddesi... Ne zaman bu şehirden uzak kalsam en çok
özlediğim, koşa koşa kollarına atlamak istediğim bir sevgilim
olduğunu düşündüğüm yeridir Taksim. Gündüz ne kadar
kalabalıksa, akşam da, gece de o kadar kalabalıktır burası. Asla
bitmeyen, sabahlara kadar süren gece hayatıyla Avrupa'nın hangi
şehrine gidersem gideyim benim için en mükemmel yer olacaktır
Taksim. Her çeşit insanı barındırır bünyesinde; genci yaşlısı,
fakiri, orta hallisi, zengini... Hepsinin de gidecek yeri vardır
Taksim denince. Nevizadesiyle, Asmalımescid'iyle, şimdilerde
gençlerin mekanı olan Küçük Beyoğlu'suyla, pasajlarıyla,
müzesiyle, nostaljik tramvayıyla bir bütündür Taksim. Her tür
eğlence bulunur içinde. Kışın cıvıl cıvıl insanların
kalabalıklığıyla içim ısınır her seferinde. Yazın da ayrı
güzeldir Taksim. Kim bilir kaç kere gitmişimdir, her gittiğimde
yeni bir mekan keşfederim ben Taksim'de.
Sultanahmet meydanının hakkını
yememek gerekir, Galata Kulesi şahanedir, Haliç'i Levent'i,
Etiler'i, Bağdat Caddesi, Nişantaşı Caddesi, Acıbadem... Hepsi
ayrı bir güzeldir. Bütün bunların içinde çürümüş İstanbul
da vardır elbet. Gecekonduları, çarpık kentleşmesi, bünyesinde
barındırdığı köyleri vardır. Hava ve en çok da gürültü
kirliliği rahatsız eder beni. Ulaşımın yeni yeni oturması içime
ümit dolduruyor olsa da hepsiyle bir bütün olduğu için bu kent,
iyisiyle kötüsüyle çok seviyorum ben İstanbul'u.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder